ÇEVİRİ VE FELSEFE: ÇEVİRİDE BAŞKALIK VE EŞDEĞERLİK


Taha Tunç*
Felsefeciler (ve sosyal bilimciler) çevirileri değerlendirirken kavramların çevirilerini dikkate alırlar genellikle. Bu durum felsefecinin kavram hassasiyetinin emaresidir ve felsefe çevirileri için kavramlar elbette vazgeçilmezdir. Ne var ki bu yaklaşımın çeviri üzerine düşünmek için yeterli bir perspektif sunduğunu düşünmek yanıltıcı olabilir. Felsefeci genellikle bir çeviriden kavramdaki aynılık ve özdeşlik boyutunu talep eder. Metin boyunca kavramların takip edilmesini, kaynak veya hedef dilde bağlantılı şekilde seyredilmesini ister. Oysa çeviri faaliyeti, Sartre’ın “özgürlük yolları” tabirini hatırlarsak, adeta “başkalığın yolları”ndan meydana gelir. Çeviri ile felsefe arasında gördüğüm temel çatışma tam da burada kendini gösterir: Felsefecinin kavramsal aynılık talebi ile çevirmenin kaynak dil/hedef dil geriliminde yaşadığı başkalaşımları uzlaştırmak mümkün olabilir mi?
1. Kusursuz Çeviri ve Başkalığın Yitirilmesi
Çeviride kusursuzluk ideali, bizzat başkalığın yine başka bir mecrada kusursuzca iletilebilir olması anlamına gelir. Hem kaynak dil hem de hedef dil açısından arzu edilir bir şeydir bu, çünkü böylelikle bir çeviri özgün metnin aynısını bir başka dile aktarmış olur. Esas olan metnin olduğu hâliyle korunması olduğundan kaynak dile iltimas geçilir. Bu görüşün önemli temsilcilerinden biri olan Walter Benjamin’e göre yapıtı yapıt yapan şey “iletmek ya da bildirmek değildir. Bu durumda iletmeyi amaçlayan bir çeviri de, bildirme eyleminin kendisinden başkaca bir şeyi iletmiş olmaz.”[1] Yani Benjamin için çevirinin ilk koşulu iletme veya bildirme maksadı gütmemesidir. İkinci olarak ise Benjamin’e göre çeviri, okurunu gözettiği sürece yetersiz kalmaya mahkumdur. Çünkü “çeviri okur için yapılsaydı, özgün metnin amacının da bu olması gerekirdi.” Demek ki iyi çevirinin önünde iki engel var: İletme kaygısı ve okur kaygısı. İlki içeriğin aktarılmasına, ikincisi ise o içeriğin hedef kitlece alımlanmasına ilişkindir.
Oysa Benjamin’e göre, çeviri bir içerik değil bir biçimdir: “Çeviriyi bir biçim olarak kavrayabilmek için yapılması gereken şey ise, özgün metne geri dönmektir. Çünkü çeviriyi yöneten yasa, özgün yapıtın çevrilebilirliğinde yatar.” Yapıtın özgünlüğü esas alındığında, “ne denli başarılı olursa olsun, bir çevirinin özgün metin karşısında önem taşımayacağını”, yine de “özgün metnin çevrilebilirlik niteliği yüzünden, çeviri metinle bir bağı” olduğunu söyler Benjamin. Bu açıdan da çeviri kronolojik olarak kendisinden önce gelen özgün metinden kaynaklandığını, onun bir nevi “sonraki yaşamı/hayatta kalması” [Überleben] olduğunu unutmamalıdır.[2] Yani çevrilebilirlik demek, hem yapıtın aslına hem de (tuhaf bir şekilde) devamına sadık kalabilmek, dolayısıyla da yapıtın sürekliliğine bağlanabilmek demektir. Bu yüzden, bir yandan “sırf aktarım olmanın ötesindeki çeviriler, bir yapıt sürmekte olan yaşamının şöhret evresine vardığı zaman ortaya çıkar.”[3] Ama öte yandan da “çevirilerin sanat yapıtına hizmet etmeleri değil, varlıklarını o yapıta borçlu olmaları söz konusudur.”[4] Demek ki yapıtın çevrilebilirliği sadece onun geçmişinden gelmekle kalmaz, aynı zamanda geleceğine de havale edilir. Çevirideki bu amaçlılık, Benjamin’e göre, diller arasında zımni bir ortaklığı gerektirir: “(…) diller birbirine yabancı değildir; tersine, a priori olarak ve tüm tarihsel bağların ötesinde, söylemek istedikleri açısından aralarında yakınlık vardır.”[5] Ama Benjamin’e göre bu durum çevirinin benzerliği hedeflediği anlamına gelmez, öyle olsaydı çeviri imkânsız olurdu. Çünkü özgün yapıt, üretildikten “‘sonraki’ yaşamında” değişimler geçirir.[6] Yani dillerin yakınlığı çeviriyle özgün yapıtın benzerliğinden değil, bir dil birlikteliğinden gelir ki bu durum başlangıçtaki özgünlüğe ve başkalığa halel getirme tehlikesini doğurur – hatta çevirinin mümkün oluşuna.
Benjamin’e göre dillerin her birinde amaçlanan anlam aynıdır. Gelgelelim, tek tek diller bu anlama varamaz, birbirlerinin kusurlarını tamamlayan yönelimlerden oluşan “saf dil” (die reine Sprache) varabilir bu anlama: “Böylece tüm çeviri çabalarının, diller arasındaki yabancılıkla hesaplaşmaya yarayan geçici bir yol olduğu açıklanmış olacaktır.”[7] Ne yazık ki bu hesaplaşmanın kestirme bir yolu yoktur. Benjamin’in saf dil projesi büyük oranda teolojik bir hamledir: “Dinlerin gelişmesi ise diller içerisinde örtük olarak bulunan ve daha yüksek düzeydeki bir gelişmeyi gerçekleştirecek olan çekirdeği dolaylı olarak olgunlaştırır.”[8] Son cümlelerinde söylediği gibi, “Kutsal Metin’in satırları arasına yazılmış versiyonu, tüm çeviriler için arketip ya da ideal niteliğindedir.”[9] Benjamin çeviri mümkün derken aslında onu imkânsızlaştırır, başkalığı koruyayım derken, onu bir saflık dâhilinde silmiş olur.
2. Anımsama Çalışması ve Başkalığın Geri Kazanılması
Peki çeviri sadece kaybedilenlerden mi ibaret, yoksa çevrilebilirlik fikri başka türlü de anlaşılabilir mi? Antoine Berman’ın belirttiği üzere, 20. yüzyılda filozoflar çeviriyle ilgili konuştuklarında ortaya çıkan bir “çeviri felsefesi”nden ziyade “felsefe yapma” ile “çeviri yapma”nın “iç içe geçmesi”dir.[10] Bu iç içe geçme hâlinden özellikle başkalık konusunda faydalanılabilir. Berman’a göre çeviri yapmada esas olan, tıpkı felsefe yapmada olduğu gibi, sorunsallıktır ve bunun da üç aşaması vardır: dillerin farklılığı/benzerliği, çevrilebilirlik/çevrilemezlik ve anlamın yeniden oluşturulması/sözün yeniden yazımı.[11] Demek ki felsefede olduğu gibi çeviride de bir sorunsallıktan söz edilebilir. Peki bu sorunsallık etrafında kusursuz çeviri tutkusu nedeniyle silinen başkalık nasıl geri kazanılabilir?
Başkalığı geri kazanmak için çeviriye yönelik Benjaminci bir felsefi görüşün yerine yeni görüş(ler) bulmak gerekiyor. O da çevirideki sorunsallığı göz ardı etmemekten geçiyor. Burada savunacağım görüşe göre, anlamın aktarımı olarak çeviri, ister istemez, bu anlamın sorunsallığıyla yüzleşmek durumundadır. Dilbilimci Roman Jacobson çeviriyi tarif ederken şöyle der: “Bir sözcüğün anlamı (…) onun yerine geçebilecek başka bir göstergeye (…) çevrilmesinden farklı bir şey değildir.”[12] Örneğin, bekâr, “evlenmemiş kişi” demektir. Jacobson’a göre anlamın aktarımı üç şekilde gerçekleştirilebilir: 1. diliçi çeviri veya başka sözcüklerle tekrarlama (rewording), yani dilsel göstergelerin aynı dil içindeki başka göstergelerle yorumlanması; 2. dillerarası çeviri veya birebir çeviri (translation proper), yani dilsel göstergelerin başka dil aracılığıyla yorumlanması; 3. göstergelerarası çeviri veya dönüştürme (transmutation), yani dilsel göstergelerin dilsel olmayan gösterge sistemleriyle yorumlanması. Çevirmen “başka bir kaynaktan aldığı bir iletiyi yeniden kodlayıp ilettiği” zaman, çeviri bir tür dolaylı anlatıma dönüşür.[13] Öyleyse Jacobson’a göre dillerarası çeviride kusursuz eşdeğerlik mümkün değildir; yorum dolayımından geçilmesi gerekir. Mühim olan da bu farklılıklar içinde eşdeğerlikleri ortaya koymaktır. Bu yüzden Jacobson’un düşüncesi çevirinin zorunluluğunu gösterir.
Çeviri açmazlar getirmeden duramaz: Hem kazanmanın hem kaybetmenin, hem imkânların hem imkânsızlıkların, Paul Ricoeur’ün tabiriyle, hem anımsama hem de yas tutma zorunluluğudur bu. Jacobson’a göre çeviri yapmak sadece sözcükleri değil, cümle, ifade gibi bütünleri çevirmektir. Ricoeur’e göreyse mühim olan metnin çevirisidir. Bu yüzden de Saussurecü gösterge çevirisinden, Benvenisteci cümle çevirisinden bir sonraki adıma, yani metnin çevrilmesine geçmek gerekir. Jacobson’a göre “diller esas olarak anlatabildikleriyle değil anlatmak zorunda olduklarıyla birbirlerinden ayrılırlar”, bu yüzden de dile getirilemezlik veya çevrilemezlik varsayımı ancak çelişkili bir ifade olarak kalır.[14]
Öyleyse çevirinin “felsefi dönemeci”[15] kaybedilenlerden dem vurmaktan ziyade kazanılanlarla yüzleşmek gerektiğini söyler. Burada ileri sürdüğüm görüşe göre Ricoeur, Marcel Détienne’in “kıyaslanamazı kıyaslamak” (comparer l’incomparable) ifadesinden ilhamla adlandırdığı “çevrilemezi çevirmek” fikriyle, bir yandan Berman’ın bahsettiği sorunsallığın korunmasına katkıda bulunurken öte yandan Jean-René Ladmiral’in hedef dile odaklanan yaklaşımını korur. Ricoeur’ün Berman’ın metnini yorumlayışı aydınlatıcıdır: L’épreuve de l’étranger,[16] yani hem yabancının kendi diliyle beni sınaması hem de yabancının benim dilimde sınanması. Ricoeur’ün sözünü ettiği “dilin konukseverliği” de kendi ile yabacı arasındaki mesafeyi görmezden gelmekle değil, onu kabul etmekle başlar.
3. Eşdeğerlik ve Dilin Konukseverliği
Jacobson’un da gördüğü gibi çeviride (Benjamin’in arzu ettiği) kusursuz bir aynılık olmadığı gibi kusursuz bir eşdeğerlik de yoktur. Bu sorunsallıktan faydalanan Ricoeur’ün çeviride bulduğu şey dilin konukseverliğidir. Bu açıdan Franz Rosenweig’ı takip eder: “Çeviri yapmak iki efendiye hizmet etmektir, der Rosenweig: bu efendilerin biri kendi yapıtı içindeki yabancıdır, diğeriyse yapıtı kendine mal etme arzusu içindeki okur.”[17] Dolayısıyla çeviri “sadakat arzusu” ile “ihanet kuşkusu” arasında, Schleiermacher’in tabiriyle “okuru yazara götürmek” ile “yazarı okura götürmek” arasında salınır durur. Berman’ın yol açtığı ve günümüzde çevirinin “etik dönemeci”[18] olarak adlandırılan bu “çeviri paradigması”nda nasıl bir eşdeğerlik mümkün olabilir?
Ricoeur’e göre çeviri yitirilenin yasını tutmak kadar elde edilenin anımsanmasını da içerir. Buna göre, “çeviri, çeviri olduğu için, tanımı gereği ne yapılırsa yapılsın, bir biçimde kötü çeviri olacağı kaygısında da doruk noktasına ulaşır.”[19] Özellikle felsefe çevirilerinde Ricoeur’e göre aşılmaz bir güçlük söz konusudur: Anlam alanları her dilde farklı şekilde geliştiği için bir çakışma gerçekleştirmek mümkün olmaz. Hatta anlam alanlarının çakışmaması bir yana, sözdizimler de eşdeğer değildir.[20] Özellikle felsefe çevirilerinde kaynak metin hedef dile çevirilemezliğini çevirmene dayatır. Ricoeur’e göre eğer üçüncü bir metin olsaydı işimiz kolaylaşırdı; zorluk tam da bu üçüncünün olmayışındadır. Ama bu boşluğu uzmanların eleştirel okumaları doldurabilir. Çevirideki anımsama işi çevrilemezi de çevrilebilir hâle getirmektir. Fakat bu iş ancak bir yas tutma ve anımsama çalışmasıyla mümkündür, yani kusursuz çeviriden vazgeçmekle. Çeviride “yitiksiz kazanç” yoktur, bu yüzden de yabancıyla aramızdaki aşılmaz farkı kabul etmek ve yitirilenlerin yasını tutmak gerekir. Aksi takdirde “Kurtarılmış evrensellik yabancının anısını ve belki de, ana dilin taşralılığına duyulan nefret içinde kendi dilimize duyduğumuz sevgiyi yok etmek isterdi.”[21] Yani saf dil arayışı hem yabancıyı yok etmeye (yabancı öyle erişilemezdir ki sonunda gözden kaybolur) hem de kendimizden iğrenmeye (kendi dilimiz o kadar yetersizdir ki çeviri faaliyeti anlamını yitirir) götürür. Çevirinin başarısı mutlak çeviriden vazgeçmekten geçer. Ancak bu sayede Rosenweig’ın bahsettiği iki efendiye de hizmet edilmiş olur. “Birebir örtüşme içermeyen bir eşdeğerliği” kabul etmek gerekir.[22]
Dilin konukseverliği tam da budur. “Dilin konukseverliği öyle bir şey ki ötekinin dil dünyasında yaşama hazzı kendi evinde yabancının sözünü konuk etme hazzıyla karşılanır.”[23] Çevirmen ancak dilin bu konukseverliğine tutunduğu takdirde başarı kazanmış sayılır. Ricoeur’e göre bunun sağlaması ancak yeni çeviriler yapmakla, yani çevirinin tamamlanmamışlığıyla mümkündür. Bu açıdan dilin konukseverliği yabancıya adeta kendi evindeymiş gibi hissettirmelidir. Yabancının başkalığının korunması için ille de kökensel dile veya evrensel dile başvurmak gerekmez. Bilakis bunlar yabancılığın silinmesi riskini ortaya çıkarır. Ricoeur bu yüzden çevirinin imkânı kadar imkânsızlığını da gözetmek gerektiğini düşünür: Yabancı hem evindedir (onu kendi dilimizde mümkün mertebe iyi ağırlamaya çalışırız) hem değil (yeterli olmadığı takdirde dipnotlar düşer, açıklamalar yapmak zorunda hissederiz). Buna “özdeşlik içemeyen eşdeğerlik” der. Dilin konukseverliği özdeşliğin bulunmadığı bir eşdeğerliği mümkün kılmasından ileri gelir. Çeviri sadakat/ihanet geriliminin bedelini ödemek zorunda değildir. Hölderlin’den aktardığı gibi, “Kendimize ait olan da yabancı olan kadar iyi öğrenilmelidir.”[24] Yani başkalığa hak ettiği yeri verebilmek için kendimizi de çalışmamız gerekir. Bu yüzden Ricoeur’e göre “eşdeğerlik ancak araştırılmış, üzerinde çalışılmış, tahmin edilmiş olabilir.”[25]
Ricoeur’de eşdeğerlik ancak kendi-yabancı çatışmasıyla mümkün olur. Dilin konukseverliği ne yabancıya sonsuz açıklık ne de tamamen kapalılık anlamına gelir. Yabancıyı sınamadığımız takdirde kendi dilimizin barındırdığı yabancılığa da duyarlılık kazanamayız.[26] Ama öte yandan kendi dilimizi yabancının diliyle de sınamamız gerekir. Jacobson’un ortaya koyduğu ve Ricoeur’ün de sürdürdüğü diliçi çeviri düşüncesi, çevirideki yabancının ille de bambaşka bir öteki olmadığını gösterir. Yani dilin kendi üzerine işleyişi zaten aynılık-başkalık çatışmasını barındırmaktadır. Yabancı dilden çeviri bu işi sadece bir katman daha katmaktadır. Ricoeur’ün sözlerini anımsatalım: “Kusursuz çeviri düşünü terk edince geriye kendimize ait olanla yabancı arasındaki aşılamaz farkı itiraf etmek kalır. Geriye yabancının sına(n)ması kalır.”[27]
Sonuç
Çeviri ve felsefede konuşurken “Felsefe, çeviriye ne katabilir?” sorusu kadar “Çeviri, felsefeye ne söyleyebilir?” sorusunu sormak gerekiyor. Yaygın kanaatin aksine, kusursuz çeviri ideali başkalığı korumaz, bilakis daha da onu anlaşılamaz hâle getirip silinmeye götürür. Bana kalırsa, kendisi de çevirmen olan Ricoeur’ün düşüncesi yabancılığı “egzotikleştirmemenin” bir yolu ve çevirinin felsefe için nasıl bir paradigma oluşturabileceği fikrini ortaya koyuyor. Her ne kadar Berman gibi bir kaynak dil temelli yaklaşan birinin tabirini kullansa da çeviride kendilik boyutuna dikkat çekmesi bakımından hedef dil temelli düşünenlere de hiç uzak görünmüyor Ricoeur’ün konumu.[28] Bu görüşün Maurice Blanchot’nunkinden uzak olmadığı kanaatindeyim: “Çevirmen benzersiz özgünlükte bir yazardır, tam da hiç özgünlük iddiasında bulunmuyor gibi göründüğü için.”[29] Geriye bizde bunun ne gibi imkânlar yaratabileceğini düşünmek kalıyor.
* Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi, Felsefe Bölümü.
[1] Walter Benjamin, “Çevirmenin Görevi”, çev. A. Cemal, Çeviri Seçkisi-II, haz. M. Rifat, Sel, 2012, 25-35, s. 25. Çeviriyi kullanırken genelde değiştiriyorum. Bunu yaparken de şu İngilizce ve Fransızca çevirilerinden yararlanıyorum: “Translator’s Task”, çev. Steven Rendall, TTR 10, no. 2 (1997): 151-165 ve “La tâche de la traducteur”, çev. Martin Broda, PO&SIE, 55 (1991): 150-158.
[2] A.g.y.
[3] A.g.y., s. 27.
[4] A.g.y.
[5] A.g.y., s. 28.
[6] A.g.y.
[7] A.g.y., s. 29.
[8] A.g.y.
[9] A.g.y., s. 35.
[10] Antoine Berman, “Çeviri ve Çeviri Üstüne Söylemler”, çev. M. Rifat, Çeviri Seçkisi-II, haz. M. Rifat, Sel, 2012, 13-23, s. 17.
[11] A.g.y., s. 19.
[12] Roman Jacobson, “Çevrinin Dil(bilim)sel Özellikleri Üstüne”, çev. Ö. B. Albayrak, Çeviri Seçkisi-II, haz. M. Rifat, Sel, 2012, 61-66, s. 62.
[13] A.g.y.
[14] A.g.y., s. 65.
[15] Jean-René Ladmiral, “Genel Çeviribilim Sorunları”, çev. M. Rifat-S. Rifat, Çeviri Seçkisi-II, haz. M. Rifat, Sel, 2012, 137-148, s. 141-2.
[16] Antoine Berman, L’Épreuve de l’étranger. Culture et traduction dans l’Allemagne romantique, Gallimard, 1984, “tel”.
[17] Paul Ricoeur, Çeviri Üzerine, çev. S. Ö. Kasar, YKY, 2008, s. 10. Bu çeviriyi kullanırken yer yer aslına uygun şekilde değiştiriyorum: Sur la traduction, Bayard, 2004.
[18] Barbara Godard, “L’Éthique du traduire : Antoine Berman et le ‘virage éthique’ en traduction”, TTR 14, no. 2 (2001): 49-82.
[19] Ricoeur, Çeviri Üzerine, s. 12.
[20] A.g.y., s. 12-3.
[21] A.g.y., s. 16.
[22] A.g.y.
[23] A.g.y., s. 17.
[24] A.g.y., s. 31.
[25] A.g.y.
[26] A.g.y., s. 39.
[27] A.g.y., s. 33.
[28] Krş. Savaş Kılıç, “İyi bir çeviri mümkün müdür? Melankolik söylemden sıyrılırsak neden olmasın?”, K24, 5 Kasım 2020.
[29] Maurice Blanchot, “Çeviri Yapmak”, çev. S. Kılıç, Oggito, 6 Kasım 2017.