İSLAM VE İDEOLOJİ[1]


Asım Cüneyd Köksal*
İslam bir ideoloji midir? Bu soruya hem İslam’ı gönülden benimseyen hem de İslam karşıtı tutumlar skalasının bir yerinde pozisyon tutan birçoklarınca olumlu cevap veriliyor. İdeolojinin İslam da dâhil olmak üzere dinleri kapsayan bir şümule sahip olup olmadığına karar vermek için, bu kavramın ortaya çıkışından itibaren tarihçesini gözden geçirmekte yarar var.
“İdeoloji” kelimesi ilk olarak Destutt de Tracy tarafından, 1796 yılında, Mémoire sur la faculté de penser isimli kitabında yer buldu. Yazar, “idea”ların, yani fikirlerin bilimini yapmayı amaçlamıştı. “‘Ontoloji’ye benzer şekilde, kesin doğa bilimini (özellikle, fizyolojiyi) örnek alarak fikirleri -Yunancada görsel imge anlamındaki eidos’tan yapılan türetmeyle ideleri- en temel bileşenlerine ayırmayı ve üzerine kurulmuş oldukları algıları soruşturmayı amaçlayan analitik bir bilim olarak tasarlandı.”[2] Tracy, Descartes’ın rasyonalist “doğuştan gelen düşünceler” (les idées innées) anlayışını reddederek Locke’un ampirizmini benimsemişti. “1801 ve 1815 arasında yazdığı Eléments d’Idéologie’de, de Tracy, bütün diğer bilimlere zemin teşkil edecek yeni düşünceler bilimi, bir idealogy önerdi. Doğuştan gelen düşünceler kavramını reddeden de Tracy, bütün fikirlerimizin fiziksel duyulara dayandığını açıkladı.” Bu yeni bilim, salt bilme amaçlı bir etkinlik olmanın ötesinde, bir tür toplum mühendisliği de amaçlıyordu: “Dinsel ya da metafizik önyargılardan bağımsız bir biçimde, fikirlerin kökeninin rasyonel olarak araştırılması adil ve mutlu bir topluma giden yolu açacaktı. Çünkü bireysel düşüncelerin araştırılması sonucunda, bunların tümünün kökenindeki evrensel insan ihtiyaçları ve arzuları ortaya çıkacaktı. Bu ihtiyaçlardan hareketle çizilecek bir yasal çerçeve de, toplumu doğayla uyumlu olarak düzenleyecek ve arzuların ahenkli biçimde tatminini sağlayabilecekti. Çünkü doğa ve toplum örtüşüyordu. Bu örtüşmeyi ortaya çıkaracak olan da, düşüncelerin rasyonel bir yöntemle araştırılması, yani ideolojiydi.”[3]
Tracy, bu yeni fikirler bilimi için uygun bir isim arayışındaydı. “Metafizik” kelimesi bir aday olabilirdi, fakat on sekizinci yüzyıl metafizik kelimesinden hazzetmiyordu. Bu kelimenin bagajı oldukça yüklüydü; dinle, skolastik felsefeyle ilgili birçok fikri çağrıştırıyordu.[4] “Psikoloji” de bu yeni bilim için ihtimaller arasındaydı, fakat ismi “ruhun bilimi” anlamına gelen bu kelime, tıpkı metafizik gibi, eski ve yüklü bir tasavvuru, “ruh”u akla getiriyor, ruhun sabit ve bilinebilir bir gerçeklik olduğunu varsayıyordu. Tracy bu sebeple anlamının herkesçe açık olduğunu düşündüğü ve eski tasavvurlarla yüklü olmayan “ideoloji”yi seçti.
“‘-oloji’ ile başlayan sözcüklerin tuhaf bir özelliği vardır” diyor Terry Eagleton, “‘-oloji’ bir fenomene ilişkin araştırma veya bilim demektir; fakat “‘-oloji’ ile biten sözcükler, garip bir ters çevirme işlemiyle, çoğu kez, üzerinde çalışılan fenomenin kendisi anlamına gelir olmuştur.” Mesela metodoloji kelimesi aslında metot üzerine yapılan inceleme demek iken, zamanla metodun kendisi anlamında kullanılır olmuştur. “İdeoloji sözcüğünün başına da ortaya çıkışından kısa bir süre sonra aynı terslik gelmiştir. “İdeoloji”, başlangıçta fikirlere ilişkin bilimsel araştırma anlamına gelmekteydi; fakat çok kısa bir süre sonra söz konusu araştırma nesnesi idareyi ele almış ve sözcük hızla fikir sistemlerinin kendisi anlamına gelmeye başlamıştır. Dolayısıyla ideolog da fikirleri tahlil eden kişiden çok, fikir belirten kişi demek olmuştur.”[5]
İdeoloji Tracy’ye göre pozitif bir bilimdi, tıpkı doğa bilimleri gibi kesin bilgi veriyor ve aynı zamanda toplumu düzenleme gibi bir işlev de üstleniyordu. Tracy’nin nazarında ideoloji, diğer tüm bilimlerin tabi olduğu “süper bilim”di, her türlü insan bilgisinin birliğini kuran üst bilim, bilimlerin bilimiydi. Geleneksel toplumun önyargılarını, dogmatik ve irrasyonel inançlarını eleştirip toplumu rasyonel hedeflere göre yeniden tanzim etmeyi planlayan ideoloji, “iki farklı anlamda, aslında tamamen kendine özgü bir ideolojiydi. Birincisi, on sekizinci yüzyıldaki ilk Fransız ideologlar, metafiziğe karşı açtıkları savaşta çok büyük ölçüde John Locke’un ampirist felsefesine bağlı kalmış ve insanın sahip olduğu fikirlerin doğuştan gelen veya aşkın bir kaynaktan değil, duyumlardan devşirildiğinde ısrar etmişlerdir ve bu ampirizmin kendisi, bireyleri edilgen ve birbirlerinden kopuk şeyler olarak tasavvur edişiyle, temelde burjuva ideolojik varsayımlarına bağlıdır. İkincisi; din, gelenek ve siyasi otoriteye karşı, tarafsız bir doğa, bilim ve akıldan dem vurarak, bu soylu kavramların gizliden gizliye hizmet etmekte olduğu iktidar çıkarları maskelenmiştir.”[6]
Kısacası bir fikirler bilimi olarak inşa edilen ideoloji, esasında kuruluşundan itibaren günümüzdeki anlamıyla bir ideolojidir. Eski toplumun karanlığını aydınlattığını iddia ederken kendi menşeinin karanlığını örtmeye çalışır. Ve esasen bu proje en başından itibaren çözümsüz bir çelişkiyi içinde barındırır: Toplumların ürünü olan fikirleri objektif ve titiz biçimde incelemeyi ve irrasyonel öğelerden arındırarak toplumu yeniden inşa etmeyi hedeflerken, yani insanlık tarihindeki bütün fikirlerin tarihsel olduğunu önden kabul ederek işe başlarken, kendi “özgürleştirici ve aydınlatıcı” sistemlerinin tarih üstü olduğunu zımnen iddia etmektedirler.
“‘İdeoloji’, Fransız Devrimi’nin Jakobenizm sonrası döneminde, Institut National, Ecole Normale Superieure ve Institut de France’ın kuruluşunda önemli bir rol üstlenmiş, ‘idéologistes (ideolojiciler) denilen bir grup akademisyenin araştırma projesi olarak ortaya çıktı (…) Tracy, eğitim sistemini yeniden örgütlemek üzere belli başlı cumhuriyetçi aydınları bir araya toplamak için 1795’te bir devlet kurumu olarak yaratılan Institut National’deki tartışmalara ideoloji kavramını soktu. Bu nedenle, ideoloji, devrim sonrası ortaya çıkan bir yapıydı. ‘Thermidor’dan sonra iktidara gelen, devrim sonrası Fransa’sını dönüştürmeyi ve istikrara kavuşturmayı umut eden mülk sahibi bir aydınlar grubunun ideolojisiydi (…) Kısa süren Direktuvar döneminde, ideoloji, bir devlet felsefesi konumuna yükseltildi.”[7]
Görülüyor ki ideoloji tarafsız bir bilim kisvesi altında aslında dinin yerini almak isteyen bir “ideoloji” olarak zuhur etti. İdeolojinin babası Tracy, “dini ‘sağlam mantığın ve sağlıklı…ahlakın önünde bir engel’ olarak tanımlıyor, bu nedenle de onun yerini ‘ideoloji’nin alması gerektiğini savunuyordu.”[8]
Sonrasında Napolyon Bonaparte önceleri idéologistes’in sırtını sıvazlasa da, iktidarını tahkim için Kilise ile ittifak kurması gerektiği için onlara yüz çevirdi ve “ideolojist” terimi Napolyon’un lisanında -pejoratif bir ifade olarak- “ideolog”a dönüştü.
Destutt de Tracy’den sonra “ideoloji” kavramı üzerinde en çok zihin yoranlar Marx ile Marksistler oldu. Marx, idealizm eleştirisi yaparken, bu ekolün taraftarlarının savundukları gibi düşüncelerin maddi/toplumsal gerçeklikleri değil, aksine maddi/toplumsal gerçekliklerin düşünceleri oluşturduğunu ileri sürdü. Buna göre insanların yanlış düşünceleri, maddi/toplumsal gerçekliklerde bulunan çelişkilerin bir yansımasıydı. İdeoloji Marx’ta olumsuz bir kavramdır, zira çelişkili ve tersyüz edilmiş bir gerçekliğin gizlenip yeniden üretildiğini ve bunun yönetici sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğini tazammun eder. Marx’a göre “her düşünce ideolojik değildir, sadece nesnel çelişkilerin üstünü örterek onları öznelerin bilinçlerinden saklayan düşünceler ideolojiktir.”[9] Dolayısıyla ideolojiler yanlış düşüncelerdir, fakat bu yanlış düşüncelerin sebebi toplumsal çelişkiler olduğu için, düşünceleri değil bu çelişkileri düzeltmek gerekir. Marx kendi düşünce sisteminin -ideoloji mukabili olarak- “bilim” olduğunda ise ısrar etmiştir.
Marx’tan sonra Marksist gelenekte ideoloji kavramının negatif tazammunları zayıflamaya ve nötr bir ideoloji kavrayışı hâkim olmaya başlar. Bu nötr ideoloji kavrayışı şu iki anlam dolayımında söz konusu olmuştur: “Toplumsal bilinç biçimlerinin bütünü anlamında bir ideoloji anlayışı -ki ‘ideolojik üstyapı’ kavramıyla ifade edilir olmuştur- ve bir sınıfın çıkarlarıyla bağlantılı politik görüşler anlamında bir ideoloji anlayışı.”[10] Böylelikle Marksizmin bir ideoloji olarak tanımlanmasının önü açılmış olur. Önce Bernstein ve sonra bilhassa Lenin, sosyalizmin bir ideoloji olduğunu ilan etmişlerdir. Lenin’e göre, politik mücadelenin tam ortasında, bir tarafta yönetici sınıfın çıkarlarını temsil eden bir ideoloji varsa, diğer tarafta da ezilen sınıfların ideolojisi olmalıydı. Bundan böyle ideoloji, çelişkileri gizleyen zorunlu bir çarpıtmanın ürünü değil, proleter sınıfı da içermek üzere tüm sınıfların politik bilincine işaret eden nötr bir kavram hâline geliyordu.[11]
Kavram Marksist gelenekte olumsuzdan nötr bir kavrayışa doğru evrilirken, Soğuk Savaş döneminde liberal ve muhafazakâr gelenek tarafından ağırlıklı olarak olumsuz bir etiketle nitelendirilmeye devam etti. Liberal anlayış “ideolojiyi, bir hakikat tekeli iddiası olan ve muhalif fikirleri ve rakip inançları hoş görmeyi reddeden ‘kapalı’ bir düşünce sistemi olarak görüyordu. Buna karşılık, temelde bireysel özgürlüğe bağlı olan liberalizm ile muhafazakârlık ve demokratik sosyalizm gibi geniş ölçüde liberal ilkelere bağlı olan doktrinler tam olarak ideoloji değildi. Bu doktrinler, özgür tartışma, muhalefet ve eleştiriye izin vermeleri, hatta bunlar üzerinde ısrar etmeleri anlamında ‘açık’ sayılıyordu.”[12] Bu yaklaşımda liberal-kapitalist sistem, kendisini hakikati neyse o olarak temsil eden bir konuma yerleştirerek ideoloji vasfını hasımlarına mahsus kılar. Eagleton’ın ifadeleriyle: “Amerikalı siyaset kuramcısı Edward Shils’a göre ideolojiler kesin, kapalı, yeniliğe direnen, büyük ölçüde insanların duygularına hitap ederek yayılan ve kendisini savunanlardan mutlak bağlılık isteyen şeylerdir. Bu şunu demeye gelir aslında: Sovyetler Birliği ideolojinin pençesinde kıvranırken Birleşik Devletler şeyleri gerçekten ne iseler o olarak görmektedir.”[13]
Memleketimizin 20. yüzyıldaki büyük hukuk düşünürü Orhan Münir Çağıl’ın ideoloji anlayışı, yukarıda tasvir edilen türdendir. Çağıl, Soğuk Savaş devrinin politik mücadeleleri içerisinde, ideolojiyi (Popper’ın büyük bir hararetle tahkir ve tezyif ettiği) kapalı sistem ile eşanlamlı gibi kullanır. Aşağıdaki alıntılarda Çağıl, ideolojiyi (1960’larda) liberal bir entelektüel için kabul edilemez sayılan ne kadar siyasi doktrin varsa hepsine yapıştırılmış müşterek bir yafta gibi kullanmaktadır:
“Fikirlerin mahpesi, daha doğrusu makberi olan ideolojiler, insanla hakikat arasına girerek, insan ruhunu adeta afyonlayıp uyuştururlar. Artık bütün fikirler ve değerler ideolojide ölçülür, böylece ideoloji her şeye hâkim ve her şeyi tayin eden bir tanrı hâline gelir. İdeoloji, hakikati ve hürriyeti temsil eder veya temsil etme iddiasındadır. İnsan, ideolojinin çarklarından, vidalarında biridir. İnsan, bir ideoloji robotu veya otomatıdır. İnsan bir sistemin, bir doktrinin gerçekleşmesine, tatbikatına vasıtalık eden bir kukladır.
İdeolojiler, türlü şekillerde tezahür eder. Mesela, teokratik ideolojiler (din devleti doktrini, şeriat sistemi, teokratik despotizm); sosyal-filozofik ideolojiler (meselâ, maddenin dialektik hareketi düşüncesine dayanan dialektik materyalizm! Bu, adeta maddenin mistik bir dialektik hareketidir. Maddenin bu hareketine dogmatik şekilde inanılır. Bir nevi madde-tanrılı din anlayışıdır bu! Marksist-Leninist komünizm, komünist despotizm buna misal olarak zikredilebilir); diğer siyasî ideolojiler; faşizm, nazizm gibi totaliter despotik sistemlerdir. Şunu da ilave edelim ki ideoloji bir nevi “myth” (mit)tir, yani ustûredir, efsanedir. İdeolojik tefekkür tarzı, mitolojik tefekkür tarzına çok benzer. İdeolojiler, adeta zamanımızın mitolojileridir.”[14]
Çağıl, birer kapalı sistem olarak tasavvur ettiği ideolojileri, “hürriyet”in tam karşısına yerleştirir:
“İster sırf felsefi, ister teist veya ateist esaslara dayansın, ideolojilerin her çeşidi reddedilmek icap eder. Çünki ideolojilerde ‘insan’a yer yoktur. ‘İnsan’, ideolojiye feda edilmiştir. Zamanımızda hürriyet-ideoloji mücadelesinde, bu mücadeleden hürriyetin mi yoksa ideolojinin mi muzaffer çıkacağı pek belli değildir.”[15]
Dönemin bir başka hukuk filozofu Vecdi Aral, ideolojiyi “dünya görüşü”nün karşısına yerleştirir. “Dünya Görüşü ve İdeoloji” başlıklı yazısında Aral, bir dünya görüşünün cevaplamayı amaçladığı soruları şöyle sıralar: Dünyanın hangi nedenle ve nasıl oluştuğu, niçin var olduğu, varoluşun nihaî anlam ve değeri, insanın nereden gelip nereye gittiği, insanın kökeni ve yazgısı.[16] “Dünya görüşü” kavramı, gündelik kullanımda epeyce anlam aşınmasına uğramış olsa da, bu sorular insanca bir varoluş için elzem görünüyor. Bilhassa Wilhelm Dilthey’ın düşüncesinde, insan varoluşunun nihai anlamı, dünya görüşü (Weltanschaaung) çerçevesinde felsefenin yanı sıra din, sanat ve edebiyatta ifadesini bulur (Dilthey’da her bir Weltanschaaung tasavvurunun tarihsel olması, üzerinde ayrıca durulup eleştirilmesi gereken bir meseledir). Bu bağlamda sorulmaya layık insanca soruları, Miguel de Unamuno’nun ifadeleriyle dile getirelim:
“Nereden geliyorum ve sırtında ve sırtından yaşadığım dünya nereden geliyor? Nereye gidiyorum ve beni çevreleyen her şey nereye gidiyor? Tüm bunlar ne anlama geliyor? İnsanın, kendisini körelten maddi devamlılığını sağlama gereksiniminden kurtulduğunda sorduğu sorular bunlardır. İyi bakarsak, bu soruların altında niçin kadar neden’i bilme, amaç kadar sebebi bilme isteğinin olmadığını görürüz (…) Sebeb-i Hilkat olan Tanrı, Gaye-i Hilkat değil de nedir? Neden, yalnızca niçin’den dolayı bizi ilgilendirir. Nereden geldiğimizi, yalnızca nereye gittiğimizi daha iyi saptayabilmek için bilmek isteriz.”[17]
Politik eylemliliği merkezine alan ideolojilerin, bu türden soruları cevaplamayı amaçlamadığı âşikâr.
Şöyle söylemek mümkün: “Geleneksel” tavır açısından bir hakikat vardır ve bu hakikat “ben”in dışında ve ötesindedir. Modernist tavır, “ben”in icat ettiği bir hakikati kabul edip bunu herkese dayatma gayretindedir. Postmodernist tavır ise bir hakikat kabul etmez ve her türlü hakikat iddiasının eşit meşruiyete sahip birer iddiadan ibaret olduğunu savunur. İdeoloji tasavvuru bu üçü arasında modernist tavra uygun olandır. Postmodernist tavır ise, ideoloji yerine “söylem” kavramını geçirmeyi yeğlemiştir.
İdeoloji -yukarıda Çağıl’dan yaptığımız alıntıda da görüldüğü gibi- kimi zaman mit (myth) ile mukayese edilmiştir. Akla ve hakikate karşıt, varlığı rasyonel şekilde kavrama aşamasından önce gelen bulanık ve hayali bir tasavvur, ilkel kavimlerin rüyası olarak kavranan mitin işlevini günümüzde ideolojilerin gördüğü savunulur. 20. yüzyılın büyük antropoloğu Claude Lévi-Strauss bu fikirdedir: “Mite en çok benzeyen şey siyasi ideolojidir. Belki de çağdaş Batı cemiyetinin bütün yaptığı, mit’in yerine ideolojiyi geçirmek olmuştur. İdeoloji bize toplumun haritasını verir, toplum içinde hareket etmemizi kolaylaştırır.”[18] Mitoloji sahasının büyük üstadı Joseph Campbell de “mitler, zihninizin bu hayatta olma deneyimi ile temas hâline geçmenize yardımcı olur. Size deneyimin ne olduğunu anlatır” diyor[19] ve mitlerin dört fonksiyonu olduğunu belirtiyor:
- Mistik fonksiyonB Mitler dünyanın gizem boyutunun, tüm formların altında yatan gizemin fark edilmesini sağlar.
- Kozmolojik boyut: Mitler evrenin yapısı ve mahiyetine dair bir şeyler söyler fakat bunu bilimden farklı biçimde yapar.
- Sosyolojik fonksiyon; yani belirli bir sosyal düzeni desteklemek, onun geçerli ve doğru olduğunu ortaya koymak.
- Pedagojik fonksiyon: Mitler insan hayatının nasıl yaşanması gerektiğini gösterir.[20]
Bu anlatım, esasında, mitlerin üstlendiği bütün işlevlerin ideolojiler tarafından üstlenilmediğini de söylememizi mümkün kılıyor. Belki şöyle söylenebilir: İdeolojiler, anlamı eksiltilmiş modern mitlerdir. Zira bu dört fonksiyondan üçüncüsü ve kısmen dördüncüsü ideolojilerin işlevleri meyanında zikredilebilir. Söz konusu anlam eksiltilişinde şu olgunun etkisinden bahsedilebilir: Arkaik ve geleneksel toplumların insanı ile (Musevi-Hıristiyanlığın güçlü etkilerini taşıyan) modern toplum insanı arasında önemli bir fark vardır. Arkaik-geleneksel insan kendisini Kozmos’la ve kozmik ritimlerle ayrılmaz biçimde bağlantılı görürken modern insan kendisinin yalnızca Tarih’le bağlantılı olduğunu iddia eder.[21]
İdeoloji kelimesi pejoratif anlamda, hakikatin karşıtı anlamında kullanıldığında, mitlerle (bu olumsuz anlamıyla) mukayeseye elverişlidir: “Logosa karşıt olduğu kadar zamanla historiaya da ters düşen mythos en sonunda ‘gerçek olarak varolamayan’ her şeyi belirtmeye başlamıştır.”[22]
İdeolojinin çok sayıdaki tanımı içerisinde bir kısmı bu kavrama, hâkim siyasi sistemi destekleyen ve meşrulaştıran bir işlev yüklerken, bir kısmı ise aksine onu siyasi anlamda muhalif bir pozisyona yerleştirir. Bu anlamda tarafsız ve kapsayıcı bir tanım, siyaset felsefecisi Martin Seliger’e aittir. Ona göre ideoloji “insanların örgütlü toplumsal eylemin ve özellikle de siyasi eylemin araç ve amaçlarını, bu tür bir eylemin verili bir toplumsal düzeni koruma, değiştirme, yıkma ya da yeniden inşa etme amacı taşıyıp taşımadığına bakmaksızın, belirleme, açıklama ve doğrulamada kullandıkları fikirler kümesi”dir.[23] Daha sade bir ifadeyle, organize bir siyasi eylem için temel teşkil eden az veya çok tutarlı bir fikirler bütünüdür.[24] Bu tanım tutarlı ve kapsayıcıdır: Liberalizm, muhafazakârlık, sosyalizm, milliyetçilik, anarşizm, faşizm, feminizm… bu tanım içerisinde anlamlandırılabilen ideolojilerdir.
İdeoloji kavramının kısa tarihinden ve yukarıdaki listeden anlaşılacağı üzere, ideoloji(ler) seküler bir dünyanın, dünyanın ve değerlerin insan mahsulü olduğu, insanın kendi koyduğu yasaya uyduğu (otonom/özerk olduğu) ölçüde özgür olduğuna inanılan bir devrin ürünüdür. “İdeolojinin geçmişi 200 yılı bulmaz. Bu terim, demokrasi ideallerinin yayılması, kitle hareketlerinin siyasete girmesi, dünyayı yarattığımıza göre onu istersek baştan yaratabileceğimiz fikri gibi Sanayi Devrimine eşlik eden toplumsal, siyasal ve düşünsel altüst oluşların ürünüdür.”[25] Din gibi geleneksel kurumların aksine, ideolojiler modern, çoğulcu bir dünyanın ürünüdür ve her bir ideoloji, çıkarlarına hizmet ettiği rakip gruplardan biriyle özdeşleştirilir. “Geleneksel din, bireylerin gündelik yaşamıyla öteki dünyanın kutsallığı arasındaki etkileşime odaklanırken; ideolojinin seküler evreni, bu dünyanın dönüşümünü öngören kamusal projeleri meşrulaştırmak için haklılığı kendinden menkul bir tarzda bilim ve akla gönderme yapar.”[26] Dolayısıyla herhangi bir dinin kendisi ideoloji değildir, fakat bu belirli bir dine dayalı olarak ideoloji türetilemeyeceği anlamına gelmez.
İdeoloji ister gerçekliğin çarpıtılmış bir yansıması ve yanlış bilinç olarak negatif, isterse organize bir siyasi eylem için temel teşkil eden az veya çok tutarlı bir fikirler bütünü, yahut her bir toplumsal sınıfın politik bilinci şeklinde nötr bir anlamda tasavvur edilsin, İslam’ın (kendisinin) bir ideoloji olarak tasvir edilmesindeki problem aşikârdır. Fakat geçtiğimiz yüzyıldan bugüne, İslam ile ideoloji kavramları arasındaki uyuşmazlık dikkate alınmayarak İslam kimi zaman bir ideoloji olarak takdim edilmek istenmiştir. “İslam’ın ideolojileştirilmesi” dediğimiz olgu, İslam’ı kendi orijinal bütüncüllüğü içerisinde değil, iktisadi ve/veya siyasi sahaya münhasır biçimde kavramış, genellikle devrin hâkim ideolojilerine (bilhassa 1960-70’li yıllarda, sosyalizme) benzetmiş ve onların kategorisine dâhil etmek suretiyle dar ve çarpıtılmış bir çerçevede anlamıştır. Hepsi değilse de birtakım İslamcılık modelleri, bilhassa Soğuk Savaş döneminde, İslam’ı liberalizm ve sosyalizm ile birlikte üçüncü bir ideoloji olarak tasavvur etmiştir.
Bu anlayış -tüm mezheplerde ama bilhassa Hanefi geleneğinde kuvvetle vurgulanan- temel haklara vurgu yapmaksızın İslam’ın yalnız toplumcu tarafını öne çıkaran, adaletin tevhit ve ilahi isimler temelli derin ontolojik ve ahlaki dayanaklarını dikkate almaksızın toplumsal adaletin sırf ekonomik eşitsizlik boyutu üzerine odaklanan, fikir hürriyeti başta olmak üzere ferdin kendini gerçekleştirme imkânlarını ortadan kaldıran, klasik İslam siyasi yapıları ile modern devlet yapısı arasındaki farklılıkları, modern devlet olgusunun tarihî gelişimini ve felsefi dayanaklarını dikkate almaksızın İslam’ı totaliter bir siyasi yapı içerisinde tasavvur eden, kimi zaman da atomize birey anlayışını temel alan liberal bir bakışla İslam’ın dayanışmacı ruhunu paranteze alan, insanın mutluluk arayışındaki hukuki değilse de ahlaki sınırları göz ardı eden, ilk yaklaşıma göre fıkıhtaki iç çoğulculuğu ihmal ederek dinin her meselede tek bir hükmü olduğunu kabul eden, ikinci yaklaşıma göre ise günün birtakım hâkim temayülleri karşısında İslam’ı tarihselleştiren, her hâlükârda ise İslam’ı ideolojileştiren keskin ve çarpık bir hukuk/siyaset tasavvuru ortaya koymuştur. İslam’ı homojenleştirici bir model veya ideoloji olarak gören tavır -hangi cenahtan geliyor olursa olsun- İslam’ın tarihî tecrübesini ve kendi kimliğine dair otantik anlayışını ıskalıyor demektir.
[1] Bu meseleye daha önce kısmen, Sabah Ülkesi’nin 72. sayısında yayımlanan “Kesinlik ve Müphemlik 2: Hakikat ile Zan Arasında İslam Geleneği” isimli yazımın son kısımlarında değinmiştim.
[2] Jan Rehmann, İdeoloji Kuramları, çev. Şükrü Alpagut (İstanbul: Yordam Kitap, 2017), s. 25.
[3] David Mclellan, İdeoloji, çev. Barış Yıldırım (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012), s. 6.
[4] Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa (İstanbul: İletişim Yayınları, 1996), s. 260.
[5] Terry Eagleton, İdeoloji, çev. Muttalip Özcan (İstanbul: Ayrıntı Yayınları), s. 94-95.
[6] Terry Eagleton, İdeoloji, s. 96.
[7] Rehmann, İdeoloji Kuramları, s. 27-28.
[8] Rehmann, İdeoloji Kuramları, s. 28.
[9] Serpil Sancar, İdeolojinin Serüveni, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2014.
[10] Marksist Düşünce Sözlüğü (ed. Tom Bottomore), İstanbul: İletişim Yayınları, 2002, s. 294.
[11] Marksist Düşünce Sözlüğü s. 294-295.
[12] Andrew Heywood, Siyaset (Liberte Yayınları, 2015), s. 56.
[13] Terry Eagleton, İdeoloji, s. 21.
[14] Orhan Münir Çağıl, Hukuka ve Hukuk İlmine Giriş (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 1971), xxix.
[15] Orhan Münir Çağıl, Hukuka ve Hukuk İlmine Giriş (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 1971), xlix.
[16] Vecdi Aral, İnsan Özgür mü? (İstanbul Barosu Yayınları, 2004), s. 108-109.
[17] Miguel de Unamuno, Hayatın Trajik Duygusu, çev. Mehmet Sait Şener (İstanbul: Divan Kitap, 2017), s. 48-49.
[18] Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, s. 264.
[19] Joseph Campbell, Mitolojinin Gücü, çev. Zeynep Yaman (İstanbul: Mediacat, 2013), s. 24.
[20] Joseph Campbell, Mitolojinin Gücü, 53-54.
[21] Mircea Eliade, Ebedi Dönüş Mitosu, çev. Ümit Altuğ (Ankara: İmge Yayınları, 1994), s. 11.
[22] Mircea Eliade, Mitlerin Özellikleri, çev. Sema Rifat (Om Yayınevi, 2001), s. 11-12.
[23] Terry Eagleton, İdeoloji, s. 24.
[24] Andrew Heywood, Siyaset, s. 54.
[25] David Mclellan, İdeoloji, s. 2.
[26] David Mclellan, İdeoloji, s. 3.