GERÇEKLİĞİN NEDENİ?


Nathanael Stein*
Önce kolay soru geldi; oğlum, dört yaşına bastıktan birkaç ay sonra şöyle sordu: “Gerçek miyiz?”[1] Soru aniden geldi gerçi ama tamamen durduk yere geldi de denemezdi; ben de hızlıca cevap verebildim: Evet, biz gerçeğiz ama Frozen’daki Elsa ve Anna, bu iki karakter gerçek değil. Bitti. Ama birkaç hafta sonraki soru, havuzdan sıçrayan su kadar ani geldi: “Baba, peki neden gerçeğiz?”
Bu sefer elimde hazır bir cevap yoktu, çünkü soruyu tam olarak anladığımdan emin değildim. Dört yaşındakiler Neden? sorusunu çok sorar -bu dediğim bir klişe belki ama çok doğru bir klişe- ve bu “Neden?”ler çoğu zaman belirsiz olur. Araba koltuklarından bacakları sarkarken küçük Aristoteles’ler gibi, Neden? soruları “pek çok farklı anlamda” söylenir. Hatta bazen bu “Neden?”ler, Aristoteles’in kategorilerine bile uyabilir: Belki bir şeyin amacını soruyorlardır, belki nasıl yapıldığını, ya da bir ölçüt istiyorlardır. Genelde bağlama göre hissederek yolunuzu bulmanız gerekir.
Ama bazen, bu soruda olduğu gibi, oğlumun benden neyi açıklamamı istediğini hiç bilemeyebilirim. Bir yandan dünyayı öğrenirken bir yandan o dünya hakkında nasıl soru sorulacağını öğreniyor; yani sürekli hareket hâlinde iki hedef var. Şimdilik elimdeki tek ipucu, daha önce gerçek olup olmadığını sormuş olması; bu da sanki şeyleri “gerçek” ve “gerçek olmayan” olarak ayırmaya çalıştığını düşündürüyor. Belki de bu devam sorusu somut bir tanım talep ediyor: Bir şeyi gerçek yapan nedir? Gerçek olanla olmayan arasındaki fark nedir? Eğer öyleyse, işim biraz zor. Neden soruları en basit hâliyle çünkü ile verilen cevaplara karşılık gelir ve bu çünkü genellikle açıklamaya çalıştığımız şeyin dışında bir şeye işaret eder. Huysuzsun çünkü bir şey yemedin; araba sürüyoruz çünkü yiyecek almamız gerek; bu yemek sağlıklı çünkü ihtiyacın olan besinleri içeriyor. Ama soru “Neden gerçeğim?” olunca, çünkü’den sonra gelen boşluğu neyle doldurabiliriz?
Bu soruya meslekî bir ilgim var. Gerçeklik kavramı, sahip olduğumuz en temel ve en soyut kavramlardan biridir. Neyin gerçek olduğuna dair sorular sormak, Parmenides’ten Aristoteles’e, İbn Sina’dan Aquinas’a, Immanuel Kant’a kadar felsefenin en önemli ve klasik eserlerinden bazılarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ancak bu tür sorular, aynı zamanda, insanların -bunlara filozoflar da dâhil- bazı soruların aslında tamamen anlamsız ya da meşru olmayan türden olduğunu düşünmesine yol açan, kolayca karikatürize edilebilecek, sinir bozucu bir tür felsefeyi de beraberinde getirme eğilimindedir. Bu tutum bazen yapıcı bir eleştiri olabilir ama aynı zamanda yüzeysel ve kendini hükümsüz kılan bir tavra da dönüşebilir ve çoğunlukla sağduyulu bir pragmatizm kılığına bürünmeyi sever.
Peki böyle bir soru nasıl ortaya çıkar? Bir çocuğun iyi ve kötü, doğru ve yanlış hakkında sorular sormaya başladığını fark etmek oldukça kolaydır. Bu da bu tür soruların geçerliliği olduğuna dair bir neden sunar. Ama gerçekliğin kendisi ne zaman merak, hayret ya da kafa karışıklığı konusu hâline gelir? Ve neden?
Neden? sorusu nasıl farklı biçimlerde sorulup yanıtlanabiliyorsa, gerçek olanla olmayanı ayırt etmenin de şaşırtıcı derecede farklı yolları vardır. En tanıdık kaşıtlıklardan biri, gerçeklik ile görünüş arasında kurduğumuz ayrımdır. Bu ayrım, felsefenin kendisi kadar eskidir ve çoğu zaman felsefenin tam da bu noktada başladığı söylenir: MÖ 6. ve 5. yüzyılın ilk felsefecileri ve ilk bilim insanları -Thales, Anaksagoras, Empedokles ve Leukippos gibi isimler- doğa olaylarının ardındaki nihai gerçekliği sorgulamışlardı: Temel öğeler, atomlar ya da Pythagoras’ın ileri sürdüğü gibi sayılar bu nihai gerçekliğe karşılık olarak öne sürülmüştü. Burada, bir şeyin neyden yapıldığı sorusunun o şeyin gerçekliğiyle özdeş tutulduğu fikrin kökenini bulabiliriz. (Ya da tanımlamakta zorlandığımızda söylediğimiz gibi: “Gerçekten gerçek”.) Bu bağlamda, insan ölçeğinde tanıdık olan nesneler gerçeklik bakımından bir şekilde daha düşük bir statüye sahip sayılır.
Gerçekliği görünüşle karşılaştırdık ama örneğin bir masa, en azından maddeyi içerdiği ölçüde, yine de gerçek bir şeyden türemiş sayılır. Maddenin en temel düzeyde bizim algıladığımız gibi olmaması mümkün olsa da, o yine de gerçekten oradadır ve gerçekten belirli bir şekilde görünür. Onun görünüşü, bir bakıma, kendini tezahür etme biçimidir. Ancak gerçeklik bazen daha farklı bir şeyle de karşıt hâle gelir: Salt görünüş dediğimiz şeyle. Örneğin ekranda oluşturduğumuz hareketler gibi: Pikseller yanar, söner, renk değiştirir; değişim vardır ama hareket eden hiçbir şey aslında hareket etmiyordur. Bu, belirli örüntülerin yarattığı hareket yanılsamasından farklıdır: Burada nesnede hiçbir değişim olmaz, ama yine de bir hareket görünüşü ortaya çıkar. O hâlde görünüş ile gerçeklik arasında yapılan karşıtlık, en az üç farklı şeyle ilişkili olabilir: Tezahür, salt görünüş ve yanılsama.
Ayrıca şunları da ayırt ederiz: Gerçek olanla yalnızca hayal edileni ya da rüyayı; bir şeyin özsel doğası (yani onun “gerçekte ne olduğu”) ile rastlantısal özellikleri; en az bir zaman süresince var olmuş olanla hiç var olmamış olan. Bu son saydığım bağlamında dinozorlar ve atalarımız gerçektir, ama tek boynuzlu atlar gerçek değildir.
Bazı şeyleri gerçek, bazılarını gerçek dışı olarak ayırt etmenin başka yolları da vardır, benim saydığıma göre en az bir düzine. Gerçekliğin kendisi katı olabilir, ama “gerçeklik” kelimesi oldukça bulanıktır. Ama şimdiye kadar bu ayrımların hiçbiri, oğlumu rahatsız eden şeye tam olarak karşılık gelmiş gibi görünmüyor. Gelişimsel açıdan bakıldığında, belki de bana sorulan soru çok daha temel bir ayrıma işaret ediyor. Dört yaşındaki bir çocuk için gerçek, türetilen bir şeyle, bir yanılsama ya da yoklukla değil, –mış gibi yapma ya da taklit etmeyle karşıtlık hâlindedir. Bu ayrım, yetişkinler için fazla açık görünebilir: Üzerine kaç tane ip ya da bez sererseniz serin elbette bir yatakla bir tekne aynı şey değildir. Ama Platon’un da gördüğü gibi, bu ayrımın çocuklarda nasıl algılandığını anlamak bizim için hayati önemdedir. Çünkü çocuklar birçok şeyi -mış gibi yaparak öğrenir, deneyimlerini taklit ederek anlamlandırırlar. Bu tür oyunlar, bizim bizzat canlandırdıklarımızdan ziyade, dinlediğimiz ya da izlediğimiz hikâyeler dünyasıyla doğrudan bağlantılıdır. Filozof Kendall Walton, yetişkinlerin romanlar ve filmler gibi anlatı sanatlarıyla kurduğu ilişkiyi, çocukların kurmaca oyunlarının daha gelişmiş bir biçimi olarak değerlendirmemiz gerektiğini öne sürmüştür, örneğin hikâyelerdeki karakterler, bu oyunlarda kullanılan birer “oyun nesnesi” (prop) gibi işler. (Bu bağlantının daha önce de kurulduğunu, en azından Avusturya doğumlu sanat tarihçisi E. H. Gombrich’e kadar geri götürülebileceğini kendisi de belirtir.)
Çocukların ilk birkaç yılında deneyimlemeye ya da fark etmeye başladıkları şeylerin büyük bir kısmı, onlara resimler ve hikâyeler aracılığıyla tanıttığımız şeylerdir: Nesnelerden ve hayvanlardan tutun da, çalışma, çatışma, hayallere dalma, korku, güvenlik gibi daha soyut kavramlara kadar. Onları gerçekliğe hazırlamak için imgeler ve hikâyeler kullanırız; ve bu hazırlık, o gerçeklikle nasıl karşılaştıklarını da etkiler. En azından, böyle hayal ederiz, böyle umut ederiz ve böyle kaygılanırız.
Platon da hem kaygılıdır hem umutlu. Şaşırtıcı biçimde, hikâyeleri müzikle ve diğer sanatlarla birlikte eğitimin bir parçası olarak görür; Devlet diyalogunda, ideal kentinin gelecekteki yöneticilerine hangi hikâyeleri anlatmamız gerektiği konusunda son derece dikkatli olmamız gerektiğini söyler:
“Çocuklara önce hikâyeleri anlatmaya başladığımızı biliyorsun değil mi? Bunlar genellikle gerçek dışıdır, ama içinde bir miktar hakikat de barındırırlar… Biliyorsun, değil mi, herhangi bir sürecin başlangıcı en önemli olandır, özellikle de genç ve hassas olan biri için. İşte o kişi tam o dönemde en şekillendirilebilir hâldedir ve istediğin kalıbı kolayca üzerine işleyebilirsin.”
Platon’a göre, bu şekillendirilebilirliğin kendine has bir nedeni vardır: Çocuklar bir hikâyenin mecazi ya da gerçek olmayan anlamını, yüzeydeki anlamdan ayırt edemezler. Onun çözümü Platon’a göre sansürdür, bunun kötü bir ünü vardır ve radikal görünebilir. Ama şu bir gerçek ki, hemen herkes Platon’un meseleyi ortaya koyuşuna az çok katılır ve hatta çözümüne de. Ancak Platon’un neden bu “genel olarak gerçek dışı ama içinde bir miktar hakikat barındıran” hikâyelerin erken dönemde gerekli olduğunu düşündüğünü anlamak önemlidir.
Bu dönemde çocuklara hikâyeleri, müziği ve genel olarak sanatı tanıtmanın amacı, kelime kelime bilgi aktarmak değil; aksine, “bu güzel işlerden bir şeylerin gözlerine ve kulaklarına değerek, iyi bir yerden esen meltemin sağlık getirmesi gibi, onları farkında bile olmadan, çocukluktan itibaren benzerliğe, dostluğa ve aklın güzelliğiyle uyuma yönlendirmesi”dir. Bunun sonucu şudur:
“Müzik ve şiirle doğru biçimde eğitilmiş biri, bir şeyin eksik yapıldığını ya da doğa tarafından yeterince özenli biçimde yaratılmadığını hemen sezer… Gençliğinde henüz nedenini anlayamazken bile utanılacak olanı yerinde bir şekilde reddeder, ondan nefret eder; ama bu şekilde eğitildiği için, akıl ile karşılaştığında onu memnuniyetle karşılar ve onunla kendisi arasında bir akrabalık olduğu için onu kolaylıkla tanır.”
Eğitilmekte olan bir çocuk henüz bir şeyin neden kötü ya da iyi, neden utanılacak ya da yüce olduğunu anlayabilecek durumda değildir. Ama yine de, onu bazı şeylere yönlendirmeye, bazı şeylerden uzaklaştırmaya başlamak için bekleyemeyiz. Çünkü o, neden bazı şeylerin iyi, bazı şeylerin kötü olduğunu anlayacak yaşa geldiğinde, artık doğru davranışları ve eylemleri çekici bulmasını sağlamak için geç kalmış oluruz. Hatta, çocuk duygusal olarak önceden doğru şekilde hazırlanmadıysa, iyi olan bir şeyin gerekçesi tam gözünün önünde olsa bile onu tanıyamaz.
Bu estetik-duygusal hazırlık, daha sonraki akılcı takdir yetisinin mümkün olmasını sağlayan şeydir. Platon’a göre bu işe yarayabilir, çünkü çocuklar alegorik içeriğe ve estetik özelliklere karşı duyarlıdır; ama tam da bu duyarlılık, süreci aynı zamanda riskli hâle getirir. Hangi hikâyelerin anlatılacağı, ne tür müziklerin dinletileceği, çocuğun odasının nasıl dekore edileceği ya da hangi oyuncakların etrafta bulunacağı gibi konuları fazlasıyla düşünen her ebeveyn, bu türden umut ve korkuyu tanıyacaktır. Platon’a göre ise asıl önemli olan şey, hikâyelerle sanat eserleri arasındaki ilişkinin özel bir rol oynamasıdır. Bu eserler, iki yönlü bir etkiye sahiptirler: İmgelerden oluştuklarından, ilk dönemdeki bilgisizliğimizi ifade ederler; ama aynı zamanda erken çocukluk döneminde bize ulaşmanın neredeyse tek yolu onlardır. Aslında bu eserler, sadece birer imge ya da hikâye değillerdir, henüz kavrayamadığımız ama her şeyden önemli olan bir şeye dair zayıf da olsa birer sezgi sunarlar.
Demek ki gerçek ile -mış gibi arasındaki ayrım çocuklukta yaygın ve önemlidir. Ama hâlâ şu sorular geçerli: Dört yaşındaki bir çocuğun bu konuda şaşıracağı, kafa yoracağı şey ne olabilir? Ve bunu ona tatmin edici bir şekilde nasıl açıklayabiliriz?
Mesela şöyle diyebilirim: “Senin bir bedenin var, ama Elsa’nın yok.” (Sanırım birçok yetişkin için bu, en açık yanıttır.) Ama Elsa elbise giyiyor ve elbise giymek için bir bedene ihtiyacı var. Dolayısıyla, “onun bedeni gerçek değil” dersem bu zaten sorunun başlangıç noktasına geri dönmek olur. Bu ise hem adil olmaz hem de soruyu tekrarlamak anlamına gelir.
Köken meselesine işaret edebilirim: Elsa birinin hayal gücüyle yaratıldı, icat edildi, ama oğlum bizim tarafımızdan dünyaya getirildi. Bu da pek ikna edici değil; çünkü burada da yalnızca “ikisi farklı şekillerde yapıldı” demiş oluyorum. Peki bir yaratma biçimi nasıl olur da gerçek bir şeyle sonuçlanırken, başka biri gerçek olmayan bir şeye yol açar? Yine başlangıca döndük.
-Mış gibi yapmak fikriyle en baştan başlamam gerek. Aslında, oğlumun uzun süredir yaptığı gibi “koltuk sanki bir gemiymiş gibi yapmak” ile “bir karakter sadece hayal ürünüdür” demek arasında büyük bir fark var. Oğlum resimlere ve videolara alışkın; bir yandan gerçek şeylerin görselleriyle ve açıklamalarıyla, diğer yandansa hayal ürünü şeylerle ilgili görüntüler ve hikâyelerle karşılaşıyor, ama bu geçişler önceden bir uyarı olmadan gerçekleşiyor. Zaten uzun zamandır iki şeyi de yapıyor: Resimleri ve hikâyeleri özümsüyor ve aynı zamanda -mış gibi oyunlar oynuyor. Ama şimdiye kadar bu ikisini ayrı ayrı yapıyordu. Şimdiyse ondan, bu iki fikri birleştirmesini istiyoruz ve bazı resimler ile hikâyelerin (örneğin hareket eden ve konuşan insanları gösteren canlı animasyonlar) sadece hayal ürünü olduğunu ve bazı açılardan diğer şeyler gibi gerçekliğe ait olmadıklarını kabul etmesini bekliyoruz. Bazı görüntüler bize gerçek olan hakkında bilgi verir, bazılarıysa sadece görüntüdür. Onun için bunun kafa karıştırıcı olması çok anlaşılır.
Bu farkı nasıl açıklayabilirim? Animasyonun nasıl yapıldığını, fotoğraflardan nasıl farklı olduğunu anlatabilirim, ama büyük ihtimalle bunu sadece anlatarak anlaması zor olur. Üstelik bu çok da ilgili bir ayrım değil, çünkü başka türden imgeler güvenilir olabilir. Ve bugünün dünyasında bir çocuğa fotoğrafların özel bir otoritesi olduğunu öğretmeyi hiç istemem.
Ona kolay kolay anlatamayacağım asıl sorun şu ki bir imgeye bakarak onun hangi türden olduğunu anlayamazsınız. Eğer bir imge açıkça imkânsız bir şeyi göstermiyorsa, gerçekliğe ait olabilir. Ama ne kadar “gerçekçi” görünürse görünsün, her imge aslında salt bir imge olabilir. (Bu durum, belki daha da sarsıcı biçimde, hikâyeler için de geçerlidir.) Oğlum, hangi imge ve hikâyelere güveneceğini, ne ölçüde güvenebileceğini deneyimle öğrenmek zorunda ve bazen, her şeye rağmen aldanacak. Eğer kafasını karıştıran şey buysa, tamamen haklı. Platon’un Sofist diyalogunda tam da bu meseleye değinilir: Platon, sofistin tehlikesini, onun “görünüşler” üretme yetisinde bulur ve bu görünüşler bir tür “benzerlik” (eikôn) değil, salt “imge” (eidôlon) düzeyindedir. Bu farkı çözebilmek için de, Platon, “olmayan”ın “olan”la nasıl iç içe geçirilebileceğini tartışmak zorunda kalır.
Platon haklıydı: İmgeler ve hikâyelerin iki yüzü vardır. Dünyada tamamen çaresiz olduğumuz bir dönemde, daha ne öğrendiğimizi ve öğrendiğimizin neden önemli olduğunu bile anlayamazken, çevremizi öğrenmek için imgelere ve hikâyelere ihtiyaç duyarız. Dolayısıyla onlara güvenmemiz doğaldır. Ama bu yüzden de sömürüye açık bir hedef hâline gelirler. Onlara hem güvenmek hem de onlardan şüphe duymak zorundayız.
Platon şu konuda da haklıydı: İmgelerle başetmeyi öğrenememe, kişisel ve politik felaketlere yol açar. İyi kurgulanmış bir hikâye, onun gerçek olduğuna inansak da inanmasak da bizi etkileyebilir, çünkü çünkü biz, eğitim yoluyla, hikâyelere, onların kelimesi kelimesine doğru olup olmadığını sorgulamadan güvenmeyi öğreniriz. Bu dersi her gün yeniden öğreniyoruz: Kolayca kanabilirliğimiz karşısında hayrete düşüyor ve sonuçlarıyla birlikte yaşamayı sürdürüyoruz. Bu açıdan bakıldığında, sosyal medyadaki yalanların ve yankı odalarının etkisini “beğenmedim” butonuyla, bir “güven göstergesiyle” ya da hatta eleştirel düşünme dersleriyle bertaraf edebileceğimizi sanmak oldukça safça görünüyor. Eğer gerçekçi çözümler bulmak istiyorsak, önce bu meselenin ne kadar derinlere uzandığını kabul etmemiz gerekir.
Peki öyleyse, oğlumun gerçek olanla kurgunun farkına dair sorusuna nasıl iyi bir yanıt verebilirim? Sanırım doğru cevap, güvenilir bir imgenin, konusuyla nedensel olarak bağlantılı olması ve bu bağlantı sayesinde konusu hakkında bilgi taşımasıyla ilgili bir şeydir, ama henüz bu seviyeye gelmedik. Ben de daha basit bir şeyle yetiniyorum ve şöyle diyorum: “Sen ne yapmak istersen onu yapabilirsin; ama Elsa sadece hikâyede olanları yapabilir.” Mükemmel bir açıklama değil belki, ama olumlu bir mesaj. Şimdilik işe yarıyor.
Ama durun bir dakika. Oğlumun gerçekten sorduğu soruyu mu yanıtladım, yoksa kendi kafamda kurduğum bir imgeye mi cevap verdim? Filozof baba -tabii ki sadece bu seferlik- gereğinden fazla mı düşündü? Gerçekten bilmiyorum ve muhtemelen hiçbir zaman da bilemeyeceğim. Oğlum henüz dört yaşında ve bir gün “Neden?” derken ne demek istediğini anlatabilecek yaşa geldiğinde, onu şaşırtan şeyin ne olduğunu çoktan unutmuş olacak. Şimdiye zaten çoktan unutmadıysa.
*Prof. Dr., Florida State Üniversitesi, Felsefe Bölümü.
[1] Bu makalenin orijinali AEON’da yayınlanmıştır.