OTONOMİ VE ÇOCUKLUK


Murat Erşen*
Ve yine bu şekilde düşündüm ki hepimiz yetişkin yaşa varmadan önce çocuk olduğumuz ve uzun süre çoğu kez birbirleriyle çelişen ve belki de hiçbiri bize hep en iyiyi öğütlemeyen arzularımız ve öğretmenlerimiz tarafından yönlendirildiğimiz için yargılarımızın doğumumuzdan itibaren aklımızı tam olarak kullanmamız ve yalnızca onun tarafından yöneltilmemiz durumunda olacağı kadar arı ve sağlam olması imkânsızdır.
Descartes, Yöntem Üzerine Konuşma
Modernite geleneksel olarak kapitalizmin, demokratik siyasi kurumların ve bireysellik fikrinin yükselişiyle vasıflandırılır. Aydınlanmanın ideali de özellikle din ve gelenek temelli varsayımlardan kurtularak aklın rehberliğinde bireysel ve toplumsal özgürleşmedir. Öyleyse sekülerleşme süreci diye de adlandırılabilecek bu sürecin düğüm noktası bireysellik, yasa ve özgürlük kavramlarıdır. Başka bir deyişle, meselenin özünde otonomi yer alır. Auto-suz bir nomos da, nomos-suz bir auto da Kant’ın deyişiyle “ergin olmama durumu”na işaret eder. Özgürlüğü üstlenmek yerine çocuk kalmayı seçen insanlık Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümünü ilan ettiği zamandan beri bu yeni tarihsel duruma sadece iki cevap verebilmiştir: İlki faşizm ve türevleri, diğeri ise tüketim toplumu.
Descartes 1637 tarihli ünlü Yöntem Üzerine’sine son derece demokratik bir jestle, aklın (le bon sens) dünyada en iyi paylaştırılmış şey olduğunu belirterek başlar ve onu temelde “iyi yargılama ve doğruyu yanlıştan ayırt etme yetisi” olarak tanımlar. İnsan gelenekler ve eğitim sonucu edindiği kanaatleri şüphe konusu yaparak onlardan kurtulabilir. Bu basitçe, “çocukluğundan beri” bu bilgilerle beslenmiş bir zihnin okul çağını aşmasıyla yaşadığı krizin, yani insanın kendi aklını kullanmasının hikâyesidir.
Öznellikte görülmeye başlayan bu kayda değer değişim, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde (1793) evrensel eşitlik idealinde yankılanır. On sekizinci yüzyıla damgasını vuran bu ahlaki ve politik değişimin göstergesi, insanların kendilerini ve kendileri gibi olanları haklara sahip özerk varlıklar (autonomous agents) olarak görmesidir. Kant da meşhur tezini, tarihsel olarak insan haklarının icat edildiği ve bireyin ahlaki değerinin tartışıldığı bir dönemde formüle etmiştir. Bu iki bildirge arasında yazan düşünür, çocukluktan yetişkinliğe geçişi Aydınlanmanın bir metaforu olarak kullanır: “Aufklärung ist der Ausgang des Menschen aus seiner selbstverschuldeten Unmündigkeit.” Türkçesiyle, “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.” Kant ‘Unmündigkeit’ kelimesini ‘yasal yetişkinliğe erişmemiş olmak’ anlamında kullanır. Aynı kökten gelen ‘Unmündig’ kelimesi aynı zamanda ‘reşit olmama’ ya da ‘bağımlı ve özgür olmama’ anlamına da gelmektedir. Özetle, reşit olmama ya da olgunlaşmamışlık, bir başkasının rehberliği olmadan aklını kullanma cesareti göstermemenin bir sonucudur. Bu durum çocuksu bir bağımlılık hâlini, bir akılsızlığı, kendi adına düşünememeyi, kısaca doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırt etmek için dış bir yasaya tabi olmayı ifade eder. Bunun sorumlusu bir yandan bizzat bireydir; zira ergin olmama durumu ya da çocukluk çok rahattır, tembellik ve korkaklık onu kendi yasasına uyan ahlaki bir fail olmaktan geri tutar. Öte yandan bireyin yetiştirilmesinde vasilerin ve koruyucuların rolü de “önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasakla[maktır].”
Bu çocukluk ya da çocuksuluk tasvirinin hedefi tüm yaş grupları için Orta Çağ’a özgü bir davranışmış gibi görünse de günümüz bireyi de aynı rahatlık zindanına başka kapıdan girmesine sebep olan başka bir çocukluk sergiler.
Çocukluğun tanımını ve nasıl kurulduğunu anlamak için bu noktada Neil Postman’ın “The Disappearance of Childhood” (Çocukluğun Yokoluşu) başlıklı tarihsel analizinin önemli tezlerine dönmek faydalı olabilir. Platon’un Mağara Alegorisinden Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları’na insanlarda kanaatlerin nasıl kökleştiği bilinen bir husustur. Temel amaç, eğitim yoluyla çocuğu yetişkinin simgesel dünyasına hazırlamaktır. Gelgelelim, Postman’a göre, “bebekliğin tersine çocukluk, biyolojik bir kategori değil, toplumsal bir kurgudur” ve “çocukluk fikri, Rönesans’ın büyük icatlarından biridir.” Orta Çağ’da çocuk ile yetişkin arasında keskin bir ayrım bulunmaz, dahası böyle bir ayrım yapmanın gereği de yoktur, zira bütün yaş grupları aynı enformasyon alanını paylaşır. O dönemde, bilgi sözel olarak aktarılmaktadır, dolayısıyla ortalama bir kişi için temel malumat aracı kulaktan kulağa aktarılan şiir, türkü, masallar, toplu ayinlerdir. Bu yüzden daha sonra çocukluk kategorisine yerleştirilecek kesim de dâhil olmak üzere her yaş grubu, her şeyi işitiyor ve görüyordu. Çocukların yetişkin dünyasında bilmediği çok az sır vardı ve kültür, kendisinin nasıl anlaşılacağına ilişkin bir eğitim almayı gerektirmiyordu. “Orta Çağ’da çocukluk yedi yaşında biterdi. Neden yedi yaşında biterdi? Çünkü çocukların iyi şekilde konuşmaya başlamaları ancak yedi yaşında gerçekleşirdi. Yedi yaşından itibaren çocuklar, dilsel kapasitelerini yetişkinlerin söyleyebildiği ve anlayabildiği şeylere doğru genişletebilirdi. Bilmeyi gereksindikleri dilin tüm sırlarını bilebilirlerdi. İşte bu bize, Katolik Kilisesi’nin yedi yaşını neden doğru ile yanlış arasındaki farkı bildiğimizi varsaydığını ve bu yaş dönemini ‘akıl yaşı’ olarak belirttiğini açıklamamızda yardımcı olmaktadır.”
Demek ki, çocuk ile yetişkin arasında bir ayrım geliştirmek için, yetişkinlerin kendi yetişkinlik anlayışlarını çocukları dışlayacak şekilde değiştirmelerini gerektirecek büyük bir dönüşüm söz konusudur. Ve işte tam da “ancak 15. yüzyılın ortalarında bu tür bir olay meydana geldi: Hareketli tipteki matbaa makinesinin bulunuşu.” İnsanlara biricik varlıklar olarak benlikleriyle ilgili düşünme ve konuşma imkânı veren matbaa, hem çocukluğun nüvesi hem de eğitimin ve okulun icadının tohumu olur. Böylece sadece çocukların korunmaya, bakıma, eğitime ve yetişkin sırlarından özgürleşmeye gerek duydukları düşüncesi ortaya çıkmakla kalmaz, aynı zamanda yetişkinliğin bir özelliği olarak benlik denetimi fikri yerleşir. Çocukta artık hem entelektüel açıdan bir okur yazardan beklenen zekâ ve bireyselliğin hem de ahlaki açıdan tutkuları denetim altına alma, haz duygusunu erteleme kapasitesinin geliştirilmesine odaklanılır. Hazzı ertelenmesinde yaşanan sorun tam da modern psikopatolojinin, diğer bir deyişle yeni çocuksuluğun temelidir.
Tam da bu noktada, hazzı erteleyememe sorunu yalnızca bireysel bir zafiyet ya da pedagojik bir eksiklik olarak değil, modern kültürün yapısal bir özelliği olarak belirir. Çocuksu şımartılma gereksinimi, yalnızca bireysel bir zayıflık ya da pedagojik bir başarısızlık değil, geç kapitalizmin doğrudan teşvik ettiği bir arzular rejimidir. Michael Foley Saçmalıklar Çağı’nda reklamcılık ve tüketim kültürünün, bireyin haz alma kapasitesini kışkırtmasını inceler. Bu dinamik, bireyi gecikmeye, yoksunluğa ya da sınır koymaya tahammülsüz hâle getirmektedir. Artık arzu edileni elde etme hakkı, üretim ilişkilerinin dışına taşan, doğrudan insan doğasına aitmiş gibi sunulan bir evrensel hak olarak kurgulanır. Ancak bu hak, öte yandan üretim araçlarına sahip olmayanların hiçbir zaman gerçekten ulaşamayacağı bir haz vaadidir. Bu yönüyle çağdaş çocuksuluk, yalnızca psikolojik bir eğilim değil; ideolojik bir biçimleniştir. Geç kapitalizm, iş gücünü disipline eden klasik otoriter söylemin yerini, bireyi arzularına yatırım yapmaya çağıran bir teşvik sistemine bırakmıştır. “Dilediğince çocuk kalabilirsin” vaadi, modern özneyi süreğen bir tatminsizlik içinde tutarak onu mutlak bir tüketime yönlendirir. Bu sistemde haz, geçici doyumun değil, kalıcı eksikliğin adı olur. Tıpkı metaların fetişleştirilmesi gibi, çocukluğun da idealize edilmesi ve yeniden üretilmesi gerekir; hem de üretim zincirinden bağımsızmış gibi görünen, ama tam da onun devamını sağlayan bir ideolojik aparat olarak. Bu bağlamda çocuksuluk, hem kapitalist üretim tarzının sürdürülmesi için gerekli tüketici öznenin inşasını sağlar hem de benliğin, arzunun ve hatta zamanın politik ekonomisini yeniden şekillendirir.
Tam da bu nedenle, örtük çocuksulaşma buyruğu bir bakıma özgürleşme çağının gerçekliğe çarpmasının yarattığı hayal kırıklığına verilen kültürel tepki olarak okunabilir. Modern birey, özgürlük vaadiyle zincirlerinden kurtulmuş; ancak bu özgürlük, onu yeni türden yükümlülükler, belirsizlikler ve seçim baskılarıyla baş başa bırakmıştır. Artık ne geleneksel otorite vardır ne de güvenli toplumsal roller; birey kendi yaşamının girişimcisi, kendi benliğinin mimarı olmakla yükümlüdür. Bu ağır özerklik zorunluluğu karşısında çocuksuluk -yani sorumluluktan kaçış, kendiliğindenlik, hazza öncelik verme- cazip bir sığınak hâline gelir. Kapitalizm bu çelişkiyi hızla içselleştirir ve pazarlar: Özgürleşmenin taşıdığı ağır yük, çocuksulaşmış bir özne kurgusuyla hafifletilir. Karar vermekten bunalmış bireye, karar vermek zorunda olmadığı bir dünya; sonsuz seçenek karşısında donup kalan özneye, “dilediğini seç ama hiçbiri için sorumluluk duyma” rahatlığı sunulur. Böylece özgürlük, çocuksuluğun tüketime elverişli kılınmış versiyonuna tahvil edilir: Bağımsızlık değil keyfîlik, özerklik değil anlık doyum.
Geç kapitalizmin disiplin rejimi artık dışsal baskılarla değil, içselleştirilmiş motivasyonlar, kişisel gelişim ideolojisi ve performans kültürü aracılığıyla işler. Bu yeni rejimde, özne dışsal otoritelere değil, kendi içindeki sürekli üretken, yaratıcı ve “potansiyelini gerçekleştirme” arzusu taşıyan benliğe karşı sorumludur. Bu dönüşüm, klasik anlamda nevrozun da biçimini değiştirir: Artık özne arzusunu bastıran değil, onu durmaksızın teşvik eden ama hiçbir zaman doyuma ulaştırmayan bir düzene tabidir. Freud’un süperegosu buyurgandı; geç kapitalist süperego ise coşkulu bir koç gibi davranır: “Yapabilirsin!”, “Hayal et, gerçekleştir!”, “Kendin ol!” gibi çağrılarla yönlendirir. Ancak bu sürekli kendini gerçekleştirme zorunluluğu, özneyi kronik bir yetersizlik ve suçluluk hissiyle baş başa bırakır. Çocuksulaşma buyruğu bu bağlamda, nevrotik öznenin üzerindeki yükü hafifletmeye yönelik bir kaçış mekanizması olarak işler. Erteleme, sorumluluk alma ve arzuyu yapılandırma kapasitesi yerine, “an”da kalma, oyalanma, ve sürekli tatmine açıkmış gibi sunulan bir benlik modeli öne çıkar. Ne var ki bu model, özgürlüğün vaat ettiği özerklikten değil, onun yükünü taşıyamayan bir nevrozdan türemiştir. Bu nevroz kesintiye uğramayan bir eğlenceyi talep etmektedir.
Eğlence endüstrisiyle çocuksuluk nevrozu arasında giderek pekişen simbiyotik ilişki, özneyi yalnızca tüketen değil, neşelenen, oynayan ve “oyunu iş edinen” biri olarak biçimlendirir. Bu kültürde neşe, üretken bir eylemin ya da kolektif dönüşümün değil, bireysel rahatlamanın, dikkat dağınıklığının ve oyalanmanın nesnesidir. Yine Foley’nin andığı terimlerden biri olarak “mesleki neşelilik” buyruğu -yani yaptığı işi sevdiğini, her an keyif aldığını kanıtlama zorunluluğu- emeğin içsel çelişkilerini görünmez kılar; çalışmayı, sistem eleştirisinden arındırılmış, daima pozitif bir varoluş alanı gibi sunar. Ancak bu yapay neşelilik, eylemin içeriğini boşaltır; yetkinlik ve virtüözite gibi sabır, odaklanma ve içsel mesafe gerektiren meziyetler artık “fazla ciddi”, “fazla yetişkin”, hatta “zevksiz” sayılır. Bu da eğlenceye göre ayarlanmış bir eylem ahlakı doğurur: Emek değil şenlik, direnç değil katılım, derinlik değil yüzey.
Ebedî çocuksuluk ise tam da bu eğlence-yoğun kültürün öznesini şekillendirir. Karar verme sorumluluğunu üstlenemeyen, risk alamayan, süreklilikten çok anlık tepkilere dayanan bir benlik yapısı, özneyi eylemden -özellikle siyasal, tarihsel ya da etik anlamda eylemden- alıkoyar. Bu yapı, oyunun, sadece bir boş zaman faaliyeti değil, hayatın temel biçimi olduğuna inandırır. Ancak bu oyun, kuralsız ve sonuçsuzdur; kazanmak ya da kaybetmek yoktur, yalnızca süreklilik ve dikkat çekme arzusu vardır. Dolayısıyla çocuksuluk burada özgürleştirici değil, ketleyicidir: Eylemin sorumluluğunu üstlenmeyi engelleyen, her müdahale arzusunu parodileştiren bir estetik rejime dönüşür. Neşenin bu düzlemde politik karşılığı, protestonun yerini alan mizah, eleştirinin yerine geçen ironi, dönüşümün yerine geçen “kendinle barış” mitidir. Bu mitin yansıması olarak değerlendirilebilecek “kendin ol” buyruğu, artık özgünlük değil, sistemle tam uyumlu bir çeşitlilik fetişidir. Burada yaratıcılık artık, üretim araçlarına erişimin değil, platformlara entegrasyonun adı olur. Herkesin çocuksulaştığı dolayısıyla mesleki virtüöziteyi yitirdiği bir dünyada sanatın da zanaatin de işin de tanımı değişir. Kamusallık artık içerik üreticisi olanlardan mürekkep bir kalabalıktır adeta çünkü içerik, anlamlı bir üretim sürecinden değil, gündelik deneyimlerin hızla paketlenmesinden ibarettir. Böylece ilkin müşteriliğe indirgenmiş tüketici özne, bu çocuksuluk ideolojisinin nevrotik sapmalarla kurulmuş evreninde, yapay bir yaratıcıya dönüşür.
Saçmalıklar Çağı’nda ilkel kültürlerdeki duygusal eğitimle çağımızın yetişkinliğe geçiş ritüelleri de karşılaştırılır. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş, birçok “ilkel” kültürde kolektif olarak yapılandırılmış, bedensel ve simgesel olarak sınır çizilmiş bir süreçtir: Birey, toplumdan geçici olarak kopar, yaralanır, yeniden eğitilir ve ancak bu dönüşümden geçtikten sonra topluma kabul edilir. Bu yapı, yetişkinliği salt yaşla değil, kazanılmış, hak edilmiş ve sorumlulukla donatılmış bir kimlik olarak tanımlar. Buna karşılık, çağdaş kültür bu aşamaları sistematik biçimde aşındırır. Kopuş yerine bağımlılık, yaralanma yerine konfor, anlam yerine dikkat dağıtımı, dönüşüm yerine yüzeysel varyasyon önerilir. Artık kahraman çocuk ya da Foley’nin deyimiyle “koca bebek” evden ayrılmaz; dijital ortamda avatarı üzerinden risk alır gibi yapar ama bedeni daima güvendedir. Böylece, tehlike yalnızca simüle edilir; dönüşüm değil, oyalanma gerçekleşir. Bu durum, çocuksuluğun ideolojik bir biçim almasına neden olur: Toplum, yetişkinliği değil, sonsuz bir ergenliği idealleştirir.
Sonsuz ergenlik ideolojisi arkadaşlığı da derinlikli bir ilişki olmaktan çıkarır; onu “katılınan bir arayüz”, “takip edilen bir kullanıcı”, “sohbet edilen bir figür” düzeyine indirger. Bu dönüşüm, arkadaşlığı bağlayıcılıktan arındırır; o artık sözleşmesiz, süreksiz, emek gerektirmeyen ve sonuçsuz bir etkileşim biçimidir. Aynı diziyi izlemek, aynı uygulamada zaman geçirmek, aynı şarkıya tepki vermek gibi ortaklıklar, dostlukların maddesi hâline gelir. Bu da, dostluğu -tıpkı ergenliğin idealleştirilen hâli gibi- sorumluluktan, krizden, çatışmadan ve birlikte büyüme mecburiyetinden azade bir forma sokar. Böylece klasik anlamıyla arkadaşlık, özellikle Aristoteles’ten bu yana tanımlanan hâliyle, ortak bir yaşama idealinde ya da erdemde buluşma, birlikte düşünme ve dönüşme kapasitesi üzerine kurulu arkadaşlık çocuksuluk çağında anlık hazda ortaklaşmaya indirgenir.
Sonuç olarak, çağdaş kapitalist kültürün çocuksuluğu ideolojik olarak organize etmesi, üretim ilişkilerinin sürekliliğini sağlayan derin yapısal bir işlev görür. Yetişkinliğin tarihsel olarak taşıdığı dönüşüm, sorumluluk ve kolektif eylem kapasiteleri, geç kapitalist öznellik rejimi tarafından sistematik biçimde değersizleştirilir. Yerine, süreğen bir ergenlik hâli -hazza öncelik veren, eylem yerine performansı koyan, ilişkileri sorumluluktan arındıran bir yaşam biçimi- ikame edilir. Böylece birey, özgürlük yanılsaması altında disipline edilir; eyleme geçmek yerine içerik üretir, dönüşmek yerine kendini gösterir. Arkadaşlık gibi tarihsel olarak dönüştürücü ilişki biçimleri bile, bu ideolojik zeminde işlevsizleştirilerek eşlik temelli ve dikkat ekonomisine entegre edilmiş yapılara dönüşür. Kapitalizmin çocuksuluğu yüceltmesi bu yönüyle, hem üretici öznenin bastırılmasını hem de potansiyel siyasal öznenin ketlenmesine sebep olmaktadır.
*Çevirmen, editör.