EĞİTİMİN ZİNCİRLERİNİ ÇÖZMEK


James Brooke-Smith*
Jean-Jacques Rousseau’nun Émile ya da Eğitim Üzerine (1762) adlı eseri, modern dünyada eğitim üzerine yazılmış belki de en etkili yapıttır.[1] Rousseau’nun doğrudan deneyim ve yaratıcı oyun yoluyla öğrenmeyi savunması, İsviçreli eğitim reformcusu Johann Pestalozzi’yi, Alman eğitimci Friedrich Fröbel’i ve anaokulu hareketini derinden etkilemiştir. Zihnin yanı sıra bedenin de eğitilmesine yaptığı vurgu, 19. yüzyılda İngiliz yatılı okullarında gelişen organize spor çılgınlığının öncüsü olmuş, bu da 1896’da modern Olimpiyat Oyunları’nı kuran Baron Pierre de Coubertin’e ilham vermiştir. Çocukların her birinin kendine özgü bilişsel ve duygusal kapasitelere sahip olduklarına ve belirli aşamalardan geçerek geliştiklerine dair gözlemi, 1920’lerde İsviçreli psikolog Jean Piaget’nin çocuk psikolojisi kuramlarının temelini oluşturmuştur. Doğayla iç içe öğrenmenin değeri konusundaki ısrarı ise, günümüzdeki Orman Okulları hareketinin temelinde yer alır.
Ancak Rousseau kendi metnine, “eğitim üzerine bir incelemeden çok, bir hayalperestin eğitim üzerine düşleri” olarak atıfta bulunur. Émile, bir düşünce deneyidir: Filozof, öğrencisinin bilinç bütünlüğünü uygarlığın yıkıcı etkilerinden koruyacak bir eğitim sistemi hayal eder. Rousseau, insan doğası konusunda iyimserliğiyle tanınır. Ona göre insanlık tarihinin ilk dönemlerinde, insan, ormanlarda tek başına, mutlu ve iyi bir varlık olarak, anda ve yalnızca kendisi için yaşayan, neredeyse Zen rahibi gibi bir soylu vahşi olarak var olmuştur. Zamanla toplumsal bağların genişlemesi ve uygarlığın karmaşıklaşmasıyla bu düzen bozulmuştur. Doğal insan yalnız ve özgürdü; ama toplumsal insan, özellikle Aydınlanma dönemi Paris’inin salonlarından bildiğimiz hâliyle, özbilinç sahibi, hesapçı, aldatıcı, bencil ve yozlaşmıştı. Rousseau’nun Émile’deki amacı, hem bütünlüklü, özgür ve iyi bir insan yaratacak, hem de modern dünyada var olabilecek yabancılaşmamış bir “vahşi” yetiştirmeye yönelik bir eğitim sistemi tasarlamaktı.
Rousseau bu süreci “negatif eğitim” olarak adlandırdı ve öğretmenlere “önce öğrencilerinizi daha iyi tanıyın” çağrısında bulundu. Çocukları ahlaki öğütler ve akademik bilgilerle doldurmak yerine, amaç, öğrencinin doğuştan gelen yetilerine ve arzularına uygun biçimde hareket etmekti. Rousseau, çocukluğun soyluluğuna, yetişkinliğin yozlaştırıcılığından azadeliğine ve doğaya yakınlığına inanan Romantik düşüncenin ilk savunucularındandı. Émile, doğrudan doğadan, kırsal bir inziva ortamında öğrenecekti. 12 yaşına kadar kitapların zararlı etkilerinden korunacak, sonrasında ise birkaç yıl boyunca sadece bir kitabı, Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe (1719) adlı eserini okuyacaktı. Bu kitap, kendi kendine yetmenin ve şeyleri oldukları gibi algılamanın önemini vurguluyordu. Émile, 15 yaşına kadar kuramsal dersler (tarih, din vb.) yerine pratik el becerileri öğrenecekti. Eğitmenin rolü, onun doğa ve ahlak yasalarını kendi başına “keşfetmesini” sağlayacak bir ortam tasarlamaktı. Rousseau’ya göre, Émile ancak “kendi gözleriyle görür, kendi kalbiyle hisseder ve kendi aklından başka hiçbir otoriteye boyun eğmezse” özgür ve iyi biri olabilirdi.
Diğer taraftan Rousseau’nun etkisi, esasen eğitim-öğretim uygulamalarından çok çocukluk ve eğitime dair kültürel ideallerde hissedilmiştir. 19. ve 20. yüzyıllarda gelişen kitle eğitim sistemleri, çocukların içsel özgürlüklerini ve iyiliklerini geliştirmekten çok, akademik bilgi kazandırmak ve onları iş hayatına hazırlamakla ilgilenmiştir. Modern kitle eğitimi genellikle; kapalı ortamlarda, sıralarda oturarak, öğretmeni dinleyerek, sınav geçerek ve akademik dersleri el becerilerinin önünde tutarak ilerlemiştir. “İlerici” ya da “çocuk merkezli” yöntemler bile uygulamaya konulduğunda, nihai amaç yine modern toplumun karmaşık ve bürokratik yapısı içinde öğrencilere uygun roller biçmek olmuştur. Rousseau’nun eğitim programının en radikal yönleri ve insan özgürlüğü ve mutluluğuna dair derin felsefi soruları, eğitim pratiğinin dışında kalmıştır.
Ancak devlet eğitiminin sınırlarının ötesine, deneysel okulların ve ütopik toplulukların çoğu zaman eksantrik dünyalarına baktığımızda, Rousseau’nun “bir hayalperestin eğitim üzerine düşleri”ni hayata geçirme çabalarına rastlayabiliriz. Émile, modern uygarlığın kendini yeniden üretme aracı olan eğitimi, bu sistemin içinden eleştiren bir yapıttı. Rousseau’nun “öğrencime cehalet sanatını öğretmek istiyorum” dediği en radikal bölümler, yalnızca mevcut eğitim standartlarını iyileştirmeyi değil, çocukları uygarlığın yüklerinden kurtarmayı amaçlayan bir karşı geleneğin temelini atmıştır. Fransız ütopyacı sosyalist Charles Fourier, İskoç anarşist eğitimci A. S. Neill ve 1960’lardaki özgür okul hareketinin savunucuları için eğitim her şeyden önce insan mutluluğunu geliştirme aracıdır; bilgi aktarmak ise ikincil bir amaçtır. Geleneksel akademik değerler olan öz-disiplin ve entelektüel yetkinlik yerine, varoluşsal özgünlük, duygusal ve cinsel özgürlük gibi değerleri öne çıkarmışlardır.
Bu radikal karşı gelenek, Rousseau’nun sisteminin merkezindeki temel gerilimi çözmeye çalışmıştır: Öğretmenin otoritesi ile öğrencinin özgürlüğü arasındaki çelişki. Rousseau çocukların özgürlüğüne inanırken, bununla birlikte ince bir otoriterliği de sürdürüyordu. Émile’in özgürlüğü, sahte arzuların stratejik olarak bastırılması üzerine kuruluydu ve bu bastırma, kendini geri planda tutan eğitmenin dikkatlice tasarlanmış müdahalesiyle gerçekleşiyordu. Bu durum en açık biçimde, Émile ergenliğe ulaşıp cinsel arzuları belirginleştiğinde görülür: Bu arzular, Sophie adlı ideal ve önceden belirlenmiş bir eşe yönlendirilir, hatta neredeyse şövalyevari bir aşka dönüştürülür. Fourier, Neill ve özgür okulcular ise eğitmen otoritesini tamamen ortadan kaldırmanın yollarını denemiştir.
Tüm eğitim biçimleri, birer uygulamalı ahlak felsefesidir. En teknik meslek okulunda bile, nasıl değerli bir insan olunacağına dair örtük bir yaşam felsefesi bulunur. Bu özellikle deneysel okullar için geçerlidir; çünkü burada insan doğası ve ahlaki değer kuramları, gelecek kuşakların karakterini biçimlendirme pratiğiyle kesişir. Rousseau’nun “negatif eğitim” vizyonundan doğan karşı gelenek, iki temel etik sorunun izini sürer: Çocukların özgür olması ne anlama gelir? Ve bu özgürlük hangi koşullarda tam anlamıyla gerçekleşebilir?
Negatif eğitimin en radikal ve aynı zamanda en eksantrik denemelerinden biri, Fourier’nin 19. yüzyıl başlarına ait ütopyacı sosyalizminde hayat bulur. Fourier, okulların ya da öğretmenlerin olmadığı, eğitimin, insan arzusunun özgür oyunundan kendiliğinden doğduğu evrensel bir öğrenme toplumu tasavvur etti. Rousseau gibi Fourier de uygarlığın sahte inceliğine güvenmiyor; bunun yerine uygar değerlerden “mutlak şüphe” ve uygar normlardan “mutlak sapma” adını verdiği iki yöntemi savunuyordu. Ancak Rousseau, Émile’in yozlaşmış bir toplumda ayakta kalabilmesi için Stoacı bir öz-disiplin uygulaması gerektiğini düşünürken, Fourier’ye göre özgürlük, yalnızca insan tutkularının serbest bırakılmasıyla mümkündü ki bu süreç hem toplumun hem de bireyin kökten yeniden inşasını gerektiriyordu.
Fourier, kapsamlı yazılarında bu ideal toplumsal sistemin planlarını ayrıntılı biçimde ortaya koydu; iş rutinlerinden mimariye, anaokulu mobilyalarından talim kıyafetlerine kadar her detayı özenle ele aldı. Ütopyacı toplumun temel örgütsel birimi, tam olarak 1.620 üyeden oluşan ve tüm maddi ihtiyaçları ile arzuları karşılamak üzere tasarlanmış kendi kendine yeten bir topluluk olan “phalanstère” (falanster) idi. Bu vizyonun temelinde, Fourier’nin insan doğasına dair geliştirdiği “tutku temelli analiz” bulunuyordu, bu, 12 temel insan tutkusu ve bunların 810 olası birleşiminin ayrıntılı bir sınıflandırmasından oluşturuyordu. Bu tutku haritasıyla donanmış olan Fourier, falanster’lerden oluşan bir ağın dünyaya, iyi oluşturulmuş bir denklem gibi kaçınılmaz bir mantık çerçevesi içinde yayılacağını öngörüyordu. Daha uçuk fantezilerinde ise insan topluluklarının mükemmel uyumlu bir birlik içinde -toplumsal, cinsel, sanatsal, entelektüel ve gastronomik arzuların özgürce oyunuyla- beraberce yaşayacağını hayal ediyordu. Hayat sonsuz bir şölen olacak, Varşova’ya portakal ağaçları dikilecek, denizler limonataya dönüşecekti.
Eğitim, ütopyayı inşa etme işinin merkezindeydi; çünkü çocuklar uygarlık hastalığına uzun süre maruz kalmadıkları için daha az bozulmuşlardı, böylece özgür, yabancılaşmamış yetişkinlere dönüştüklerinde ütopyacı değerlerin taşıyıcıları olacaklardı. Ne var ki Rousseau, Émile’e özgürlüğü yalnızca ustasının ince otoritesinin gölgesinde tanırken, Fourier çocuklara özgürlüğü kullanmayı öğretme işini falanster’in bütüncül mimarisine emanet etmişti. Üstelik Rousseau, negatif eğitimin sunduğu özgürlükten kadınları dışlarken, Fourier patriyarkal aileyi uygarlığın baskı aygıtının bir parçası olarak tümden reddetti. Bugünkü radikal toplumsal cinsiyet politikalarını şaşırtıcı biçimde öngörerek, çocukların hangi toplumsal cinsiyete ait “yelpaze”ye ya da iş grubuna katılacaklarını özgürce seçmeleri gerektiğini özellikle vurguladı.
Müfredatın her aşamasında amaç, çocukların topluluğun daha geniş ihtiyaçlarına hizmet eden etkinlikler aracılığıyla kendi özgün arzularını keşfetmelerini sağlamaktı. Örneğin, dokuz ila on beş yaş arasındaki çocuklar, gelişmekte olan karakterlerine göre, ya bir “küçük çete”ye ya da bir “küçük topluluk”a katılmayı tercih edebiliyorlardı. Küçük çeteler, kıyafetleri Moğol akıncılarından esinlenerek tasarlanmış şekilde, topluluk içinde devriye gezerek çöp toplar, tuvaletleri boşaltırlardı; tüm bunları yaparken davullar çalar, gürültü ve basit ritimlere hissettikleri doğal tutkuyu doyasıya yaşarlardı. Küçük topluluklar ise, Orta Çağ ozanlarından esinlenen tertemiz üniformalar giyerek, topluluk bahçelerinin bakımını üstlenir, arılarla ve ipekböcekleriyle ilgilenir, dilin doğru kullanımını denetlerdi; böylece düzen ve zarafete duydukları içsel eğilimi tatmin etmiş olurlardı. Bastırılmış arzuyu toplumsal uyumsuzluğun kaynağı olarak gören Fourier, 20. yüzyıl psikanalizinin öncülerinden biri olmuştu. Ancak Sigmund Freud gibi bireysel hastaları özel terapi seanslarında tedavi etmek yerine, Fourier insan ruhunun karmaşık düğümlerini çözmek için falanster’in tasarımını temel alıyordu. Öyle ki, dışa vurulması uygunsuz sayılan dışkı sevgisi ya da aşırı düzen tutkusu gibi anti-sosyallikler bile topluluk yaşamı içinde sağlıklı çıkış yolları bulabiliyordu.
Ancak falanster’in en önemli eğitim alanları mutfak ve opera idi. Yemek pişirme ve opera, Fourier’nin ütopyacı eğitim programının temel disiplinleriydi; diğer tüm bilgi biçimleri bu iki ana alandan geçerek aktarılırdı. Yemek pişirme, çocukların doğal iştahlarına ve tat alma zevklerine hitap ederken, aynı zamanda topluluğun sağlığını garanti altına alıyordu.
Opera ise görsel ve işitsel duyulara hitap eder, aynı zamanda çocukların fiziksel hareket ve bedensel ifadelere olan doğal eğilimlerini teşvik ederdi. Özellikle önemli olan, hem yemek pişirmenin hem de operanın, yalnız entelektüellerin soyut, yalnızca sayfalara bağlı, bireysel uğraşlarının aksine işbirliğine dayalı kamusal sanat formları olmasıydı. Fourier’ye göre opera “Ölçülmüş tüm maddi uyumların bir araya gelişi” idi. Yani bireyin müzik, dans ve ritüelin uyumlu örüntüleri yoluyla kolektifin içinde eridiği pratik bir deneyim.
Fourier yaşamı boyunca bu planlarını hayata geçirmek için yeterli finansmanı bulmakta zorlandı. Ancak 1837’deki ölümünden sonra, Avrupa ve Kuzey Amerika’da çeşitli falanster’ler kuruldu. Eğitim, bu topluluklarda önemli bir yer tuttu. Yine de Fourier’nin orijinal vizyonu olan sınırsız tutkulu öğrenme anlayışı, kırsal, kendi kendine yeten küçük tarım topluluklarının gerçekliği içinde büyük ölçüde törpülenmişti. Buna karşın, ABD’deki en uzun ömürlü ve en tanınmış Fourierci topluluk olan Brook Farm (Massachusetts, West Roxbury’de), daha kapsamlı bir ütopyacı eğitim sistemine ev sahipliği yaptı. Ralph Waldo Emerson ve Nathaniel Hawthorne gibi yazarların da ilgisini çeken bu yerleşim, dönemin entelektüel çevrelerinde dikkat çeken bir olay hâline gelmişti.
Brook Farm, Fourier’nin özgün tasarımındaki birçok unsuru bünyesine kattı: Ortak kreşler, atölyeler, küçük topluluklar ya da korolar, tiyatro ve kamusal ritüeller gibi uygulamalar, özgür ve yabancılaşmamış çocuklar yetiştirme idealine hizmet ediyordu. Bir noktaya kadar her şey tam anlamıyla Fourierciydi. Ancak sistemin üst basamaklarında, müfredat geleneksel akademik derslere odaklanıyor ve öğrencileri üniversiteye giriş sınavlarına hazırlıyordu. Edebî çevrelerdeki ünü ve Boston’a yakınlığı sayesinde Brook Farm, New England entelektüel elitinin çocukları için moda bir eğitim yeri hâline geldi ve daha ılımlı sosyal reformcular için de bir ilham kaynağı oldu. 1896’da Chicago Üniversitesinde ilk “Laboratuvar Okulu”nu kuran büyük Amerikan eğitim reformcusu John Dewey, Brook Farm’ı erken dönem ilham kaynaklarından biri olarak anmıştır.
Yıllar boyunca, en radikal eğitim deneylerinin kaderi genellikle şu olmuştur: Zamanla sulandırılarak, liberal seçkinlerin yeteneklerine ince ayar yapmak ve geleneksel eğitimin sertliğini yumuşatmak için kullanılan araçlara dönüşmek. Ancak en saf hâliyle -ki bu belki de yalnızca metinlerin soyut dünyasında var olabilir- Fourier’nin ütopyacı müfredatı, Rousseau’nun “negatif eğitim” vizyonuna alternatif bir çözüm sunuyordu: Arzu ile görevi, ütopyacı bir toplumun mimarisi içinde birleştirmek.
- yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, geleneksel kamu eğitiminin dar akademik odaklı yapısına karşı çıkan bir dizi eğitimsel deney daha ortaya çıktı. Bu okullar; öğrenci demokrasisi, el becerileri, yaratıcılık ve sanat, doğa etkinlikleri ve mezhepler üstü din anlayışı gibi unsurları öne çıkarıyordu. Bu okullar sosyalizm, liberalizm, Freud sonrası psikoloji ve hatta yelpazenin daha eksantrik ucunda yer alan teozofi ve antropozofi gibi çeşitli modern inançlardan esinlenmişti. Teozofi ve antropozofi, eğitimi evrendeki her şeye nüfuz eden yaşam gücüyle ruhsal bir birlik kurma aracı olarak görüyordu. Bu okulların çoğu, yeterli öğrenci ya da maddi kaynak bulmakta zorlanan, kısa ömürlü girişimlerdi. Ancak Birleşik Krallık’taki Abbotsholme ve Bedales gibi bazıları, günümüzde hâlâ faaliyet gösteren pahalı yatılı özel okullar olarak ayakta kalmıştır. Britanyalı seyahat yazarı Patrick Leigh Fermor, Canterbury’deki prestijli King’s School’dan atıldıktan sonra gönderildiği küçük ilerici okulları, eğitimdeki büyük tekdüzelik çölü içinde birer “gariplik ve komedi vahası” olarak tanımlamıştır.
Bu okulların çoğu, Rousseauvari bir şekilde çocukların doğuştan iyi olduğuna, doğada öğrenmenin değerine ve modern uygarlığa duyulan güvensizliğe dayanan belli belirsiz inançlar benimsemişti. Ancak çok azı, saf anlamda “negatif eğitimi” pratiğe geçirmişti. Çünkü bu okullar kendi pozitif ilkeleriyle -tarım sosyalizmi, liberal enternasyonalizm, psikoanalitik sağlık idealleri vb.- öylesine doluydu ki, çocuklara gerçek özgürlük tanımaya pek yer kalmamıştı. Buna rağmen, tam da bu gelenek içinden, eğitim tarihinde eşi benzeri olmayan bir “negatif eğitim” deneyimi doğdu. 1921 yılında, küçük bir ilerici yatılı okulda öğretmenlik yapmaktan memnun olmayan A. S. Neill, önce Almanya’daki Dresden yakınlarında, sonra da 1927’de kalıcı yeri olan İngiltere Suffolk’taki Leiston kasabasında Summerhill adlı okulu kurdu. Summerhill, günümüzde hâlâ faaliyet gösteren, dünyanın en uzun ömürlü “çocuk demokrasisi”dir. Ünlü olduğu kadar tartışmalı da olan bu okulda neredeyse hiç kural yoktur; ya da varsa da, kurallar öğrencilerin oylarıyla belirlenir ve tüm dersler isteğe bağlıdır. Ancak mesele sadece kuralların olmaması değildir, nitekim Neill’in buna verdiği ad “pratik yurttaşlık”tır: kişisel özgürlüğün topluluk yaşamı bağlamında uygulanması. Bu, Rousseau’nun “otorite ile özgürlük” arasındaki gerilimini çözme yönündeki bir başka girişimdi; ancak bu kez, küçük ölçekli bir anarşist topluluk biçiminde.
Alternatif eğitim tarihinde eşsiz bir figür olan Neill, İskoç Kalvinist bir ailenin çocuğuydu ve Nazizm’i bastırılmış cinsel enerjinin ürünü olarak gören asi psikiyatrist Wilhelm Reich’in öğrencisiydi. Neill, çocukların doğuştan iyi olduğuna duyduğu sarsılmaz inancı en küçük pratik ayrıntılarda bile kararlılıkla uygulayan, gerçekçi bir idealistti. Bir çocuğa asla yalan söylemediğini iddia etmiş ve yazılarında bu rahatsız edici dürüstlüğe dair pek çok örnek vermiştir: Örneğin kızı Zoe’ye, eğer isterse pahalı piyanosunu parçalamasına izin vereceğine dair verdiği sözü tutması ya da kaygılı bir babaya “mastürbasyon bana hiçbir zarar vermedi” demesi gibi. Summerhill’in amacı, bu türden bir dürüstlüğü tüm topluluk üyelerinde geliştirmekti. Neill’e göre çocuklara söylediğimiz yalanlar, yalnızca toplumsal normlara uymaya yönelik önemsiz uzlaşmalar değil, aynı zamanda korku ve bastırmanın da kaynaklarıydı. Bunlar, çocukluğun goncasına dadanan kurtlardı; zamanla büyüyerek önyargı, savaş ve faşizm gibi canavarlara dönüşebilirlerdi. Neill kendini bir toplumsal reformcu olarak görmeyi reddetmişti, ancak Summerhill deneyiminin içinde, radikal dürüstlükle dönüştürülmüş bir dünyaya dair bir vizyon saklıydı.
Neill, yeni gelen öğrencilerin kendi istekleriyle derslere katılmadan önce ortalama üç ay “oyalandıklarını” tahmin ediyordu, ancak bazı durumlarda bu süre yılları bile bulabiliyordu. Derslere katıldıklarında ise, önceden belirlenmiş bir müfredat ya da düzenli bir ders sırası yoktu. Öğrenciler yalnızca istedikleri bilgiyi edinir; sanat, zanaat, drama, bahçecilik ya da sadece pencereden dışarı bakmak gibi etkinliklerde diledikleri kadar zaman geçirirlerdi. Neill şöyle diyordu: “Bir okulun, sinirli bir akademisyen yerine mutlu bir temizlik işçisi yetiştirmesini tercih ederim.” Ancak yine de birçok Summerhill öğrencisinin, akademik sınavları çok az hazırlıkla geçebildiğini, çünkü onları öğrenmeye iten şeyin ebeveyn ya da toplumsal baskı değil, otantik bir öğrenme arzusu olduğunu da ekliyordu.
Her cumartesi akşamı topluluğun toplanıp oy kullandığı Okul Konseyi’nin yanı sıra, Summerhill’in diğer büyük oluşumu “özel dersler” idi. Bunlar, Neill’in öğrencilerinde gelişmekte olduğunu düşündüğü nevrozları çözmeye çalıştığı gönüllü bire bir terapi seanslarıydı. Bu anlamda Summerhill, hem bir anarşist dayanışma topluluğu, hem de bir psikoanalitik iyileşme alanıydı. Belki de bir okulun “negatif eğitimin” saf idealine en çok yaklaştığı örnek budur. Ne Rousseau gibi eğitmenin gizli otoritesine, ne de Fourier gibi falanster’in bütünsel sistemine güvenen Neill, eğitim tarihinin en “müdahalesiz” öğretmenlerinden biriydi. Summerhill hakkında çekilen çok sayıdaki belgeselde Neill, çocukların özgürlüğüne dair deneyinde kendini geri planda tutan, biraz huysuz ama alçakgönüllü, inatçı bir idealist, sevecen bir anarşist figür olarak karşımıza çıkar.
Summerhill’de hiçbir zaman 60’tan fazla öğrenci aynı anda bulunmadı, ancak 20. yüzyılda radikal eğitim anlayışı üzerinde etkisi büyük oldu. 1960’larda kitaplarının başarısı sayesinde Neill, özgür okul hareketinin simgesi hâline geldi. Bu okullar, 1960’ların karşı-kültüründen doğan, Kuzey Amerika, Britanya, İskandinavya, Japonya ve başka yerlerde ortaya çıkan küçük ölçekli, topluluk temelli öğrenme deneyleriydi. 1960’ların sonunda yalnızca ABD’de 400 ila 800 arasında özgür okul kurulduğu tahmin ediliyor. Nasıl hippi karşı-kültür üyeleri Amerikan Batısı’nın geniş açık alanlarına yöneldiyse, özgür okulcular da modern yaşamın yarattığı yabancılaşmaya alternatif aradılar. Böylece Rousseau’nun Aydınlanma eleştirisini, II. Dünya Savaşı sonrası devlet bürokrasisi, tüketim kapitalizmi ve Soğuk Savaş siyasetinin hüküm sürdüğü çağda yeniden gündeme getirdiler. Birçok özgür okul, doğrudan demokrasi, beceri paylaşımı, sanat ve zanaat çalışmaları ile politik bilinç geliştirme gibi çeşitli yöntemleri denedi. Ancak altında yatan temel amaç, Rousseau’nun Émile adlı eserinde söylediği şu iddiaya dayanıyordu: “Özgürlük en büyük iyiliktir.”
ABD’deki Yeni Sol’un önde gelen isimlerinden Todd Gitlin, karşı-kültürün amacını şöyle tanımlamıştı: “Her birimizin içinde yaşayan doğal, ilkel, işlenmemiş, bozulmamış kutsal çocuğu serbest bırakacak yeni kurumlar yaratmak.” Ancak Rousseau, Émile’in eğitiminde öğretmen-tasarımcının gizli otoritesine bel bağlarken, özgür okulcular bu tür en incelikli öğretmen kontrolünü bile çocukların özgürlüğüne ket vuran bir unsur olarak reddettiler. Bu mutlak özgürlük taahhüdü, elbette ki kendi pratik sorunlarını da beraberinde getirdi. Summerhill gibi, Massachusetts’teki Sudbury Valley School da kalıcı bir kuruma dönüşmüş olsa da, 1960’lardaki özgür okulların çoğu, birkaç yıldan fazla ayakta kalacak kadar güçlü bir örgütsel yapı kurmayı başaramadı.
Geçmişin radikal pedagojileri, sıklıkla bugünün kabul görmüş uygulamalarına dönüşmüştür. Rousseau’nun “önce öğrenciyi daha iyi tanıyın” ya da Neill’in “çocuğun tarafındayım” söylemleri bugün artık neredeyse sıradan karşılanır. Ancak bu deneyler kendi zamanlarına göre oldukça radikaldi. Rousseau’nun doğa ve keşif odaklı eğitimi, Fransa’daki eski rejimin aristokrat çocuklarına özel öğretmenler tarafından verilen aşırı resmî ve yapay eğitim tarzına karşı keskin bir duruştu. Neill’in “özgür çocukları”, cinsel takıntılardan arındırılmış ve akademik bilgiyle boğulmamış bir hayat yaşarken, İngiltere’deki özel okul geleneğinin bastırılmış çalışkanlarıyla tezat oluşturuyordu.
Bugün, Rousseau, Fourier ve Neill’in çocukların özgürlüğü ve mutluluğuna adanmış yaklaşımlarını belli ölçülerde devralmış bulunuyoruz: Örneğin çocuk merkezli pedagojimiz, öğrencilerin ruh sağlığına ve iyi olma hâline dair duyarlılığımız gibi. Ancak onların çok daha zor benimsenen asıl iddiası, bugünün hâkim eğitim anlayışıyla tam bir çatışma hâlindedir. Gerçek özgürlük ve mutluluk için çocuklara daha çok değil, daha az okul gerekir.
Bu, özellikle sınavları geçme ve diploma biriktirme becerisi sayesinde hayatta başarı kazanmış olanlarımız için oldukça sezgiye aykırı bir iddiadır. Modern eğitimin bitmek bilmeyen bürokratik ayrıntıları içinde -notlar, karne, diplomalar, dereceler, başarı sıralamaları ve PISA puanları- eğitimin nihai amaçlarını gözden kaçırmak oldukça kolaydır. Çoğu zaman, çocuklarımızı kaygılı ve mutsuz kılan şeyin bizzat okul kültürünün kendisi olabileceğini hiç düşünmeyiz.
Elbette, deneysel eğitimin tarihinde çılgınca ya da gerçeklikten kopuk yönler çoktur ve kendimizi bu geleneklere karşı yalnızca tarihsel bir ilgiyle sınırlandırmak kolaydır. Benliğin organik bütünlüğüne dair Romantik ideal ya da “soylu vahşi”nin mutlu görüntüsü, bugünün dünyasında nostaljik görünebilir. Ancak Rousseau’nun kendisi bile tamamen doğaya geri dönmenin mümkün olduğu yanılgısına kapılmamıştır. Onun ısrarla savunduğu şey, bu ideal hâlin mevcut toplumsal kurumları değerlendirmek için kullanılacak bir ölçüt olması gerektiğidir. Bugünkü kitlesel eğitim sistemine baktığımızda, kendimize şu soruyu sormalıyız: Gerçekten de çocukların özgürlük ve mutluluğunu geliştirmek için en iyi yöntem bu mu?
*Doç., Ottowa Üniversitesi, İngiliz Edebiyatı Bölümü.
[1] Bu makalenin orijinali AEON’da yayınlanmıştır.