SÖMÜRGESELLİK


Malcom Ferdinand*
Atmosferdeki sera gazlarının yoğunluğunun artmaya devam etmesi ve buna ek olarak küresel ısınma, biyolojik çeşitliliğin hızla yok olması, insan dışındaki tüm hayvan türlerinin kötü muameleye maruz kalması, doğal kaynakların tükenmesi ve deniz ile kara ekosistemlerinin geri döndürülemez biçimde kirlenmesi, hepsi bir bütün olarak devam eden ekolojik krizin parçalarını oluşturuyor ve bu kriz, insan grupları ve faaliyetleri tarafından farklı düzeylerde derinleştirilmeye devam ediyor.[1] 20. yüzyılın ortalarından bu yana yaşanan bu gelişmeler öylesine köklü ve ani olmuştur ki, birçok akademisyen artık Dünya’nın “Antroposen” adı verilen yeni bir jeo-tarihsel bir çağda bulunduğunu öne sürmektedir. Michel Serres, James Lovelock ve hatta Dipesh Chakrabarty gibi isimler, Antroposen’in yarattığı tehditlere karşı yeni bir siyasi öznenin ortaya çıkması gerektiğini savunuyorlar. Bu bağlamda, birlik olmaya, toplumsal ve siyasal ayrımları terk etmeye çağırıyorlar; hepimizin aynı “gemide” ya da Dünya adlı aynı “uzay gemisinde”, daha doğrusu bizi bu ekolojik fırtınanın gazabından koruyabilecek bir tür Nuh’un Gemisi’nde yaşıyormuşçasına davranmamız gerektiğini söylüyorlar.
Bu, en azından iklim krizi bağlamında ortaya çıkan en etkili anlatılardan biri. Buna “anlatı” denmesi, gerçi onun bir kurgu olduğu anlamına gelmiyor (Zira Antroposen anlatısının büyük bir kısmı çok sayıda bilimsel çalışmayla desteklenmektedir). Ancak bir “anlatı” olarak tanımlanması, söz konusu meseleleri belirli bir bakış açısından sunduğunu, dolayısıyla kavramlarını, araçlarını, söylemlerini ve kültürel referans çerçevesini öne çıkaran kaçınılmaz önyargılar taşıdığını ifade ediyor. Tıpkı bir roman gibi, bu anlatının da başlıca karakterleri, toplulukları, merkezî ve çevresel mekânları ve bu bağlamda önemli sayılan meseleleri var.
Tüm bunlar şu soruyu gündeme getiriyor: Ekolojik kriz hakkında konuşurken, Dünya’ya dair hangi hikâyelere başvuruyoruz? Yukarıda özetlenen Antroposen anlatısında en az iki önemli önyargı tespit edebiliriz. Birincisi, bu anlatının apolitik oluşudur; çünkü karbon salımını azaltmak, yeryüzünün kirlenmesini ve biyolojik çeşitliliğin yok olmasını sınırlandırmak için önerilen teknokratik çözümler, insan ve insan dışı varlıkların nasıl birlikte yaşaması gerektiğine dair herhangi bir fikir sunmuyor. Bu anlatı, dünyadaki eşitsizlikler, tahakkümler ve adaletsizlikler hakkında hiçbir şey söylemiyor; bunların çevre politikalarıyla nasıl ele alındığına da değinmiyor. Bu tür apolitik söylemler, çevre adaleti ve iklim adaleti hareketlerinin yanında, siyasal ekoloji uzmanları, ekofeminist gruplar ve toplumsal ekoloji/eko-Marksist düşünürler (Joan Martinez-Alier, Carolyn Merchant, Murray Bookchin ve Laura Pulido gibi isimler) tarafından eleştirilmektedir.
İkincisi, bu anlatı kadınların, yerel halkların ve ırka dayalı ayrımcılığa uğramış toplulukların seslerini ya tamamen dışlamış ya da son derece yetersiz biçimde temsil etmektedir. Daha da açık söylersek, bu anlatı, modernliğin ve küreselleşmenin en az 1492’den bu yana kurucu temeli olan sömürgeci kırılmayı tamamen göz ardı etmiştir. Amerika kıtasının, Afrika’nın, Asya’nın ve Okyanusya’nın yüzyıllar süren sömürgeleştirilme süreci yalnızca dünyadaki ülkelerin çoğunun tarihini, sınırlarını ve ekonomilerini şekillendirmekle kalmamış; aynı zamanda Batı merkezli, hegemonik bir bilim anlayışını da kurumsallaştırmıştır. Bu anlayış, yeryüzünde, öteki bilgi biçimlerini dışlayan; insan ve insan olmayan ekosistemleri tahrip eden bir yaşam tarzını teşvik eden; ülkeler arasında (ya da Kuzey-Güney yarımküre arasında) eşitsiz ilişkileri yeniden üreten; insanlar arası ilişkileri ise cinsiyet ve ırk-toplum hiyerarşisi temelinde kuran bir yaklaşımdır. Aníbal Quijano, Walter Mignolo, Catherine Walsh, Arturo Escobar, Maria Lugones ve Nelson Maldonado-Torres gibi araştırmacıların çalışmalarını takip ederek, bu dünya düzenini ve anlayışını sömürgesellik [coloniality/colonialidad – sömürge zihniyeti] olarak adlandırabiliriz. Dahası bu sömürgesellik, gezegenin durumu hakkında üretilen anlatılarda da işlemektedir. Aimé Césaire’in Anayurda Dönüş Güncesi adlı yapıtında belirttiği gibi, “Dünyanın, onlarsız Dünya olamayacağı” coğrafyalar bu tartışma alanlarının dışında bırakılırken, ekolojik korumaya dair söylem alanları yaratmak büyük bir tutarsızlık taşımaktadır.
Bunun sonucunda, gezegenin ekolojik kaderine dair kapsamlı bir tartışmanın, modernliğin sömürgeci inşasını, yeryüzündeki çok sayıda beyaz olmayan halkın şiddetle ve kadın düşmanı bir anlayışla tahakküm altına alınmasını, bu süreçle bağlantılı toprak gaspını ve özellikle Güney yarımküredeki ekosistemlerin kapitalist sömürüsünü hesaba katmadan yürütülebileceği yönünde bir yanılsama ortaya çıkmaktadır. Rudyard Kipling’in aynı adlı şiirinde dile getirdiği 19. yüzyıldan kalma “beyaz adamın yükü” anlayışını yeniden üretircesine, “uzay gemisi Dünya” adaletli ve eşitlikçi, “renksiz” bir Nuh’un Gemisi olarak sunulmaktadır. Oysa tarih bize bu anlatının aslında kimlerin kurtarılacağına ve kimlerin kıyıda bırakılacağına dair şiddet içeren bir seçme süreciyle ilgili olduğunu göstermektedir: Hangi türler ve mekânlar korunmaya değer görülür, hangileri değersiz sayılır? Kimlerin seçme gücü vardır, kimlerin yoktur? Hangi sesler duyulur, hangileri susturulur ve boğulur?
Yeni kitabım Dekoloniyal Ekoloji: Karayip Düşünce Bakış Açısından Ekoloj’de, bu klasik anlatıyı epistemolojik bir dönüşüm önererek sorguluyorum. Bunu, Nuh’un Gemisi anlayışına bir alternatif sunarak sunmak istiyorum.
5 Mart 1781’de, Zong adlı 107 tonluk bir gemi, Liverpool limanından “Altın Sahili” bölgesine doğru yola çıktı. Bu gemi, Britanya’nın Jamaika kolonisinde “köle” olarak satılmak üzere insanlıktan çıkarılmış 440 kişiyi taşıyordu. 100 günden fazla süren bir yolculuğun ardından, mürettebat bir navigasyon hatası yaptı ve Jamaika’yı geçerek rotayı şaşırdı. Su sıkıntısı baş gösterince, mürettebat üç gün boyunca yaklaşık 150 siyahi insanı denize atma gibi dehşet verici bir karar aldı. Bu, ilk bakışta akıl dışı gibi görünen kararın ardında, köle tüccarlarının yaptırdığı sigorta poliçeleri vardı. Eğer “denizdeki tehlikeler” –örneğin bir fırtına ya da isyan– nedeniyle “mülk” kaybedilirse, bu durumda tazminat alınabiliyordu; ancak navigasyon hatası böyle bir durum olarak sayılmıyordu. Mürettebat, suyu paylaşmak ve mümkün olduğunca çok kişiyi yaşatmak yerine, bazı köleleştirilmiş kişileri boğarak, ardından da bir deniz tehlikesi uydurarak, bu ölümler üzerinden sigorta tazminatı almanın daha kârlı olacağına karar verdi. Liverpool’a döndüklerinde plan işe yaramış gibiydi; mahkeme sigorta şirketine ödeme yapılmasına hükmetti. Ancak sonrasında bu talebe itiraz edildi ve sigorta ödenmedi, fakat hiçbir noktada mürettebat bu korkunç eylem nedeniyle cezalandırılmadı ve hayatta kalan köleleştirilmiş insanların ya da ölenlerin sesleri mahkemede asla duyulmadı.
Bu tür hikâyelerin önemi, jeofiziksel sonuçlarında ya da sıklığında değil, ortaya serdikleri küresel iktidar yapılarında yatar. Bu alternatif anlatı, “Antroposen” söyleminde gizli kalan sömürgeselliğe işaret eder. Aynı gemide olabiliriz, ama herkes eşit muamele görmüyor ve ilk rüzgârda bazıları güverte dışına atılıyor.
Bu nedenle sömürgeciliği, toplumsal ve siyasal meseleleri ekolojik meselelerden keyfi biçimde ayıran düalist bir bakış açısından yorumlamanın yetersiz olduğu ve bunun acilen aşılması gerektiği açıktır. Sömürgecilik ve transatlantik köle ticareti, hem yerli halkların boyunduruk altına alınmasını -ve zaman zaman imhasını- hem de ekosistemlerin yıkıcı biçimde sömürülmesini içerir. Amerika kıtasında, 1492’den günümüze dek, biyolojik çeşitliliğin tahribatı ve maden çıkarma faaliyetlerinin yayılması, marjinalleştirilmiş yerli toplulukların tahakküm altına alınmasına dayanmaya devam etmektedir.
Bu tür anlatıların toplumsal ve ekolojik yıkımların köklerinde de yer aldığını kabul etmek, ekolojik mücadelelerin odağını, yalnızca ekosistemlerin korunmasını içeren düalist bir yaklaşımdan, dünyayı yeniden inşa etme süreçlerini içeren daha bütünlüklü kavrayışa doğru geçmemize yardımcı olur. Artık “gezegeni nasıl koruruz?” sorusu yerine, “değişen çevresel koşullar altında insanlar ve insan olmayanlar arasında nasıl daha adil ve onurlu ilişkiler kurabiliriz?” sorusunu sormaya başlamalıyız.
Ekolojik kriz, siyasal olarak gerici eylemleri meşrulaştırmak için mi kullanılacak?
Aynı tanrılara inanmayan, aynı kültürü, tarihi, ten rengini ya da cinsiyeti paylaşmayanların dışlanması ve ezilmesi mi yasalaştırılacak? İnsanlığın bir kısmı, Zong gemisinin “yükü” gibi, gözden çıkarılıp denize mi atılacak? Yoksa bu kriz, yeryüzünde daha adil, daha eşitlikçi ve daha onurlu ortak bir dünya kurmanın başlangıcı mı olacak?
Dekolonyal (sömürgesizleştirmeci) düşünce ve Afrika felsefesi, egemen anlatıları çözümleyip eleştirerek, bu anlatılardaki önyargıları ve bastırılmış varsayımları açığa çıkarır. Köle gemisinin öyküsü, bizi güvertede özgürce dolaşan, temiz havayı soluyanları değil; karanlık ambarlara zincirlenmiş, topraktan sökülüp koparılmış, Frantz Fanon’un “yok-oluş bölgesi” dediği okyanusun uçurumuna atılmış olanları merkeze almaya davet ediyor. Çevresel adalet hareketiyle yankılanan dekolonyal ekoloji, klasik çevre anlatısını eleştirdiği kadar, politik ve ekonomik alanlardan, bilimsel bilgi üretiminin ana sahnelerinden dışlanmış belirli sesleri ve bedenleri görünür kılmakla da ilgilidir. Başka bir deyişle, dekolonyal ekoloji, bizi boğulmakta olan sesleri dinlemeyi içeren rahatsız edici bir pratiğe katılmaya çağırır.
Bu tür alternatif anlatıları sunabilmek için, modernitenin gemisinin ardından bıraktığı yıkık kozmogonileri, yitirilmiş türküleri, başkaldırıların kalıntılarını, kölelik karşıtı ve sömürgecilik karşıtı direnişlerin gizli destanlarını ve dünün batıklarını bugünün sayısız topluluğuna bağlayan sevginin aşkın-transendental gücünü yeniden gün yüzüne çıkarmaya ihtiyacımız var. Şairler David Dabydeen ve Norbese Philip’in çağrısını yineleyerek, okurları 1781 yılında bu Britanya gemisi tarafından Karayipler’de denize atılıp boğulanların dünyasını, hikâyelerini ve arzularını tahayyül etmeye ve tıpkı Quobna Ottobah Cugoano gibi şu soruyu sormaya davet ediyorum: Modernitenin hangi kötü niyetli ve şeytani düzeninde, bu insanların bedensel varoluşları o anda ve o şekilde son bulmak zorundaydı?
Dekolonyal ekolojiler, ekolojik kriz üzerine düşünürken dünün ve bugünün boğulmakta olan seslerini duymayı sağlar, yani ruhları hâlâ Atlantik’in Orta Sırtı’nın sular altındaki mezarlıklarında, Haiti ile Florida arasında, Komor Adaları ile Fransız sömürgesi Mayotte arasında, Akdeniz’de ya da Manş Denizi’nde mahsur kalmış olanları. Bu tür bir yaklaşım, hem yerli halkların ve ırka dayalı ayrımcılığa uğramış toplulukların adalet taleplerini, sınıfsal, cinsiyete dair ve postkolonyal eşitlik mücadelelerini, hem de ekolojiyi koruma görevini birlikte görünür kılar. Bu yaklaşım, modern doğa-kültür ikiliğinin ve kapitalizmin fetişleştirilmiş rotasının ötesinde, toprağı başka biçimlerde mesken tutmanın, Édouard Glissant’ın “ötekilerle ilişkiler” olarak adlandırdığı şeyi inşa etmenin, Zapatistaların önerdiği gibi birçok dünyayı barındıran bir dünya tahayyül etmenin mümkün olduğunu gösterir.
Boğulan sesleri dinlemek, bir tür “acı güzellemesi” değil, aksine politik ve felsefi bir müdahaledir. Bu müdahalenin amacı yalnızca ekolojik bilgi, söylem, anlatı ve politikaların toplumsal ve politik baskılardan arınmış, tarafsız bir zeminde üretildiği varsayımını sarsmak değildir, aynı zamanda gezegene dair anlatılara dahil edilen insanları ve bakış açılarını genişletmeyi hedefler. Ekolojik meselelere dair keskin bir politik iç görü sunar.
Örneğin, küresel ısınmayı ve buna bağlı olarak deniz seviyesinin yükselişini durdurma çağrısı ile, insanların boğulmasını engelleme görevi arasındaki ayrımı düşünelim. Son iki ay, bu iki yaklaşım arasındaki ayrımın çarpıcı bir örneğini sundu. Geçtiğimiz yıl COP26 zirvesinin en unutulmaz anlarından biri, Tuvalu’nun Adalet, İletişim ve Dışişleri Bakanı Simon Kofe’nin yaptığı konuşmaydı. Dizlerine kadar deniz suyuna batmış hâlde kaydedilen bu konuşmada, Kofe, iklim değişikliği ve yükselen deniz seviyelerine karşı cesur adımlar atılması çağrısında bulunuyordu. Bu çarpıcı görüntü, dünya medyasında hızla yayılan bir videoya dönüştü. Ancak bir yönüyle bu sahne, küresel ısınmanın politik içeriğini boşaltan bir temsildi, sanki tehdit, bizzat yükselen deniz suyunun kendisinden geliyormuş gibiydi; sanki sera gazlarının küresel salınımıyla bir doğa gücü hâline gelen okyanus, bu ada ülkesinin 12.000 kişilik halkının yaşam biçimini tehdit ediyormuş da bu insanlar yalnızca pasif, zararsız kurbanlarmış gibi görünüyordu. Bundan sadece iki hafta sonra, Britanya’nın güney kıyısında başka bir sahne yaşandı; ancak bu olay medya tarafından ekolojik krizle değil, “göç kriziyle” ilişkilendirildi. 25 Kasım sabahı, 27 “göçmenin” yeryüzünde kendilerine bir yer bulabilmek umuduyla yol aldıkları Manş Denizi’nde boğulduğunu öğrendik. Onlar, asil ya da trajik figürler olarak değil, daha ziyade aşırı sağın “tehditkâr göç dalgası” olarak kodladığı bir korkunun nesnesi olarak temsil edildiler. Oysa bu iki olay da, sömürgeciliğin mirasının ve gezegen kaynaklarının eşitsiz biçimde dağıtılmasının sonuçlarıdır. Bu iki durum, Dünya’nın aynı hikâyesinin parçalarıdır.
Deniz seviyesindeki yükselmenin sonuçları, alçak rakımlı ülkelerin ve şehirlerin geçim kaynaklarına yönelik bir tehdit oluşturmaktadır ve bu tehdit sürecektir. Ancak, yalnızca deniz seviyesindeki yükselmeyi sınırlamayı hedeflemenin acı verici biçimde yetersiz olduğunu kabul etmek gerekir. Varsayalım ki deniz seviyesi bugün mucizevi bir şekilde yükselmeyi durdursun, yine de insanlar, ekonomik eşitsizlikler, politik adaletsizlikler ve sömürgeci uygulamalar nedeniyle güverte dışına atılmaya ve boğulmaya devam edeceklerdir. Manş Denizi’nde yaşananlar bunun kanıtıdır. Tehdit elbette büyüktür, ama asıl tehdit deniz seviyesinin yükselmesi değil, insanlarla insan olmayanların onurlu bir yaşam sürdürebileceği ortak bir dünyanın yokluğudur. İklim fırtınasının ortasında, uluyan rüzgârların ve ezici dalgaların girdabında, kızaran gökyüzünün kaotik gök gürültüleri arasında ne tür bir gemi inşa edilmeli? Ne bir Nuh’un Gemisi ne bir köle gemisi… Adaletin, eşitliğin ve onurun değerleriyle yön bulacak bir dünya gemisine ihtiyacımız var.
*Dr., Université Paris Dauphine, Araştırmacı.
[1] Bu makale M. Barış Albayrak tarafından tercüme edilmiştir.