EDEBİYATIN GÜNAHI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Selman Bayer

    Bir ölümün hortlağımsı diriliğinde yaşıyoruz epeydir. Yas gibi ölüm de bir süreç. Ölü olduğumuzu kabul edemediğimiz için yeniden dirilemiyoruz. Halüsinatif bir arafta devinen, sayıklayan bir yığınız artık. Amansız bir hastalık uğramış bu çağa. Yüz binlerce yıldır devam eden bir hayatın asıl kaynağıymış gibi davranan bir ahmaklığın ürünleriyiz hepimiz. Hayatın bizimle başlayıp bizimle biteceğini zanneden bir kibrin kuyusunda kendi hakikatimizi okşayıp duruyoruz. O yüzden ne ölümü ne de hayatı anlayabiliyoruz. Bir insanın, bir bebeğin ölümü bizim için en fazla, iyi kotarılmış bir sahne kadar tesirli. Bir hayatı anlama ihtimaliyse bize yıldızlardan daha uzak. Bu kâbuslarla bezeli büyük ölümün içinde debelenen bizler için her ölüm haddinden fazla anlamlı. “Kör ölür badem gözlü olur” sözü hayatın hakkını veren bir faninin olduğu kadar ölümle kıyasıya yüzleşmiş bir kalın kafalının sayıklaması da olabilir. Bunu anlamak için hayatı anlamak gerekir. Oysa biz burada ancak, zaten yıllardır bir ölü olarak hayatına devam eden otoritelerin onay verdiği kişiler tarafından yaşatılır ya da öldürülürsek değer kazanacağımız bilgisi ve inancıyla yaşıyoruz. Yaşamak sıkıcı bir süreç. Araya kaynak yaparak kendimizi tatmin ettiğimiz bir kuyrukta becerebildiğimiz kadarıyla yaşıyoruz hayatı. Hayat sadece araya kaynak yapmayı başarabilenlerin, başkalarının sırtına basarak yükselmekten utanmayanların, bir adım geriye atmayı akıl edemeyenlerin, her sorunda hep başkalarını suçlayanların ve ömrü boyunca aynada kendi iskeletini bir kere bile göremeyenlerin bir şeyler kazanabildiği yalandan bir piyango gibi burada, uzun zamandır.

    Elbette bunları bir erdem gibi görenlerin hâkim olduğu bir hayatın çıktısı olarak; en görkemli ürünlerinden biri olarak bakmalı dünyanın son hâline. Hiçbirimizin umursamadığı ama düştüğü yeri yakan büyük küçük bütün haksızlıklara da dünyanın gözü önünde acımasız bir şekilde yokluğa sürüklenen Gazze’ye de. Çünkü bütün bu mezkûr haksızlıklara sebep olanlar her gün kendini tazeleyen ahlaksız bir zekânın son sürümleri. Hiç birbirlerini tanımasalar da, birbirlerinden nefret etseler de, hepsi, aynı ailenin, aynı çetenin üyesi. Bu anlamda netten sipariş edilen ürünü adresine göndermemek isteyen mağazadan, hastanesine gelen hastadan ihtiyacı olmadığı hâlde fazladan tahlil isteyen o pek kurnaz doktorlardan bir farkı yok bu çetenin üyelerinin. İkisi de neferi olduğu sistem, kölesi olduğu anlayışla birlikte daha çok kazanmak için adalet denen o güzelim periyi canlı canlı doğramakta. Sadece bazıları biraz daha tok ya da ürkek; sadece bazıları biraz daha cüretkâr ve öz güvenli.

    Oysa kendi hayatını bile taksitle, aşırarak, kenarda gölgede kimselere çaktırmadan yaşamaya çalışan bir milletin aslında tam da edindiği bu kurnazlıkla fark etmesi lazımdı bu gerçeği. Fark ediyor da aslında. Sadece mağrur ya da mağdur olarak sıra kendisine gelene kadar verilen repliği, sahneyi oynuyor. Sadece ucuz bir edebiyatın, ağlak bir hamasetin bitmeyen ve hep pis kokan ateşinden besleniyor. Yani siz bakmayın o canavar heriflerin ve onların sözleşmeli hayranlarının büyük büyük laflar söylemesine, mutantan ağlama seansları yapmasına. Bütün bu sapkın ritüelleri yerine getirmenin aslında vicdanı, adaleti inciteceğini idrak edemeyenler ömürleri boyunca senaryoya bağlı olarak ağlasalar ne çare! Onlar sadece bu filmden daha yüksek kaşe, daha görünür bir rol almak derdinde. Onlar sadece kendi obez vicdansızlıklarını semirebilmek için en ideal ürün olan vicdan rantının peşinde. Şehrin pazarında ya da üç harfli marketlerinde haddinden fazla ucuza satılan acıların, haksızlıkların ve her daim, güya, komşusunu görmemeyi meşrulaştıran zulümlerine rantına düşkün bir kitlenin hikâyesi bu. Daha fazla takipçisi olan putlaşmış bir hesap, daha çok satan ölü bir edebiyat, daha fazla kaşeye sebep olacak ajite replikler ve tiratlarla dolu bir hikâye…

    Söylenecek çok şey var ama uzatmaya gerek yok! Her gün insan olanı, insanlığını ciddiye alanı şaşırtan, iğrendiren, onlarca olay oluyor dünyada. Bunu tam da ait olduğumuz cephenin bize yüklediği zehirle iktidar/muhalefet, zalim/mazlum, biz/onlar bağlamında okuyoruz sürekli. Dahası obez izleyiciler olarak pornografi izler gibi izleyip öfkemizi, kinimizi ya da iştahımızı okşayıp duruyoruz. İnteraktif bir siyaset sahnesinde herkesin hissizliği kadar pay aldığı sâri ve ölümcül bir etkileşimi yaşıyoruz. Böylece zaten bitmiş insanlığımızı bir kere daha tüketiyoruz. Büyük laflar, büyük intikam yeminleri, vicdan mastürbasyonları arasında yolunu bulan buluyor. Herkes nasibini alıyor bu panayırdan. Siyaseti, edebiyatı, sineması ve hatta dini bile bu panayırın kurallarına göre şekilleniyor. Cahiliyenin putları gibi gündelik hayatın kullanışlı birer ürününe dönüşüyor anında.

    Bugün insandan yana olmaktan başka bir şansımız yok. Ama bunun da müşterisi yok. “İnsan olmak lazım” deyince kimse bakmıyor tabii. Büyük laflar, ideolojik zırvalar, entelektüel saçmalıklar, ağlak şiirler, tek sesli öyküler, romanlar ve pornografik vicdan tuluatlarının pazarındayız hepimiz. Kalabalığın, yığınların bakışına meftun olan zombiler olarak her gün lanet okuduğumuz ya da kutsadığımız bu pazarı büyütmekten başka bir şey yapmıyoruz. Oysa insan olmak lazım!

    Bebeklerin katillerine yol veren sisteme sövmek kolay. Oysa kendi hayatımızda, kişisel alanımızda buna ne kadar yol verip vermediğimizi düşünmek hiç aklımıza gelmiyor. İşlemediğimiz bir günahın muhtemel ortaklığının utancını hiç hesaba katmıyoruz. Başkalarına sövmenin konforunda kendimizle yüzleşmenin velut gerginliğini boğup duruyoruz. Bebeklerin, insanların, hayvanların ve topyekûn değerlerin ölümü bizim hayatımızda nasıl bir değişikliğe yol açıyor mesela? Mesela bütün lanet seanslarında en ön sırada olmaktan erinmeyen hiçbir doktor çalıştığı özel hastanede kendisine gelen hastadan idare istediği için lüzumsuz tahliller almaktan vazgeçmeyi aklına getirmiyor! Ya da bir şekilde zengin olmanın kolay ama insanlığı bozan yolunu bulan bir tüccar bu işin sonu başkalarının kanına girmeye kadar gidiyor deyip açtığı yoldan geri dönmeyi düşünmüyor! Ya da bir siyasetçi bütün hayatını verdiği o saçmalıktan sonra bir an insanlığını hatırlayıp “Biz ne yapıyoruz yahu!” deyip o saçma sapan oyunu bırakıp kenara çekilmeyi akıl etmiyor! Ya da bir öğretmen bütün hayatın yılgınlığıyla, belki de haklı olarak, ihmal ettiği birçok öğrenciye, bu olaydan sonra, daha vicdanlı bir gözle bakmaya niyetlenmiyor! Mesela memleketin okuryazar, aydın, entel kesiminden hiç kimse, kendi mahallesinden göç ederek, bizden ya da onlardan demeden olayı bütün çıplaklığıyla görüp bir an da olsa kendi sessizliğine gömülmeyi tercih etmiyor! Ya da hiçbir edebiyatçı, edebiyatın bütün bu pazarın devasa ama ucuz bir PR faaliyetine dönüştüğünü fark edip bunun için acı çekmiyor.

    “Gerçek acı sessizdir.” diyordu Alper Kamu. Bütün bu bağırış çağırış arasında gerçek acıyı hissetmek için kendi kuytusuna çekilecek kaç kişi var bu memlekette? Zygmunt Bauman’ın dediği gibi “Bağırıyorum o hâlde varım.” çağında kulakları sağır olanlardan ümit etmek ne kadar akıllıca? Hem ne diyordu eskiler? Adam kulağından becerilir. Yani insan kulağından alır, öğrenir doğruyu, güzeli, iyiyi. Herkesin sağır olduğu yerde, herkesin bağırdığı agorada bu ne kadar mümkün.

    Peki bütün bu zalim kakafonide iyi bir edebiyatın sesi nasıl duyulur? Edebiyatın böyle bir sesi kaldı mı ya da? Ya da edebiyat, sesini duyurmak zorunda mıdır? Hadi daha ötesini söyleyelim; insandan, bugünün insanından bağımsız, onların bulaşmaya fazlasıyla gönüllü olduğu kirden pastan azade bir edebiyat ne kadar mümkün? Herkesin kendince bir cevabı var ama cevaplardan çok edebiyatı kutsayanların çarpık ayinleri batıyor gözümüze. Edebiyatı kutsarken hep kendini kutsayanların örtük niyetleri karartıyor göğümüzü.

    Edebiyat da diğer her şey gibi insan içindir. Kendisine maddi manevi birtakım imtiyazların verilmesi mümkün değildir. Bir nalburun ya da marangozun kendi hayatında belirli bir bilgeliğe ulaşma ihtimali ve imkânı bir okurun ya da yazarınkinden farklı değildir. Kendi rutinine sadakat gösteren bir nalbur ya da marangoz, o meşguliyetin sağladığı imkânlar doğrultusunda dünyaya ve kendisine yeni bir bakış kazanabilir. Bu bakışla dünyanın daha da anlamlı ve yaşanılır hâle gelmesinde bir katkısı da olabilir. Bir okur ya da yazarın karşılaşacağı birtakım tehlikelerden de emin olabilir.

    Yine de edebiyatın bir farkı vardır diyebiliriz. Çünkü edebiyat bir diğeriyle iletişimin olmazsa olmazı olan sözün, anlatının temsilcisidir. Geniş kitlelere hitap edecek bir imkâna sahiptir. Bir nalburun ya da marangozun kendisini anlatmasının yolu iştigal ettiği nesneler yoluyla olabilir. O doğrudan kendisini anlatmaya başladığında ancak anlatının büyülü ormanına girmiş olabilir. Orada yine edebiyatın desteğine ihtiyacı olacaktır. Bugünün dünyasını el birliğiyle karartan, insanlığı bu karanlık çağda mahkûm etmeye uğraşan çetelerin olduğu gibi.

    İnsanın bu dünyayı değiştirmesi gibi bir vazifesi var mıdır, tartışılır. Var olduğunu düşünerek yola çıkarsak, bu dünyayı değiştirmek ameliyesinin tanımı, sınırı var mıdır? Elbette. İnsanın kudreti ölçüsünde bir değişim mümkündür ancak. Bu değişim evinin önünü temiz tutmaktan, milyonların hastalığına deva olacak bir ilaç bulmaya kadar uzanabilir. Bir zulmü engellemekten bir zalimle aynı karede bulunmama titizliğine dek uzanan geniş bir portfolyosu vardır dünyayı değiştirme ameliyesinin. Fakat her hâlükârda bu vazifenin tek yolu vardır; kendine odaklanmak.

    Edebiyat evvela kendine odaklanmanın şart olduğu bir sanattır. Bir marangozun, bir nalburun mesleğini hakkıyla icra ederken açılan keşfine benzer bir açılım bir yazarda ancak kendi üzerine, dünya üzerine düşünmeye başladığında mümkün olabilir. Eğer tarihte bir kere bile “Edebiyat insanın haddini bilmesine vesile olur.” tarzı bir cümle kurulduysa edebiyatın da bir haddi olması gerektiği iddiası da beraberinde beliriverir. Haddini bilmek de kendin üzerine düşünmekle mümkündür. O hâlde edebiyat, en çok da bugün, kendine odaklanmanın bir imkânı olarak değerlendirilmelidir. Hem yazar olarak kendine odaklanmak hem de bizatihi edebiyatın kendisine odaklanmak…

    Bu ağır bir yüktür. Çünkü yol ne kadar dolambaçlıysa yük de o kadar ağır olur. İnsanın yaptığı işle arasındaki mesafe hayati bir denge unsurudur. O denge kaybolduğu anda görüş de bozulur, bakış da. Bir marangoza nispeten bir romancının bu tehlikeyle karşı karşıya kalma ihtimali daha yüksektir. Tarih tek bir tane dahi kibirli bir marangozu kaydetmemiştir. Fakat kibriyle maruf romancı sayısı ziyadesiyle fazladır. Marangoz bir peygamberin olduğunu hatırlarsak işler daha da karışır. Fakat bir marangozun peygamber olarak dünyayı değiştirmesi de ancak sözün, anlatının aracılığıyla olabilmiştir. Bu da geniş kitlelere hitap etmek ve dünyanın değişiminde daha güçlü ve etkin bir rol alabilmek için anlatının imtiyazlı bir noktada olduğunu kabul etmek durumunda bırakır insanı. İşte romancı tam da burada tuzağa düşer. Yapısal olarak kaçınılmaz olan bir durumu kendine has, kendinden menkul bir imkân olarak görme gafletine duçar olur. Bu gafletin tesiriyle kendini marangozdan ya da nalburdan üstün görmeye başlar. Bu da yükünü daha da ağırlaştırır.

    Edebiyatın bugünün dünyasına söyleyeceği söz var mıdır? Bu ancak yukarıdaki ihtimallerden azade olabildiğinde mümkündür. İyi bir roman insanı bütün kusurlarıyla gösteren bir ayna gibidir. İnsan o aynada sadece kendisini görmez, aynanın evreni kadarıyla ardındaki dünyayı da görür. Yani özelde romanın, genelde edebiyatın en temel katkısı budur. İnsana, bazen onun kalbini kırmayı göze alarak, bazen de suyuna gidecek bir tavırla, bazen onu eğlendirerek bazen de kendi hastalıklı gerçekliğine sağlıklı bir mesafede konumlandırarak acziyetini anlatmak. Her şeyin olumlandığı bir dünyada böylesi bir açık sözlülük bir başarısızlık gibi görülebilir. Lakin insandan yana olmak ancak böylesi bir tavırla mümkündür. Edebiyatın imkânı da buradadır, bu kadardır.

    Adam Philips muhaccem eseri Öyle ya da Böyle’de “Freud bize başarı hikâyemizin bir başarısızlık hikâyesi olduğunu anlatmaya çalışır.” diyordu. Edebiyat da aslında tam Freud’un yaptığını yapmak için yola çıkar, misyonu, derdi budur. Gerçeği söylemek bir bedel ister. Bir fedakârlık gerektirir. İyi bir romancı üslubu, tahkiye yeteneği ve tesir kabiliyeti ne kadar iyi olursa olsun bu bedeli ödemeyi göze alınca bir kahramandır. İnsanların başarı zannettiği şeylerin başarı olmadığını söyleyebilecek cesarete ve ferasete sahip olabilmektir onun kaderi. Bu kaderin ağırlığı altında ezilip kaçmak isteyebilir, hatta dünyevi ittifaklara bile meyledebilir ama nihayetinde kaderin bu dünyadaki insan adedi kadar kendini gerçekleştirme yöntemi olduğunu içten içe bilir. Bizim başarısızlığımızı görebilecek keskin bakışa kendi başarısızlığından alamadığı gözleri sayesinde kavuşur.

    Romancının hikâyeye, mübalağaya, fanteziye ve hatta Platon’un dediği gibi yalana başvurmasında bir hikmet gizlidir. O yazdığı hikâyelerin gerçekten yaşanıp yaşanmadığını hiç umursamaz, doğru olup olmadığıyla ilgilenir sadece. İçinden gelen, bir türlü bastıramadığı bir sesin sözcüsüdür o. O sözün daha güzel daha tesirli olması için uğraşmasında bir beis yoktur. Çünkü bunu hakkıyla idrak etsin ya da etmesin o sesin kaynağının hatırına yapar bunu. Adam Philips bir yerde “Oedipus’u trajik bir kahraman olarak görmez isteriz çünkü o dünyadaki en sıradan adamdır.” diyordu. İşte romancı bu sıradanlığı, kendi doğal ortamında, bir trajediye dönüştürmeye çalışan ve çoğu zaman başaramayan bir simyacıdır. Edebiyat onun vatan bellediği sürgündür. Michel Schneider Okumak ve Anlamak’ta “İster Nabokov ve Franz Kafka, Joseph Conrad veya Samuel Beckett gibi anadilinden başka bir dilde yazsın, ister dili kendi yolundan saptırsın; yazar her daim dilden sürgündür.” derken biraz da bunu kasteder. Yazar bu iki hissi aynı anda yaşıyor olmanın gerilimiyle yazar. Toplumun, düzenin, konforun dışında yaşamaya razı olmuş bir Şaman’ın itminanıyla çekilir köşesine. Çünkü dünyayı hakkıyla görmek bir bedel ödemekle mümkündür. Zihninde tasarladığı bir kurguyu hakikatle akraba kılmak meşakkatli bir süreçtir.

    İçinde yaşadığımız dünyanın saçmalıklarını, zulümlerini, trajikomik hâllerini anlatmak; onları bir kurgunun içinde, mahir bir eczacı gibi, belirli süreçlerden geçirerek zehrinden, tehlikesinden arındırmak, onu çoğu zaman acı da olsa bir ilaca çevirebilmektir edebiyatın kaderi. Bir zehri şifaya dönüştürmektir. Bir zehri tatlandırarak gizlemek değil. Bugünün edebiyatının, nefs-i emmarenin ihtişamlı agorası olan bütün mecralarda, her türden insanın yakasına taktığı bir rozet, omzuna aldığı bir apolet olarak arzıendam etmesi de bu kaderin gölgesinde ruhsatsız pazar açmaktır. Gazze’de, dünyanın bütün dönemlerini utandıracak derecede büyük bir zulmü, güya kınamak için, kendi kullanışlı edebiyatına meze eden bir bürokratın, ev hanımının, şairin ya da esnafın dilinde o korkunç gerçeği adi bir yalana dönüştürecek derecede kuvvetli bir zehirdir bu. Mesela az sonra gelecek misafirlerini ağırlamak için çeşit çeşit kekler, pastalar yapmakta olan bir ev hanımı, kısa bir mola esnasında sosyal medyanın kalbi karartan solaryumuna girdiğinde “Boğazımdan lokmalar geçmiyor.” deyip yeniden o lokmaları çoğaltmaya dönebilir. Edebiyat bu değildir ama bugünün edebiyatı budur. O yüzden de tamamıyla yalan olan bir hikâyenin, içten gelen sesin gerçekle aşılanarak serdedildiği ve çoğu softanın hemen günah diye yaftaladığı alelade bir edebî metinle kıyaslanamayacak kadar tehlikelidir.

    Yine Adam Philips’e başvuralım. “Modern insanın problemi başına gelmeye devam eden şeylerle ne yapacak olduğunu bilememesidir. Günah hissi olmadan bu kadar canlarını sıkan şeyin ne olduğunu anlayamamaktadır.” diyordu bir yerde. Edebiyat modern insanın canını sıkan şeyin ne olduğunu anlatmak konusunda imkâna sahip olması bir yana, belki de Melami bir neşveyle, onunla hemhâl olarak meseleyi derinlemesine hissedecek bir kabiliyete de sahiptir. Kendisine yönelik ithamlardan biri olan günahın gölgesinde işletir bu kabiliyetini. Mesela romanın günah hissini bulandırması, bireyi merkeze alarak ve fazlasıyla kurcalayıcı ve cüretkâr bir tonda insanı nesneleştirmesi günah hissinin olmadığı yerde işlenen bir günah olarak da okunabilir. Bu anlamda, geleneksel olana göre daha cüretkâr olan modern dünyada, hatta bu cüretkârlığı ısrarla vaz eden bir dünyada, romancı bir günah hissinin yeniden dönebilmesi için bütün günahı üstlenen bir fedakâr da olabilir. Bunu bir marangoz ya da nalbur hiçbir zaman düşünemez, yapamaz da. Bu edebiyatın kaderidir. Adam Philips başka bir yerde “Gerçeklerden ölmeyelim diye ahlaka sahibizdir. Biz kendilerinden korunması gereken hayvanlarız.” diyordu. Edebiyat tam da burada ahlakın rolünü üstlenir. Gerçeklerden ölmemesi lazım gelen insanlığı kendisinden korumak için bir adım öne çıkar. Ama bunu yaparken ahlakın kodlarını, kurallarını değil ruhunu ciddiye alarak yapar.

    Oysa günümüzde herkesin bir şekilde kendini edebiyatçı gibi hissetmesine, edebiyata hâllenmesine hizmet eden kötürüm edebiyatın bu taraklarda pek bezi yoktur. O edebiyatın ahlaka yaptığının tersine edebiyatın ruhunu değil kodlarını, kurallarını ciddiye almakla malul ve mağrurdur. Bu, elbette, Gazze’den Narin’e, yenidoğan çetesinden, haksız yere özgürlüğünden yoksun kılınan insanlara kadar uzanan bir zulmün muhteşem ve evrensel PR’ından başka bir şey değildir. Lehinde ya da aleyhinde de görünse nihayetinde o zulme hizmet eder. Kolaylıkla anlaşılan, duyulanımı anında sağlayan; her defasında daha da körleştiren bir hamaset ve bu kirli düzene olan bağımlılığı mütemadiyen artıran geçici bir katarsisin üreticisi bu kötürüm edebiyatın müşterisi çoktur. Çünkü Theodor Hackes’in de dediği gibi “Tiranlar daima kolayca anlaşılan bir dil ve edebiyat isterler.” Böylesi dil ve edebiyatın herkesin hizmetine sunulması hâliyle herkesin kendisini bu kötürüm edebiyatın ustası ve hâkimi gibi hissetmesine neden olur.

    Oysa edebiyat yalnızca merhametinde değil, titizliği ve huysuzluğunda da hazık bir hekim gibidir. O ne kendini, ne ilacı, ne de hastanın kimliğini önemser. Onun tek hedefi şifadır. Tanrı henüz hiçbir şey yokken “ol” der, yani söz vardır, sadece söz vardır. Oysa dünya yaratıldığında bir yerden sonra yazı devreye girer ve artık kutsal söz değil kutsal kitap deriz. Bu sözün dünyanın kıyafetiyle tekyif edilmiş hâlidir. Dünya denidir, hakikat söz konusu olduğunda, ondan daha aşağıdadır. Deni olması bu anlamda okunmalıdır, yoksa pis, aşağılık ve her daim nefret edilmesi gereken bir yer anlamında değil. Dünya insanın tekâmül mekânıysa metin de sözün tekâmül mekânıdır. Birçok metin sözü heba ettiği gibi, bazıları da o sözü yüceltir. Sözün ve yazının değeri buradandır. Yazanın kendisinden değil.

    Yazarın kıymeti sözün emanetçisi olmasından dolayıdır. Anlatının ya da metnin kıymeti de aynı şekilde. Bu dünyanın kurallarına bağlı bir elçi olarak çalışır yazar da, metin de. Bu elçinin ise kendisini sigaya çekeceği makam okurluk makamıdır. Okurun idraki, zevki, merakı ve istidadı burada önemli bir husustur. Yazar nasıl ki belirli şartlarda bir elçiliği üstlenmişe okur da aynı şekilde belirli şartlarda bir yargıçlığı üstlenebilir. Hiçbiri emanetçisi olduğu yetkiye kayıtsız şartsız sahip değildir. Hâliyle o yetkiden emin de değildir. Sürecin tahrifi yetki sahibinin felaketine sebep olur. Okurun titizliği yazarın titizliğini sağladığı gibi yazarın titizliği de okurun titizliğini besler. Buradaki muhataplıkta vazifesini idrak edemeyen, hakkıyla yerine getiremeyen okurun durumu Victor Hugo’nun Kral Eğleniyor’undaki Triboulet’nin durumuna benzer.

    Bilenler bilir, hikâyeye göre, Kral François I’in soytarısı Triboulet bir yandan kralın çapkınlıklarına yardımcı olurken bir yandan da saray bürokrasisini alaya almaktadır. Kızı Blanche’a fazlasıyla düşkün olan Triboulet bir gün kaderin tuzağına düşer. Kral, Triboulet’nin kızına âşık olur ve soytarısından çok sevdiği kızını kendisi için kaçırmasına yardımcı olmasını söyler. Soytarı, krala aynı sadakatle yardımcı olur ama kendi kızını kaçırdığından haberi yoktur. Bir süre sonra gerçeği öğrenince kraldan kızının intikamını almak ister Triboulet. Kralı öldürmek için kiralık katil tutar. Katil tam kralı öldürmek üzereyken Blanche devreye girer ve kral için kendi canını feda eder. Triboulet kiralık katilin getirdiği çuvalı sevinçle açarken büyük bir şaşkınlık ve acıyla karşılaşır. Çünkü kral değil, kızı öldürülmüştür.

    Piyasanın tam merkezinde bulunan okur da soytarı Triboulet gibidir, nihayetinde bütün o tumturaklı eğlencenin ve gerilimin sonunda trajik bir şekilde kendi büyük kaybıyla karşılaşır. Ama iş işten geçmiştir artık. Edebiyat, insanın kayıtsızlığı ve önyargısı karşısındaki diğer tüm çağdaşları gibi, bütün çaresizliğiyle bu trajik sonun işaretlerini göstermekle meşguldür sadece. Ama asıl söylemek istediğini kapalı söylemek zorunda kalan bir sır kâtibinin engelleriyle donanmıştır. İyi bir romancı bu gerçeği okurun yüzüne vurmaktan çekinmez. Bu okuru rencide etmek için değildir. Ona kendini hatırlatmak içindir.

    Burada edebiyat yapmadığımız için açıktan söyleyelim o hâlde. Gazze’nin kurtulması mümkün değil. Bu acı gerçekle kimsenin yüzleşeceği yok, bu da, bu gerçeği söylediği için, bir günah olarak edebiyatın hanesine yazılabilir. Yazılsın da! Gazze’nin ve vicdanın reality şovlarının bütün spot ışıkları bugün Gazze’nin üzerinde tutulduğu için fark etmediğimiz, edemediğimiz ve hatta etmek istemediğimiz irili ufaklı bütün soykırımların, zulümlerin bugün, yarın ve hatta ertesi gün bitmesi mümkün değil. Çünkü bütün bu gözü dönmüş zalimliği en has aparatı olarak kullanan sistemin yanında sizin kötürüm edebiyatınız da bundan yana. Bu sistemin, bu kötürüm edebiyatın bütün müntesipleri gerçek bir kurtuluş için değil, içinde yaşadıkları bu kirli hayatı yaşarken rahatsız edip duran vicdanlarını susturmak için mesele ediyor Gazze’yi. Mükellef bir sus payı olarak Gazze müthiş elverişli bir sunak. Herkesin adağını oraya sunmasının sebebi bu. İşte gerçek edebiyat, tıpkı felsefe, sanat ya da benzeri diğer türler gibi tam da bunu yüzünüze vurmak için var. Bu bir hata, küstahlık hatta suç mudur? Elbette öyle ama zaten bugün günahı üzerine alacak bir melameti ve diğerkâmlığı olmayandan ne umulabilir ki!

    Michel Schneider’le bitirelim. “Yazmak, yalnızca yazmak, suç mudur? Mükemmel bir suçtur. Kurbanı suçluya bağlayamama sebebinin suçlunun izleri ortadan kaldırması değildir; suçlu sadece izler, yazılı işaretler ve basılı itiraflar bırakır; kurbanın bilinmez ve bulunamaz olduğu bir suç. Kelime, tarih, yapı, karakter, mit, ses, isim veya fikir hırsızlığı; işlenen suç ne olursa olsun sayfalar bunu göstermez ve roman yazarı cezasız kalır. Canlıların ve ölülerin içine zorla gireriz, onların mahremini ihlal ederiz, onları deşer veya otopsi yaparız. Hırsızlık, kimlik değişimi, yalan, itiraf, bir kalem veya bir klavyeyi silah olarak kullanarak soygun… Mükemmel bir suç… Sebepsiz ve nihayet suçlusu olmayan zarif bir suç…”

    İşte edebiyat, insandan yana olmak için, bu suçu üstlenir. Bauman’ın harika tanımlamasıyla “hayalî üyeliğin aldatıcı barınağına” sığınan yığınları, her şeyi göze alarak, uyarmak içindir bu.