ÇOCUKLUĞUN “EEE” HÂLİ


Selman Bayer
Yunan filozof Anaksagoras, dünyaya ne için geldiği sorulduğunda şöyle cevap verir: “Bakmak için.” Yunus Emre “Bu dünya bir pencere her gelen bakar gider,” derken Anaksagoras’la aynı yerden konuşuyor gibidir. Bakmak hayatın sırlarından biridir. İnsan bakmayı öğrenerek görmeye başlar. Bakmak bir mesafeyi gerektirir. Bu mesafedir öğrenilmesi gereken. Çocuk bakmayı bilir. Fakat mesafeyi bilmez. Henüz işlenmemiş ham varlığından dolayı baktığı her şeye dokunmak, dokunarak kavramak ister. Zaten sahibi olduğu bilinciyle onu elinde tutmak, kendine ayırmak ister. Yetişkinlik ise buradaki farkı görmektir. Mesafe yine devrededir. Yetişkinlik doğrudan mesafeyi belirleyebilme yetisi anlamına gelmez. Bunun için gayret gerekir. Bu yüzden çoğu yetişkin, fiziken gelişmiş bir çocuk olarak, bakmanın asil sadeliğini elde etmenin çoşkulu heyecanına kurban eder. Ne zaman ki sadece bakmanın ve seyretmenin erdemine ulaşır o zaman çocukluğunu da yanına almış bir rüşt sahibi olarak kemale erer. İçindeki çocuğu öldürmemiş olur. Çocukken tanımak için baktığı dünyaya artık anlamak için bakmayı öğrenir.
Çocuk dünyanın en olağan mucizesidir. Çocuk aynı anda hem en yakınımız hem de en uzağımızdır. Onu sahiplenirken kendimizden başka bir varlık yoktur. Ama onun kendi varlığını dayatmasıyla birlikte bu bozulur. Akşam yemeğini belirlenen saatte yememesinden, istediği bölümü tercih etmekte ısrar etmesine, inandığı bir meseleyi izaha gerek duymadan savunmasından, geçmişin mahzenlerinde kaybolmuş alelade bir tartışmanın, azarın müheykel bir travma abidesine dönüştürülmesine varana kadar geniş bir alanda, bütün kendilik tezahürlerini yüzümüze vurarak bizden uzaklaşır. Bu uzaklaşma ebeveyn için tahammül edilemez bir şey gibi görünür ve böyle görünmesinin sebebi yine kendisiyle ve kendi geçmişiyle alakalıdır. Çünkü çocuğun doğasında vardır bu. Çocuk muhtaç doğar ve kendini tanıdıkça ihtiyaçları değişir, eski ihtiyaçların yerini yenileri alır ve çocuğun meyli bu ihtiyaçlara göre yön değiştirir. Burada ebeveynin gözünden bakıldığında, aslında doğduğundan itibaren alttan alta kendini unutturmayan kendi çapında bir trajedi vardır. Çocuğun yakınlığı ve uzaklığı aslında bir perspektif meselesidir ve bunun çözümü yine ebeveynin kendisindedir.
Çocuklar dünyayı olduğu gibi görür, olduğu gibi yaşar. Yaşadığı anlardan koleksiyonluk parçalar biriktirmez, anın hakkını verir, geçer. Yaşadıklarını tahkiye etmeye çalışmaz. Küçük epizodlar, anekdotlar haricinde yaşadıklarını bir bütün olarak anlatmaya çalışmazlar. Çocuklar anın parıltısıdır. Onlarda geçmiş ve gelecek yalnızca gramer olarak değil tarihsel olarak da farklı formlarda arzı endam edebilir. Tabiri caizse dönüşüme uğrayan bir besin gibi sürekli farklı formlarda görünmeye yazgılıdır. Çocukluğun bir anlatıya dönüşmesinin sebebi yetişkinlerdir. Çünkü anlatı yetişkinliğin tesellisidir. Bütün kopmuş olmaklığın teselli ikramiyesidir. Olduğu gibi yaşama yetisinin kaybolup gitmesiyle gelen hüzünlü bir ağıttır. O yüzden dünyayı olduğu gibi görüp yaşama mevsimi olan çocukluğun bitmesiyle verir ilk filizlerini.
Çocukluk renkli, cıvıl cıvıl bir eşiktir. Dünya ile ukba, Yaradan’la yaratılan arasındaki berzahtır. Bir yanıyla yaratılanın alanındayken, arada da olsa diğer yanıyla hâlâ Yaradan’ın huzurundaymış gibi esintiler sunar dünyaya. Bedenen müstakil bir varlık da olsa ruhen, tabii çocuk olduğu ve kaldığı sürece, hâlâ bütünün parçasıdır. Dünyaya biz yetişkinler gibi bakmamasının sebebi de budur. Kendi bakışı henüz emekleme seviyesindedir ve gözleri dünyaya alıştıkça bütünün parçası olarak bakmayı da unutur. Bütün parçası olarak bakmak bilinci yoktur çocukta. Bilinç vuslatını bekleyen zorunlu gurbettir. Çocukluk bitince gurbet başlar. Yetişkinlikte kemal bulunca vuslat gerçekleşir ve o bakış yeniden yeni yerine geçer.
Çocuk bu görünmez hayat ipinin üzerinde kayıtsızca oynayan usta cambazdır. Çünkü düşmeyi bilmez. Hâliyle cambazlığı da bilmez. Düşmek yetişkinlerin cezasıdır. Düşmek yetişkinlerin bildiği bir korkudur. Çocuk korkuyu bilmez. Korkuyu yetişkin gibi karşılamaz. Korkunun insan ruhunu kıskaca alan bütün görünmez suikastçılarını o sevecen kayıtsızlığıyla etkisiz hâle getirir. Fakat bu kayıtsızlık ne ölçüde sevecense o ölçüde zayıftır. Güçlenebilmesi için korkuyla tanışması ve ondan sonra da var oluşuna devam etmesi gerekir. Bunu başarmak da pek kolay değildir. O yüzden çocukluk, çoğu zaman, kayıtsızlığın duru gölünün yetişkinliğin korku dolu çerçöpüyle dolup kirlenmesiyle nihayet bulur.
Çocuk ebeveynlerin basiretine göre kendini faş eden bir sırdır. Ebeveynlerin yitmiş çocukluğunun kara kutusudur. İnsan artık hatırlamadığı, gözden kaçırdığı ya da tahkiye ederek yeniden yarattığı çocukluğunun karanlıkta kalan noktalarını böylece hatırlar. İlkinde bilinçsizce yaşadığı çocukluğunu ikincisinde bilinç düzeyinde yaşar. Yetişkinliğinde kendine dair biriken, görmezden geldiği ya da yanlış cevap vererek geçiştirdiği soruların hakiki cevaplarıyla yüzleşir. Ebeveynliğin zor kısmı da budur! Çocuk kendi çocukluğunu bütün doğallığıyla yaşarken sorumlu bir izleyici olarak ebeveyn buna nerede müdahale edip nerede geri duracağını kestiremez. Bu belirsizlik, ebeveyni yorar. Burada bir ustalık kesp edebilmesi için epey gayret göstermesi gerekir. O gayret esnasında birçok sayfasını atladığı, yarım kalmış çocukluğuyla karşılaşır. Geçmiş büyüsünü kaybetmiş bir an gibi çıkar karşısına. Hesap sorar. Çocukla çocuk olan ebeveynlerin derdi bu biraz da!
Çocuk alelade bir eksikliğin ya da boşluğun ikamesi değil, yeni bir kemalin intihasıdır. Çocukluluk ya da çocuksuzluk bağlamında değil bir olgunlaşma serüveni bağlamında ele alınmalıdır. Çocuk bu anlamda her şeyin mütemmim cüzüdür. Sabrın, yaşama sevincinin, heyecanın, korkunun ve hatta ölümün… Fakat bu tamamlayıcı hâl çocukta rüşeym olarak bulunurken bunu aksiyona geçirecek olan yetişkinin kendisidir. Ebeveyn çocuğu idrak edecek açıklığa sahip olmalıdır. Her şey çocukla birlikte asıl hüviyetine bürünür. Her şeyin yeniden ve kendi öz anlamını bulmasına sebep olan çocuk bazen de gözü boyayan ve her şeyi olduğundan az ya da fazla gösteren büyülü bir merceğe dönüşür. Çocukluğun bir intiha, başlangıç olmasının hikmeti de buradadır.
Çocuğu bir ideoloji nesnesine çevirmemeye dikkat ederek şunu da söylemek icap eder. Yalnızca çocuğu olanların anlayabileceği bir şeydir: Çocuksuz hayat, bütün kıymeti, hususiyetine rağmen bir fragmandan ibarettir. Asıl film çocuktan sonra başlar. Fakat bu çocuklu olmanın insana bir üstünlük ya da özel bir paye kazandırmasından ziyade, yaşadığı imtihanın; challenge’ın epey ciddi bir seviyede arttığının göstergesi olarak okunmalıdır! Yoksa çocuğu olanın çocuğu olmayanı küçümsemesi, çocuğun doğrudan övünülecek ama kendisine bile faydası olmayan mal mesabesinde okunması demekten başka bir şey değildir.
Çocuk insanı çaresiz bırakan bir panzehir, anti-sihirdir. Bir büyü bozumudur. Hayatın bütün olağan akışını fantastik bir maceraya çeviren ve o zamana dek kendine güvenen insanı derinden sarsan bir uyanıştır. İnsanın bu hayatta sevdiği, tutku duyduğu, arzuladığı her şeyin bir doyum noktası, bir istiap haddi var. Doymuşluk hissi bilgelikten çok ikraha benzer bir hâle sürüklese de bu sınır insanın lehinedir. Çünkü bir şekilde arzulanan nesneyle yaşanan birliktelik tecrübesi her şeyi normalleştiren bir simya barındırır. Lakin bu sistemin arıza verdiği tek yer vardır o da çocuk. Bu sistem bir tek çocukta işlemez. Ebeveyn çocukla ne kadar vakit geçirirse geçirsin -erkeklerin kadınlara nazaran daha çabuk sıkılmasının bir hikmeti olmalı- çocuğa olan sevginizin sizi sürekli şaşırtan coşkusunu dindiremezsiniz. Belki yorulursunuz, bıkarsınız ama küçücük bir varlığa olan bu tarif edilemez coşku ve heyecanın nasıl dindirileceğine dair o ürkünç soruya, geri hayata kaçmaktan başka bir cevap bulamazsınız. Erkekler için böyleyken kadınlar için çok daha fazlası bir imtihan söz konusu elbette. Campbell’den öğrendiğimiz kadarıyla, mitolojide kadınların çocuklarına olan sevgisine ket vuramayıp onları yemelerinden dem vurarak, annelerin evlatlarına olan sevgisinde ciddi oranda tasarrufa gidildiğini hatırlarsak mesele daha da vuzuha kavuşur. Çocuk sevgisinin baş döndürücülüğü aşikârdır. Bu sevginin kadın ya da erkek nezdinde farklılıklar olsa da nasıl da başa çıkılamayacak bir şey olduğunu göstermek açısından manidar bir alıntıdır bu.
Eski nesilden bir babanın çocuğa olan sevginin nasıl da baş döndürücü olduğunu anlatmak için “Çocuk haşa Tanrı’dan büyük” dediğini duymuştum. Çocuğa olan sevginin, merhametin, temayülün ne derecede kontrol edilemez ve ne ölçüde şaşırtıp insanı çaresiz bırakıcı olduğunu ifade etmesi açısından isabetli bir sözdür. Çocukların fitne olarak tanımlanmasını da tam buradan okumalı sanırım. Çocuğun bizatihi kendi varlığından değil ama, çünkü baştan aşağı masumiyetin ve aslında masumiyet bağlamında sorumluluksuz bir peygamberliğin temsilcisi olan çocuğun varlığından böyle bir olumsuzluk sadır olması düşünülemez elbette. Lakin ebeveynin çocuklarına olan temayülün, sevginin hararetinden ve coşkusundan kaynaklı bir fitne ihtimali söz konusu edilir burada. “Çocuk haşa Tanrı’dan büyük” ifadesi, bütün tehlikesine rağmen insanın çocuktan kaynaklı sevginin şiddeti karşısında ne kadar aciz ve çaresiz kaldığının itirafıdır aslında.
Bir anlamda masumiyetin -peygamberliğin ve ilahi olanın- ete kemiğe bürünmesi karşısında idrak sahibi insanın yapabileceği hiçbir şeyin olmaması ve bu çaresizlikle asıl faile sığınmasının örneğidir. İnsan burada sanat, estetik ve çocuk arasında bir bağın olabileceğine dair şüpheye de düşüyor. Sanatın estetiğin de aslında, çocuğun ebeveyne yaşattığına benzer bir hissiyata insanı sevk ettiğini düşünmeden edemiyor. Tecrübe edildiği o otantik hâl bağlamında düşünürsek, pratik anlamda bir faydası olmayan ama gönlüne inşirah veren, başını döndüren, dilinin bağını çözen kalbin atışını hızlandıran ama nihayetinde dünyanın bütün benzer heyecanlarından farklı olarak kendinde ve kendi için güzel biricik bir varlık olan çocuk…
Hayatımın çocuksuz döneminde biraz da her şeye geç kavuşmamdan mütevellit bir oyalanma sebebiyle muhatap olduğum ithamlardan biri de çocukla ilgiliydi. Hayata belirli bir miskin ve oyalanmanın zaviyesinden bakarken yaptığım yorumlar ve değerlendirmeler bağlamında söylenen “Baba olunca anlarsın…” sözü bana hep aynı kör hâlin, tevazuyla bulanmış kibrin ürünü gibi gelirdi. Babalığın okült, gizli, masonik bir örgütlenmeymiş gibi bir tezahürüyle karşı karşıya olduğumu düşünürdüm. Güya görünmez cübbeleri ve kukuletalarıyla birtakım babalar, bu tecrübeye benden önce varmış olmanın mübalağalı özgüveniyle beni kibarca uyarırlardı. Onlara, biraz da bilmediğim bir karanlığın korkusuyla hak vermekle birlikte, onların babalıklarının da kayıtlı olduğu insanlıklarının dünyaya dönük tezahürlerindeki aksaklık ve kusurlar sebebiyle şüphe etmekten de geri durmuyordum. Baba olduktan sonraki süreçte, bu ithamları hatırladığım bir gün bunun cevabını da almış oldum. Bana sürekli aynı tonda “Baba olunca anlarsın…” diyenler gerçekten neyi anlamışlardı acaba? Çünkü babalık her bittiğinde yeni bir cildi olduğunu keşfettiğin bir kitap. Okundukça çoğalan yok saydıkça kaybolan bir seri.
Çocukluk bir yerde bitiyor ama babalığın içine gömülüyor sanki. Babalar çocukları büyüdükçe o çocukluğu alıp içlerine gizliyorlar. Çoğu zaman ne yapacaklarını bilemese de orada sürekli bir sancı, heyecan, acı, sevinç gibi hislerden mütevellit bir karışım olarak duruyor. Babalar o karışımla ne yapacaklarını bilemedikleri için hayata kaçıyorlar. Orhan Pamuk’un Veba Geceleri romanında geçen bir sahne vardı. Küçücük oğlu vebaya yakalanmış baba, göçmek üzere olan oğlunun başındayken başlıyor sahne. Oğlunun son anlarında yanında olmak arzusu olan baba zaman zaman bu acıya dayanamayıp arada hiçbir şey söylemeden kaçıp gidiyordu. Sonra mahcup ve pişman bir hâlde oğlunun yanına geri geliyor, bir süre durduktan sonra bu ağırlığa dayanamayıp yine dışarı kaçıyordu. Anne bütün merhameti ve metanetiyle bir heykel gibi oğlunun başında dururken zavallı baba Safa ile Merve arasında, kabz ile bast arasında salınıp duran hüzünlü bir sarkaç gibi gidip geliyordu. Babalar kendi içlerindeki fırtınayı gündelik hayatla dindirmeye çalışırken anneler gönüllerinin genişliğiyle bu fırtınayı da dindirecek kudrete sahip elbette. Lakin onların içindeki fırtınayı ve sair hissiyatı tarife hiçbir babanın kalemi yetmez, idraki hiç yetmez.
“Baba olunca anlarsın…” ifadesini, özellikle masonik bir örgüt üslubuyla kullananların neyi kastettikleri bir yana çocuk anlaşılmayı bekleyen bir manzume olarak değil, anlamı da hükümsüzleştiren bir sırdır. Siz onu anlamaya çalıştıkça kaçar. Anlamaya çalışmak da bir kaçış aslında. Yetişkinlerin uydurduğu en sofistike kaçış yöntemlerinden biri. Diğer yandan çocuk onu anlamaya çalıştığında değil onu yaşadığında açıyor kendini. Baba olunca anladığım nadir şeylerden biri budur. Fakat babalar hayatla o kadar meşgul ki bir çocuğu yaşamanın maliyetini karşılamaktansa onu anlamak ya da anlatmak gibi daha masrafsız bir yola meyleder. Tam da burada yapıldığı gibi… Bir çocuğu yaşamak onu anlamaktan daha zordur çünkü. Ebeveynler de yaşamaya güç yetiremediği her an ya anlamın sihirli halısına binip bir yolculuğa çıkıyor ya da hayatın sürekli kutsanan hayhuyuna kaçıyor. Çocukluk ya da çocuk orada öylece duruyorken hem de.
Bu satırları bir erkek ve bir baba olarak yazdığım için, elbette, babalık zaviyesinden yazıyorum. Kadınların, biz erkeklerin hiçbir zaman künhüne vakıf olamayacağımız ama pratik hayattaki tepkilerimize anlam verecek kadar idrak edebileceğimiz kendilerine has hususiyetlerini göz ardı etmeden, kadınların da benzer bir seyir yaşayacaklarını düşünüyorum.
Çocuk bir mercektir. Her an, her şeyiyle kutsanarak kıymeti sürekli büyütülen bir hayatın bütün veçhelerini asıl boyutlarıyla gösteren büyülü bir mercektir. O mercekten bakabilmeye güç yetirdiğinizde her şeyin aslıyla göründüğünü de fark edersiniz. Hatta çocuğun kendisinin bile…
İtalo Calvino’nun meşhur “Palomar” öyküsünü hatırlayın… Bir yaz günü sahilde gördüğü kadına yönelik hakiki bakışın, tutumun ne olduğunu sorgulayan Palomar bunu idrak edene kadar sahilden ayrılamaz. Aradığı ideal kayıtsızlıktır. O ideal kayıtsızlığa ulaşana kadar sahilde öylece gider gelir; tabiri caizse ruhsal patinaj yapar. Palomar’ın nihayetinde kavuştuğu o anlamsız hikmete benzer bir tecrübe yaşıyoruz biz de. Tarih boyunca çocuğun ne olduğu sorusuna cevap ararken, çocuğu ihmal edişimiz bir yana, anlamdan da uzaklaşıyor gibiyiz. Bir imkânsızlığın ortasında imkânı arayan Palomarlarız. Bu imkânsızlık geçmişin artık karanlıkta ve çok uzakta olmasından çok bugünün sorularının peşin hükümlülüğü ve cevapların rölativitenin kilisesince takdis edildiği ölçüde çoğalmasından kaynaklanıyor. O yüzden tarihin bizimkine yakın olduğu anından itibaren bir çizgi çizerek değerlendiriyoruz geçmişi.
Yakın geçmişimizde çocuğun yok sayıldığına, ihmal edildiğine inandık. Kendi kişisel verilerimiz, tarihimizin çocukluk dönemine denk gelen kayıtları da bunu doğruluyor gibi. Sonrasında bu geçmişin, biraz da kurgulanan geçmişin, acısıyla çocuğu daha çok pagan bir yatırımcı mantığıyla puta çevirdik. Şimdiyse kafamız iyice karıştı. Çocuğu nasıl yaşayacağımızı bilmiyoruz ama anladığımızı iddia ediyoruz. Yetişkinler olarak çocuğu bütün otantikliğiyle yaşayabilecek hâli bulmak zorundayız. Hiçbir zaman bulamayacağımızı içten içe bilsek de…
Tam da burada Palomar’ın yaratıcısı Calvino’yu hatırlama zamanı: “Bir adam adım adım bilgeliğe ulaşmak için yürüyüşe çıkıyor. Hâlâ varamadı.”