TEKKE MUSİKİSİNDE ÖLÜM


Mustafa Hakan Alvan*
İslam’ın hikmet ve irfan veçhesini yaşatmak gayesini baş tacı eden tekkelerde, doğumdan ölüme kadar zamana ve zemine göre ilahi okuma âdeti vardır. Ramazan ayında oruçla ilgili ilahiler, rebiyülevvel ayında Hz. Peygamberin dünyayı teşrifi ile ilgili ilahiler, cemaziyülevvel ve cemaziyülahırda üç aylara girmeden önce manevi olarak arınmak için tövbe ile ilgili ilahiler, zilkade ve zilhicce aylarında ise hac ve kurbanla ilgili ilahiler okunur. Öte yandan dinî musiki repertuvarının kaynağı olan ilahiler, mersiyeler gibi çeşitli formlarda üretilen şiirlerin temasının ağırlık noktası, insan hayatının değişmeyen en önemli kavramı ölüm ve ahiret inancıdır.
En basit ifadeyle ölüm, her insanın hayatındaki kaçınılmaz tek gerçektir. Allaha ve ahiret gününe inanan Müslümanlar, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmek zorundadırlar. Bu kurala uydukları müddetçe ahiret hayatları mutlu, uymadıkları takdirde ise azap içinde olacaktırlar. Hayat ve ölümün anlamı konusunda son yüzyılın irfan geleneğimizin önemli temsilcilerinden Sahaflar Şeyhi Hacı Hafız ve vaiz Muzaffer Ozak Efendi’nin eserlerinde ve vaazlarında sıkça dile getirdiği “İki şeyi, Allah’ı zikretmeyi ve ölümü unutursan dünyada da ahirette de helak olursun. Bir kimse ölümü ve Hakk’ı unuttu mu o kimse, yeme içmede ve yaşamada insanlar gibi olsa da hakikatte hayvanlardan daha ednâ ve esnâdır… Birçok adam kendine kabir hazırlar, ama kendini kabre hazırlamaz, hâlbuki kendini kabre hazırlaması lazımdır. Birçoğu da kıyameti sorar ama kıyamet için bir şey hazırlamamıştır. Kıyameti sorup ne yapacaksın? Kıyamet eninde sonunda kopacaktır… Doğdun, öleceksin. Ölüm bir nehir, o nehirden içmedik olmaz. Kefen bir libas, o libası giymedik kalmaz… Kabir bir kapı, oradan girmedik olmaz. Asıl mühim soru: Ölümü biliyorsun ama ne hazırladın ölüm için?” tespitleri bu bağlamda oldukça önemlidir. Muzaffer Ozak Efendi’nin Aşkî mahlasıyla yazdığı sabâ makamındaki şu ilahisi de ölüm gelmeden insanın nasıl yaşaması gerektiğini güzelce özetlemektedir:
İbret al azizim gel bu devrandan
Sana hiç fayda yok seyr ü seyrandan
Gün olur göçersin dehr-i virandan
Ayırma gönlünü emr-i Kur’ân’dan
Dünyada bâkî mi sanırsın insan
Âbâ u ecdadın hak ile yeksan
Zikr ile şükr ile dönmezse lisan
Ya iman zayıftır ya akıl noksan
Rabbini bilmektir en büyük irfan
Rabbini bulmaktır irfana burhan
Tecelli etmezse rahmet-i Rahman
Akıbet mutlaka hicran u hüsran
Arkadaş bu dünya yalandır yalan
Ölümden ders alır akıllı olan
Malını mülkünü ederler talan
Kalırsın ortada girye vü nâlân
Kazanla teneşir ederler i’lân
Evinden yükselir nâle vü efgân
Toplanır kapına emsal ü akran
Olursun ahiret yoluna revan
Tabutun içinde nihan ü pinhan
Bir namaz vaktince olursun mihman
Karşında saf tutar ahbab ü yârân
Musalla taşında olur imtihan
Kabir var hufre-i nâr-ı nîrândır
Kabir var ravza-i bâğ-ı cinandır
Kabir var mü’mine dârü’l emândır
Kabir var münkire zâr ü zindandır
Koyarlar mezara seni perişan
Başına dikerler bir küçük nişan
Kalbini Kur`ân’la etmişsen rahşân
Kabrini melekler eyler dırahşân
Ey Aşkî hayır yok fani cihandan
Gelenler gidiyor bir bir bu handan
İmanla Kur’ân’a bağlan ki candan
Dâreynde olasın şâdân ü handan
Mutasavvıflar Hz. Peygamberin “Ölmeden evvel ölünüz.” tavsiyesini zaruri bir emir telakki ederler. Bu yüzden mutasavvıflar için ölüm; nefsin ve şeytanın insan ruhunu öldüren zararlarından kurtulmanın bir aracıdır. Bu gerçek, Hüseyin Sebilci’nin uşşak makamında bestelediği Şemseddin Sivasî’nin meşhur ilahisinde “Mûtû kable en temûtûsırrını fehm eyleyen / Haşr u neşri bunda gördü nefha-i Sûrolmadan” şeklinde ifade edilmiştir.
Tekke ilahilerinde ölüm gerçeği, ölüme hazırlanmamız gerektiği, ölümü bize unutturan dünya meşguliyetlerine karşı uyanık olmamız gerektiği çok sade ama çok beliğ ifadelerle hatırlatılmaktadır. Mesela hicaz makamında bestelenen Âşık Yûnus’un “Nice bir uyursun uyanmaz mısın, dellâllar çağrışır inanmaz mısın, göçtü kervan kaldık dağlar başında…” ilahisinde, “Yunus sen bu dünyaya niye geldin, gece gündüz Hakk’ı zikretsin dilin…” diye kendisini ikaz etmesi, dinî ilimlerin hemen hepsini kapsayan özgün mısralardır. Yine Muallim İsmail Hakkı Bey’in neva makamındaki bestelediği Âşık Yûnus’un şu ilahisi nazla karışık Cenab-ı Hakk’a niyazdır:
Bir tahta yaratmışsın
Hâlim anda yazmışsın
Mevla’m ne yazdın anda
Kullar anı ne bilsin
Yedi tamu yarattın
Kâfirlere vadettin
Ana müminler girmez
Hazzı olanlar girsin
Sekiz cennet yarattın
Habibine vadettin
Ana kâfirler girmez
Müminlere ne dersin
Yüzüm kâre elim boş
Bağrım yanık gözüm yaş
İnayet eyle Mevla’m
Yûnus cemâlin görsün
Bir başka örnek, sözleri Adana vaizlerinden Kelâmî mahlaslı Cumalı Çoğal’a ve bestesi Hafız Zeki Altun’a ait nihavent makamındaki şu ilahide şair kendine şöyle öğüt vermiştir:
Ey gönül bakma cihana gün gelir seyran gider
Durma ağla gözlerim bu kafesten can gider
Sağlığı sen bil ganimet gönlünü Allah’a ver
Çağrılır kabre girersin sonra bu meydan gider
Sıdk ile Allah’a kul ol mal ü dünya fitnedir
Bir kefen giyip gidersin servet ü saman gider
Cümle halk ehl-i seferdir devr-i Âdem’den beri
Pençe-i mevte takılmış günde bin kervan gider
Hazır ol mevte Kelâmî gâfil olma bir nefes
Dost gider düşman gider ağyar gider ihvan gider
Şair Diliyle Gasil ve Defin
Bugünkü gassaller şiirden pek anlamasa da tekke şiirindeki –şimdilik– bilinen tek gasilnâmenin şairi hafız, müderris, hattat ve Osmanlı tarihinin en önemli mevlithanı Said Paşa İmamı Hasan Rızâ Efendi’dir. Ömrünün son deminde meczup olmuş bir Rifâî dervişi olan Said Paşa İmamı’nın fıkıh kaidelerine göre cenaze gasli ve defni işlemlerini anlattığı bu manzumeyi, günümüz bestekârlarından Süleyman Şahintürk rast makamında bestelemiştir:
Gasil-nâme
Ey dinde kardaş ahirette yoldaş
Gasl ü defni mevtada etmen telaş
Hizmetlerin yol ile yazdım bakın
Dişi erkek gasl ü defnini yapın
…
Nazar-ı Hakk gidince cismi tenden
Ruh makamına gider bil tez elden
…
Gasl olunmazdan evvel devrin edin
Sülüsünden yaşına göre edin
Hem dahi birlikte Kur’ân hatmedin
Kefareti yerlerine sarf edin
Kefenini dikesiz hazır ola
Gasl suyu dahi az soğuk ola
Ağır okun cüzleri yüksek tutun
Aceleyle okumayın söz tutun
Tekmilinde teneşir üzere koyun
Sülehâdan bir imam ile yuyun
…
Kalbimiz temizleyen Hakk erenler
Cismimiz temizleyen siz yârenler
Çevre etrafın üç kez buhûrlayın
Zikr-i tevhit ile gasle başlayın
…
Çıkarırken evden ağlaşmayalar
Katı avazla da çığrışmayalar
Zikr i cehri ile yab yab gidesiz
Farzı kifâye namazın kılasız
…
Bahr ü berr hacc ü seferde garîb
Olsa mümin mümine cümle şehîd
Çocuk doğsa bir nefes alsa ölse
Gasl edesiz dişi vü erkek olsa
…
Defn edince dostân cismi teni
Su dökeler hatmi dua son demi
Son selâm ile bırakıp gidiniz
Hakk’a teslim ile avdet ediniz
…
Hizmet-i meyyiti temâm Seyyid Rızâ
Etti hoşnûd ola Hatemü’l-enbiyâ
Tevhit Gecesi
Dergâh musikisi geleneğinde zamana ve zemine göre ilahi okuma âdeti olduğunu ifade etmiştik. Dergâh şeyhi vefat etmişse gasil sırasında, dervişleri tarafından sözleri Abdülehad Nûrî-i Sivâsî’ye ait şu hüseyni ilahi okunur:
Yanmaktan usanmazam pervane miyim bilmem
Hiç sonunu saymazam divane miyim bilmem
Dil-hane harâb oldu yıkıldı türap oldu
Her cânibi bâb oldu virane miyim bilmem
Kalbimde ocağım var sinemde de dağım var
Ateşte durağım var hep yâne miyim bilmem
Nûrî dem-i dehşette bahr-i gam-firkatte
Ka’r-ı yem-i hayrette dürdâne miyim bilmem
Gaslin ardından, merhum şeyhi cenaze namazı için camiye götürürken Âşık Yûnus’un hüseynî makamındaki ilahisini hep bir ağızdan okurlar:
Hayıf benim bunca geçen ömrüme
Dervişlik ne güzel sultanlık imiş
Hû dedikçe safa verir canıma
Dervişlik ne güzel sultanlık imiş
Ebûbekir hırkasın abâ biçtiler
Aşk şarabın kana kana içtiler
Ömer Osman Ali böyle göçtüler
Dervişlik ne güzel sultanlık imiş
Dervişin ayağındadır nalını
Gider cennete salını salını
Allah bilir dervişlerin hâlini
Dervişlik ne güzel sultanlık imiş
Bakmaz mısın şu dünyanın hâline
Padişahlar çare bulmaz ölüme
Dervîş Yûnus sen de şükret hâline
Dervişlik ne güzel sultanlık imiş
Tasavvuf geleneğinde Allah dostlarının vefat ettiği günün yıl dönümlerinde anılmaları, ruhlarına hediye göndermek ve şefaatlerine nail olmak maksadıyla “Tevhit Gecesi” denilen cemiyetler düzenlenir. Tevhit Gecesi’nde dervişler bir araya gelerek kelime-i tevhit okurlar. Tevhidin sonunda ise Rahman suresi tilâvet olunur. Tevhit esnasında kasidehanlar tarafından, Tevhit Gecesi yapılan zatın kendi yazdığı şiirleri varsa bunlar, yoksa da konuyla ilgili başka şiirler makamlı olarak doğaçlama okunur.
Kerbela mersiyeleri
Malum olduğu üzere, hilafetin saltanata dönüşmesiyle, devletin başına geçirilen Yezid bin Muaviye, Hz. Hüseyin’i kendisine biat etmeye zorlamış, kabul etmeyince de susuz bıraktığı Hz. Hüseyin ve ailesini 10 Muharrem’de şehit ettirmiştir. Siyasi bakımdan zamanla İslam dünyasında tatsız bir tefrikalara yol açan bu elim hadise, İslam medeniyetinde geçmeyen bir gönül yarası olarak el-ân tazedir. Aklıselim ve kalbiselim sahibi her mümin, feraseti gereği Allah Resulünün ümmetine emanet ettiği ehlibeytine muhabbet ve sorumluluk beslemesi gerektiğini bilir. Bu ferasete sahip olan ecdadımız, bunun gereğini her ortamda yerine getirmiştir. Öyle ki Osmanlı toplumunda eskiden muharrem ayında düğün gibi sürûrlu faaliyetlerden bile uzak durulurdu.
Osmanlı coğrafyasında yazılan Kerbela mersiyelerinin büyük bir çoğunluğu, sanılanın aksine ehlisünnet itikadına sahip derviş şairler tarafından yazılmıştır. Tasavvuf musikisi geleneğimizde şehadetinin ardından en çok besteli mersiye okunan zat, Hz. Hüseyin’dir. Ancak ehlisünnet itikadı gereği yazılan bazı mersiyelerde Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin için birlikte yâd edilmiştir. Alvar köyü imamı olan Nakşî şeyhi Muhammed Lütfi Efe hazretlerinin divanında otuzdan fazla Kerbela mersiyesinin bulunması, gözden kaçırılmaması gereken bir ayrıntıdır. Alvarlı Efe hazretlerine ait Hakan Alvan’ın uşşak makamında bestelediği ilahiyi örnek verelim:
Habîb-i Kibriya ağlar (bugün eyyâm-ı) matemdir
Aliyyü’l-Murtezâ ağlar (bugün eyyâm-ı) matemdir
Semavât ü zemin ağlar bugün âlem kara bağlar
Bugün Hayrunnisa ağlar (bugün eyyâm-ı) matemdir
O şâhın derdine yandı bu âlem kana boyandı
Bugün ah arşa dayandı (bugün eyyâm-ı) matemdir
…
Hüdâ’nın lütfî ihsanı olur dostları kurbanı
Yere dökülür al kanı (bugün eyyâm-ı) matemdir
Muharrem ayında dergâhlarda görülen mersiyehânlık geleneğinin özel bir yeri vardır. Özellikle 10 Muharrem’de dergâh meclislerinde musiki eşliğinde besteli veya gazel formunda okunan şiirlere muharremiyye veya mersiyye, bunları okuyanlara da mersiyehân denir. Mersiye icraları sırasında konuya hürmeten ritim çalgıları kullanılmazdı. Dergâhlarda Yazıcıoğlu’nun Muhammediyye’sindeki “Vefâtü’l-Hasan ve’l-Hüseyn” bahri ve Fuzûlî’nin Hadîkat-üs Süedâ’sından parçalar Muharrem ayında dergâhlarda mutlaka okunurdu. Yazıcıoğlu’nun mersiyenin ilk 4 beyti ve makta beyti Hatip zâkiri Hasan Efendi tarafından nühüft makamında ve durak formunda bestelenmiştir. Mutat olduğu üzere, Sünbül Efendi Âsitânesi’nde 10 Muharrem günü tüm tekke şeyhleri toplanır, öğlen namazı sonrası Hz Hüseyin ve Kerbela şehitlerinin ruhu için mevlit okunur, aralarda mersiyeler ve muharrem ilahileri okunurdu.
Üsküdar Hallaç Baba Sadî Dergâhı’nın son şeyhi Sadeddin Nuzhet Ergun’un bildirdiğine göre, eskiden İstanbul ağzıyla güzel mersiye okuyan meşhur mersiyehânlar çoktu. Bunlar arasında Kastamonulu Zâkir Turşucuzâde Hafız Mehmed, Beylerbeyili Hakkı Bey, Üsküdar Vâlide-i Atîk Tekkesi şeyhi Hafız Şerâfeddin Efendi ve kardeşi Âgâh Bey, Beylerbeyi Camii imamı Hafız Hamdi Efendi, bestekâr Hacı Fâiz Bey, Kasımpaşa’da Hâşimî Dergâhı şeyhi rebâbî Mehmet Süreyya, Cerrahpaşa Camii imam ve hatibi na’than Hafız Kemal, zâkirbaşı Yaşar Baba, Karababa Dergâhı son postnişini Hakkâkzâde Ali Haydar Bey, Bedevî Şeyhi Ali Baba, a‘ma Aksaraylı Hafız Hasan, Mollagüranili Münîb bilhassa zikredilmelidir. Yine Malak Hafız diye meşhur olan Cerrâhî dervişi Aksaraylı Hüseyin, muhrik sesiyle İstanbul’un en meşhur mersiyehânıydı. Bandırma, İskenderpaşa ve Nureddin Cerrâhî tekkelerinde zâkirbaşılık yapan Aksaraylı Hüseyin, dâvûdî sesiyle iyi bir Kur’an okuyucusuydu. Gizlice Evliya Tekkesi şeyhi Muhlis Efendi’nin oğlu Üsküdarlı mersiyehân Hüseyin Tevfik Bey ve Cerrahpaşa Camii imam ve hatibi Hafız Mehmed Ârif Efendizâde de ünlü mersiyehânlardandı. Hüseyin Tevfik mersiye okurken düşüp bayılanlar çok olurdu. Anadolu’da da mersiyehânlıkla şöhret bulmuş pek çok mersiyehân yetişmiştir. Iğdır’da geçmiş mersiyehânların en tanınanı Meşe Ahmed Dede’ydi.
Klasik mersiyehan tavrını günümüze ulaştıran Hüseyin Sebilci (v.1975) ise Osmanlı’nın Cumhuriyet’e intikal eden son mersiyehânıydı. Muharrem ayında İstanbul’un Eyüp, Kocamustafapaşa gibi muhtelif yerlerinde sebil olarak su dağıtan bir aileden geldiği için “Sebilci” lakabıyla anılan Hüseyin Sebilci; muharrem günü su dağıtırken ehlibeyt aşkıyla kendini yere atan insanlara şahit olmuştur. Hüseyin Sebilci’nin hüzzam makamında bestelediği ve sık sık okuduğu meşhur “Zâlimler el urup hep şemşîr-i cân-rübâya, kastettiler ser-â-pâ evlâd-ı Mustafa’ya…” mersiyesinin güftekârı ise Osmanlı ordusunda görevli Koniçeli Kâzım Paşa el-Bedevî’dir. Eski İstanbul’da kazaskerlik makamına yükselen Kahyazâde Ârif Efendi’nin “Kurretü’l ayn-i Habib-i Kibriyâ’sın ya Hüseyn…” mersiyesi de çok sevilmiş, bu mersiye hüzzam makamında Hacı Ârif Bey, hicaz makamında Eyyübî Ali Rıza Bey ve hüseynî makamında Bolahenk Nuri tarafından bestelenmiştir.
Günümüzde ise ilgili mahfillerde Hüseyin Sebilcinin talebesi Hafız Celal Yılmaz, Süleymaniye Camii emekli müezzini Mustafa Başkan ve Kurrâ Hafızı Murat Taştekin bu geleneği devam ettiren isimlerdendir.
Yukarıda ismi geçen Hafız Celal Yılmaz 2014 yılında mersiye okuma geleneğine yaptığı katkılardan dolayı, Kültür ve Turizm Bakanlığının “Kültür ve Sanat Büyük Ödülü”nü Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının elinden almıştır.
Âşıklar Ölmez
İslamiyet sadece fıkıh kurallarından ibaret değildir, dinî vecibelere tam bir teslimiyetle oluşan imanda Allah ve Resulüne muhabbetin zuhur etmesi şarttır. “…Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler…” (Mâide, 5:54). Ancak her insan bir olmadığı için bu muhabbet, bazı muttakilerde “aşk” şeklinde zirveye çıkar. Kur’ân-ı Kerîm’de bu konu “Eşeddühubben lillah”, yani “Müminler Allah’a karşı şiddetli bir muhabbet duyarlar.” (Bakara, 2:165) diye tarif edilmiştir. Allah ve Resulüne aşk ile bağlanmak, tasavvufun özüdür. Bu yüzden mutasavvıflar için ölüm, korkudan ziyade özlenen Hakk Dost’a ve asli vatanına kavuşmadır. Bu ayete binaen, Rifâî şeyhi Hayrullah Tâceddin Efendi, (Hüseyin Sebilci’nin muhayyer ve Hacı Hafız Zeki Altun’un hüseynî makamında bestelediği) ilahisinde bütün zarafetiyle âşıklar zümresine dâhil olarak ölmeyi dilemiştir:
Cemâlin hüsnüne canlar fedadır ya Resûlallah
Yüzün ayine-i nûr-i Hüdâ’dır yâ Resûlallah
…
Bu yolda can verenlere beni sultanım ilhak et
Bu Tâcî’nin niyazı bir ricadır ya Resûlallah
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ı şiddetle seven Allah dostlarına, yani evliyaullaha “İyi bilin ki Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus 10:62) müjdesi verilmiştir. Hayatıyla Kur’ân-ı Kerîm’e şahitlik ederek tefsir eden Allah Resulünün bu dünyadan ayrılmadan önce sevdiklerine en son söylediği sözün “Refîk-i âlâya (En yüce Dost’a) gidiyorum.” olması, bu yüzden çok anlamlıdır. Allah’ı şiddetli seven ve ona dost olmuş insanlar için ölüm korkulacak bir son olmaktan çıkar, sevgiye kavuşmanın vasıtası olur. Âşıklar için dünya ve ahirette yüce Allah’ın cemâlinden uzak kalma korkusu, cehennem azabından bile beterdir. Ahmed Hatipoğlu’nun nihavent makamında bestelediği Âşık Yûnus’un şu ilahisi de bu hakikati pek güzel anlatır:
Nice feryat edip zârı kılam ben
Nice bu aşk oduna yakılam ben
Ölümden korkmazan be hey yârenler
Budur korkum yârdan ki ayrılam ben
Yunûs eydür senin aşkın yolunda
Varsam Mansûr gibi ber-dâr olam ben
Mutasavvıflar “Allah yolunda öldürülenler için “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler, fakat siz bilemezsiniz.” (Bakara, 2:154) ayetinin tefsirinde sadece şehitler değil, evliyaullahın da kastedildiğini belirterek ölüm kavramını bambaşka bir boyuta taşımışlardır. Bu konuda farklı düşünenlere, ayetin sonundaki “Siz bunu bilemezsiniz.” ifadesinden meselenin basit aklın alamayacağı derecede derin olduğunu hatırlatmakta fayda var. Mutasavvıflar bu hakikate binaen Somuncu Baba’nın meşhur ilahisindeki “Diriyiz dâim ölmeyiz, karanularda kalmayız, çürüyüp toprak olmayız, bize leyl ü nehâr olmaz…” gibi, “Âşıklar ölmez” düsturunu ilahilerinde çokça kullanmışlardır. Bu düsturun en güzel ifadesi ise Âşık Yûnus’un çok sevilen uşşak makamındaki ilahisinde mevcuttur:
Bu akl u fikr ile Mevlâ bulunmaz
Bu ne yâredir ki merhem bulunmaz
…
Yûnus öldü diye salâ verirler
Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez.
Son söz niyetine Allah ve Resulünün âşığı ve dostu olduğunu iddia etmek, dünya hayatında sadece iddiadır. Tasavvufta böyle davranan iddia ve dava sahipleri hep eleştirilmiştir. Zira öyle Allah dostları vardır ki kendilerinin Allah katındaki değerini bilmezler. Mahur makamında bestelenen şu meşhur ilahi böyle iddia sahiplerine “Kim evliyaullah kim değil, kıyamet günü belli olacak!” diye güzel bir ders verir:
Gaflet ile Hakk’ı buldum diyenler
Er yarın Hakk divanında bell’olur
Ahiret tedarikin gördüm diyenler
Er yarın Hakk divanında bell’olur
Kiminin adı sofî kiminin derviş
Derviş isen gardaş hak yola çalış
Gizlice yollardan sen Hakk’a eriş
Er yarın Hakk divanında bell’olur
Devletliyim deyû fakire gülme
Gülüp denlü denlü kem nazar kılma
Ölüm vardır yahu sen gâfil olma
Er yarın Hakk divanında bell’olur
Derviş Yûnus söyler kâlû belî’den
Nübüvvet Nebî’den mürüvvet Ali’den
Biz de bunu böyle gördük uludan
Er yarın Hakk divanında bell’olur
*Neyzen, bestekâr.