AVRUPA’DA İSLAM( II) DİNÎ DÜŞÜNCE VE HAYATIN DEĞİŞEN ÇEHRESİ


Selman Dilek
Bir önceki yazıda, Batı modernliğinin nihai safhasında, onu inşa eden asli sütunlara yönelik derin bir “emn”iyetsizliğe kapıldığını ifade etmiştik: Aydınlanmacı akla, geleneksel ruhaniliğe ve toplumsal aidiyete duyulan güven kaybı. Bu üç güven krizinin, modern kültürlerin neredeyse tüm alanlarında yankı bulduğu ileri sürülebilir. Zihniyet itibariyle, metafiziğin felsefe ve bilim sahnesinden dışlanması, varlığa ilişkin bütüncül soruların yerini, giderek parçalanan yaşam alanlarına dair tartışmalara bırakmasına yol açmıştır. Maneviyat itibariyle, dinî geleneğin kamusal alandan tasfiyesi, insanlığın evrensel bir ahlaki zemin arayışında teknik ilerlemenin yol açtığı tahribatı durduramamasıyla sonuçlanmıştır. Toplum itibariyle, önce dinî aidiyetin yerine ulusal aidiyetin ikamesi, ardından iki dünya savaşının yıkıcı travmalarıyla birlikte her türlü aidiyetin radikal biçimde sorgulanması, neticede bireyselliğin mutlak değer hâline gelmesine neden olmuştur. 19. yüzyıldan itibaren süregelen bu dönüşümün şiddeti, Batılı düşünürü, kendi tarihine karşı derin bir güvensizlik içine sürüklemiştir.
Tarihe yönelik aidiyetsizlik duygusu ve öz-kültüre karşı beslenen güvensizlik, bizi başka bir meseleye götürmektedir: Batı modernleşmesi, tarihsel seyrinin farklı evrelerinde, kendi zıddına dönüşme potansiyelini hep içinde taşımıştır. Zira hem düşünce hem de toplum tarihi, çoğu zaman içsel çelişkiler ve karşıtlıklar üzerinden ilerleyen bir evrim çizgisi sergiler. Nitekim 18. yüzyıl edebiyatının farklı kültürleri içselleştirme yönündeki çabası, bir yüzyıl sonra etnik-kültürcü bir tahakküm söylemine evrilebilmiştir. Modernleşmenin ilk aşamalarında görülen ideoloji merkezli bilimsel aşırılık, zamanla anlam ve mefkûreden bütünüyle arındırılmış bir bilgi paradigmasına dönüşmüştür. Benzer biçimde, erken modern dönemdeki etnik ve kültürel aidiyetin baskıcı söylemi, günümüzde postmodern kimliksizlik dayatmasına yerini bırakmıştır. Bu girift diyalektik yapı, çağdaş düşünürleri, tarihsel dönüşümler karşısında mümkün bir denge arayışını yeniden sorgulamaya yöneltmektedir.
Batı modernleşmesinin dinamik doğası ve sürekli dönüşen yönelimi, kalıcı ve köklü bir İslam kültürünün Avrupa bağlamında inşasına dair şüphe ve tereddütlere yol açmaktadır. Zira önceki gözlemlerimiz, sabit bir yapıya mahkûm edilen İslamî kültürün, Avrupa’nın değişken sosyo-kültürel zeminine eklemlenmekte ciddi zorluklarla karşılaşacağını ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, ne köken ülkeye ait geleneklerin aynen idamesi ne de belirli bir siyasi yapının kalıcı koruyuculuğuna bel bağlanması sürdürülebilir bir çözüm sunmaktadır. O hâlde öncelikle, dinî-kültürel sistemde kaçınılmaz biçimde var olan sabiteler ile tarihsel ve coğrafi şartlara bağlı olarak değişebilen çehreleri dikkatle ayrıştırmak gerekmektedir. İnanç, bilgi ve eylem bütünlüğüne dayanan dengeli bir değişim anlayışı geliştirmek, bu ayrıştırmanın zeminini teşkil edecektir. Hâkim kültürel paradigmaya teslim olmaksızın, fakat onunla bilinçli ve eleştirel bir etkileşim içerisinde, özgün bir İslami kültürel alan inşa edilebilir. Dinî bilgi ve pratikte kalıcı ile geçici olan arasında ve köken kültürün aktarımı ile yerel kültürün alımlanması arasında bir denge kuramamak ise, Avrupa’da yeni bir İslam kültürünün doğuşunu daha en başından engelleyecektir.
Avrupa’da Müslüman varlığının bugünkü görünümü, çokkültürlülük politikaları ve toplumsal çeşitliliğe tanınan alanın bir sonucu olduğu kadar, Avrupalıların tarih boyunca dengeyi koruma yönündeki yapısal çabalarının da bir neticesidir. Bu tarihsel sürecin görece istikrarla devam edebilmesi, Müslümanların Avrupa’da bir kültür inşa edebilmelerini mümkün hâle getirecektir. Peki, Müslümanlar dünya görüşleri bakımından bu kültürel denge arayışının neresinde durmaktadır? Bu yazı, tam da bu sorunun izini sürmeyi amaçlamaktadır. Aşağıda ele alınacak dünya görüşleri, esasen İslam dünyasının içine düştüğü düşünsel krizlerle yakından ilişkilidir ve bu krizlerin, Avrupa’daki Müslümanların din ve toplum tasavvurlarını nasıl şekillendirdiği meselesi, yazının temel sorunsalını oluşturmaktadır.
- yüzyıl, yalnızca Batı dünyasında değil, İslam coğrafyasında da köklü dönüşümlerin belirginleştiği bir tarihsel kırılma süreci olmuştur. İlk kez dışarıdan gelen bir medeniyet dalgası, İslam dünyasının neredeyse tüm toplumsal ve kurumsal yapılarına nüfuz etmiş; siyasi kurumlardan aile düzenine kadar uzanan geniş bir yelpazede tanımlanması güç değişim dinamikleri ortaya çıkmıştır. Bu karşılaşma sürecinde, İslam dünyasında üç temel yaklaşımın şekillendiği ileri sürülmektedir: Gelenekçilik, İslamcılık ve Modernizm. Bu üç eğilim, günümüzde de Müslüman toplumlarda etkisini sürdürmektedir: (1) Gelenekçilik, kültürel alanda Batı’nın dışlanmasını önceleyen bir direniş tavrıdır; (2) İslamcılık, siyasal alanda Batılı yapılarla hesaplaşmayı amaçlayan bir diriliş hareketidir; (3) Modernist eğilim ise, Batı uygarlığının imkânlarını içselleştirerek ona katılım arayışını temsil eder.
Bu yaklaşımları ele almadan önce, bazı hususları açıklamak gerekmektedir. Öncelikle, söz konusu akımların tanımları kesin sınırlarla çizilemez; özellikle Gelenekçilik ve İslamcılık, içerik bakımından oldukça tartışmalıdır. Bu nedenle burada, genel kabul gören biçimleriyle ve temsili yönleri öne çıkarılarak kullanılmaktadırlar. Zira çağdaş İslami yönelimler yekpare bir yapıya sahip değildir; aksine, birbirinden hayli farklı örnekleri içinde barındırmaktadır. Ayrıca belirtmek gerekir ki, aşağıda yöneltilen eleştiriler bu yaklaşımların olumlu katkılarını göz ardı etmek amacı taşımamaktadır. Aksine, bu eleştiriler, değişimin imkânını ve kimi düşünürlerin dinî düşünceyi yeniden canlandırma çabalarını ciddiyetle dikkate alır. Değerlendirmeler yalnızca, Avrupa’da geliştirilebilir bir İslamî kültürün inşası bağlamında yapılmaktadır.
(1) Geleneğin İmkânı yahut Gelenekçiliğin Tutarsızlığı
Hiç kuşkusuz, bir dinin temel ilkelerine yönelik tutumunun, farklı tarihsel ve toplumsal koşullar içinde süreklilik arz etmesi, o dinin varlığının korunması anlamına gelir. Bu açıdan bakıldığında -her ne kadar “gelenek” terimi İslami terminolojiden neşet etmemiş olsa da- gelenek olmaksızın dinî mirasın muhafazasından söz etmek mümkün değildir. Peki, ama gelenek derken neyin devamlılığı kastedilmektedir? (1) Manevi geleneğin devamlılığı, yani dinin gayesi olan Allah’a yönelişte (takarrüb) tecrübe ve hâl aktarımının sürdürülmesi; (2) İlmî geleneğin devamlılığı, yani dinin içeriğini oluşturan bilgi ve idrakin tedvin ve tevarüs yoluyla intikali; (3) Ahlaki (amelî) geleneğin devamlılığı, yani dinin hayatın içinde tezahür ettiği ibadet biçimlerinin (taabbüd) yaşatılması. Bu üç arasındaki ayrım, farklı gelenekler ya da tarzlar anlamına değil, aynı hakikatin çeşitli tezahür biçimlerine işaret eder. Zira ilim maneviyatın vasıtası olabilir; ibadet ilmin kaynağına dönüşebilir; manevi tecrübe ahlaki eylemin temeli hâline gelebilir. Her biri, diğeriyle daima karşılıklı etkileşim ve nisbet içerisinde tahakkuk eder.
İslam’ın özgünlüğü, diğer dinî geleneklerden farklı olarak, tarih boyunca hem korunmacı hem de dönüştürücü bir potansiyeli birlikte taşımasından ileri gelir. Bir yandan, zaman ve mekân üstü bir hakikate dayanan inanç esasları ve ilmî temeller, değişime karşı direnç gösteren bir koruma refleksi üretirken; öte yandan, yorum ve uygulama alanlarında, tarihsel şartlara uyum sağlayan bir esneklik ve açılım imkânı ortaya çıkmıştır. Ne zaman ki bu iki boyut -korunması gereken öz ile değişmesi mümkün çehre- arasındaki denge bozulursa, işte o zaman dinî anlayış ve pratikte ya katılaşmalar ya da kopuşlar ortaya çıkar. Tarih boyunca, bu dengenin kaybı hem İslam dışı hem de İslam içi geleneklerde farklı şekillerde tezahür etmiştir. Mesela, Musevi şeriatın uygulanmasında ve İsevi hikmetin öğretilmesinde, inanç ve ibadet bütünlüğünün yitirilmesindeki aşırılıklar gibi. Aynı şekilde, İslam tarihinde de hükümlerin uygulanmasında zahirîliğe savruluş ile, hikmeti anlamada bâtıniliğe kayış arasında gidip gelen bir istikrarsızlık, günümüz Müslümanlarına da yansımaktadır.
İslam, ortaya ilk çıkışında Geç Antik ve Erken Orta Çağ devirlerinin hâkim zihniyet ve toplumsal yapılarıyla yoğrulmuş tarihsel bir bağlamda yayılım göstermiştir. Roma, Pers, Hint ve Çin uygarlıkları gibi birbirinden oldukça farklı kültürel zeminlerde, İslam’ın sabit özünün çeşitli tezahürleri ortaya çıkmış; öz ile çevresel şartlar arasında dinamik bir etkileşim yaşanmıştır. Ancak 19. yüzyılla birlikte, modern paradigmanın gölgesinde küreselleşen bir medeniyetin etkisi altına girilmiş; bu da İslam dünyasında yeni bir meydan okuma doğurmuştur. Bu çerçevede, İslam tarihini ve ilim geleneğini değerlendirirken, her dönemde hangi ilkelerin sabit kaldığını ve hangi yönlerin değişime açık olduğunu tespit etmeye yönelik bir okuma biçimini benimsemek elzemdir.
Nitekim Müslümanlar, tarih boyunca farklı kültürel çevrelerin etkisi altında, dinin manevi ve ilmî köklerini muhafaza eden bir sabiteler alanı inşa etmiş; bunun yanı sıra mevcut kültürlerle karşılıklı ilişki kurabilen esnek ve yaratıcı etkileşim ağları da geliştirmişlerdir. Sabite ile değişken arasındaki bu denge arayışı, yalnızca düşünsel düzeyde değil; sanat, mimari, siyaset ve toplumsal örgütlenme gibi pek çok alanda gözlemlenebilir. Öyle ki, Hint altkıtasına yahut Çin coğrafyasına göç eden Müslüman topluluklar, yerel dil ve mekânın imkânlarıyla uyumlu özgün bir dinî hayat alanı kurmayı başarmışlardır. Tam da bu nedenle, bugün Endonezya adalarından Endülüs’e uzanan geniş bir coğrafyada, birbirinden farklı kültürel algılar, mimari üsluplar, siyasal yapılanmalar ve dinî örgütlenme biçimleriyle karşılaşmak mümkündür. Ancak tüm bu çeşitliliğe rağmen, dini sürekliliğin asıl taşıyıcısı, dışsal siyasi iradeler ya da kültürel kurumlar değil, içsel ve kuşatıcı bir manevi-ilmî ilişki ağı olmuştur. Öyle ki, bir Endülüslü âlimin eserine Endonezyalı bir müellif şerh yazabilmekte, Çinli bir talebe, uzak bir coğrafyadaki mürşide intisap edebilmektedir. Bu da, İslam geleneğinin mekândan bağımsız sürekliliğinin en aşikar göstergesidir.
Günümüzde İslam’ın manevi ve ilmî geleneği, çoğu zaman dışsal tezahürlerinde aranmakta; bu nedenle coğrafi ve kültürel çeşitlilik, özellikle sabite-değişken ilişkisini yeterince kavrayamayanlar açısından zihinsel bir karmaşaya yol açmaktadır. Kimi yaklaşımlar, örneğin Türk İslamı gibi kavramlar üzerinden, kültürel özgüllükleri dinî genişliğin önüne geçirerek yerel olanı evrensel ilkelere baskın kılmakta; kimileri ise Vahhabîlik gibi tekil yorumları mutlaklaştırarak, İslamî hayat tarzının tarihî ve kültürel çeşitliliğini ortadan kaldırma çabasına yönelmektedir. Öte yandan bazı gelenekçi eğilimler de, İslam’ı modern uygarlığın karşısında yekpare bir alternatif sistem olarak konumlandırmakta ve bu tutum, dinî alanın sabiteleri ile kültürel alanın değişkenliği arasında gereksiz ve indirgemeci bir karşıtlık inşa etmektedir.
İslami ilimler geleneğini sürdürmek, modern uygarlık karşısında bir alternatif sistem inşa etmeye çalışmak anlamına gelmediği gibi, İslam’ı başlı başına bir uygarlık olarak tasavvur etmek de değildir. Zira tarihsel olarak uygarlıklar, birçok iç ve dış dinamiğin uzun zaman dilimlerinde bir araya gelmesiyle oluşur; kaçınılmaz biçimde iç çelişkiler, dönüşümler ve farklılaşmalar barındırırlar. Her ne kadar dinin özü ile uygarlığın bazı gelişim boyutları zaman zaman örtüşse de, aralarındaki ilişki hiçbir zaman birebir denkliğe indirgenemez. Eğer İslam, bir din olmaktan ziyade doğrudan bir uygarlık teşekkülü olarak anlaşılmış olsaydı, tarih boyunca -örneğin devlet yapılarından şehir mimarisine kadar uzanan alanlarda- kendi başına kapalı ve bütüncül bir medeniyet sistemi kurmuş olurdu. Oysa tarihî tecrübe bunun tersini göstermektedir: İslam, farklı uygarlık zeminlerine, uyum sağlayabildiği ölçüde açılmış; çatıştığı alanlardan ise ya geri çekilmiş ya da onları dönüştürme yoluna gitmiştir. Bu esneklik ve seçicilik en açık biçimde Antik Yunan felsefesiyle, Hint mistisizmiyle yahut Roma mimarisiyle kurulan etkileşimlerde gözlemlenebilir.
Bu bağlamda doğrudan İslami ilimler tarihinden bir örnek vermek mümkündür: Klasik dönem Kelam âlimleri, antik felsefî tartışmaları dinî düşünce bağlamında ele almaktan çekinmemiş; aksine, felsefenin kavramlarını ve yöntemlerini İslami ilimlerin hizmetine sunmuşlardır. Buna karşın günümüzde, geleneği koruduğunu iddia eden bazı dinî otoriteler, modern düşünceyle benzer bir etkileşime girmekten kaçınmakta ve bu tutumu “geleneği muhafaza etme” iddiasıyla meşrulaştırmaktadır. Ne var ki, çağımızın Kelam âlimleri dahi böylesi bir tutum sergilerse, Müslümanların modern düşünce ve kültür karşısında İslam ile neyin örtüştüğünü, neyin terk edilmesi gerektiğini belirleyebilmeleri nasıl mümkün olacaktır? Bu soru özellikle Avrupa’da yaşayan Müslümanlar için hayati önemdedir. Eğer İslami ilim ve düşünce gelenekleri, modern kültürle içerikli ve eleştirel bir etkileşime girmeyi reddederse, yeni kültürel alanların inşası nasıl gerçekleşecektir? Geleneği modern tahribat karşısında savunma refleksi anlaşılabilir olmakla birlikte, küresel ölçekte teşekkül etmiş teknik ve kültürel bir hegemonya karşısında, bu hegemonyanın zihinsel arka planına nüfuz edilmeden yeni çağda Müslümanca yaşamak adına sahici ve üretken bir kültürel formun geliştirilmesi mümkün görünmemektedir.
Geleneğin kendisini dış etkileşime kapatmasının yol açacağı en büyük tehlikelerden biri, çağın imkânlarını tanımadan onun tuzaklarına düşme riskidir. Çünkü tanınmayan bir dünya karşısında savunma mekanizmaları zayıf kalır. Bu körlük, modern politik ve ekonomik ilişkilerin etkisiyle geleneksel örgütlenme biçimlerinin neredeyse tamamen çözülmesine neden olmuştur. Tam da bu bağlamda, klasik tarikat yapıları yerini cemaat tipi yapılara bırakmış; kadim ilişki biçimleri ortadan kalkmış; zahirî ritüellerin yaşatılması, bâtıni derinliğin önüne geçirilmiştir. Tasavvufun içsel özü olan hikmet kaybolurken, onun dışsal görünümü olan hüküm ise mutlaklaştırılmıştır. Oysa ruhunu yitirmiş ir hikmetin ilimde, ilmin hükümde, hükmün amelde tecessüm etmesi ne ölçüde anlamlı ve sahici olabilir?
(2) Dinî Bilgi ve Dilin Politikleşmesi: İslamcılık
Modern uygarlıkla kurulan dengesiz ilişkinin bir diğer çarpıcı tezahürü, dinî bilginin ve din dilinin giderek siyasî bir muhtevaya bürünmesidir. Burada yalnızca dinî eylemin nihai amacının politize olmasından söz etmiyoruz; aynı zamanda dinî ilimlerin içeriği de siyaset merkezli bir anlam haritasına indirgenmiştir. Peygamberin hayatı, ahlaki yönlerinden soyutlanarak bir siyasî kahramanlık anlatısına dönüştürülmüş; vahiy yorumu, varoluşsal derinliğinden koparılarak iktidar düzeninin meşruiyet zeminine indirgenmiştir. İslami ilimleri ve tarihi, salt siyasi bir perspektiften açıklamak; dahası, çağdaş politik sorunlar ekseninde dinin farklı alanlarını hesap verme konumuna yerleştirmek, içinde bulunduğumuz düşünsel krizin en derin göstergelerinden biridir. Bu bağlamda, dinî amelin temel gayesi olan ihlas, dünyevi bir hedef olan siyasi gayeyle; dinî bilginin özündeki hikmet ise, araçsallaştırılmış bir siyasi hükümle yer değiştirmiştir.
İslamcılığın gelişimi, birbiriyle bağlantılı iki tarihsel dinamiğe dayandırılabilir: İlki, sömürgeci işgallerin ve onlarla paralel işleyen baskıcı rejimlerin yarattığı siyasal ve toplumsal direniş ihtiyacı; ikincisi ise, modernleşme süreçleriyle iç içe geçmiş ulusallaşma projelerine karşı alternatif yapı arayışı. Bu bağlamda, temelde bir tepki hareketi olarak şekillenen İslamcı düşünce, diğer dinî akımlardan iki özgün yönüyle ayrılır: İlki, İslam’ın modernleşmeye karşı bir “medeniyet” tasarımı çerçevesinde düşünülmesi; ikincisi ise, ulus-devlet karşısında alternatif bir siyasal düzen teklifi olarak ortaya konması. Modern dönemde Müslümanların ürettiği birçok özgün fikir, genellikle İslamcı düşünce çevrelerinden çıkmıştır. İslam sadece inanç ve ibadet sistemi olarak değil; toplumu, ekonomiyi ve hukuku kuşatan bütüncül bir uygarlık olarak tasavvur edilmesi de ayırt edici bir gelişmedir. Ancak İslamcılığın dinî kaynakları siyasal bir perspektiften yorumlaması, zamanla bu kaynakların siyasallaşmasına ve nihayetinde araçsallaştırılmasına yol açmıştır. Bu durum, dinin kendi içsel anlam katmanlarının, siyasi hedeflere indirgenme riskiyle karşı karşıya kalmasına neden olmuştur.
İslamcı düşünürler, 19. yüzyıldan itibaren Müslümanların düşünsel ve pratik olarak iki zıt kutba savrulduklarını tecrübe ettiler: Bir tarafta, Batı’yı kavrayamayan Gelenekçiler, din dışı alanların -hukuk, iktisat, siyaset gibi- İslamileştirilmesi çabasından vazgeçmiş; öte tarafta ise Modernistler, din dâhil tüm alanları Batılılaşma sürecine teslim etmişlerdir. Bu ikili açmaz karşısında İslamcıların, kapsamlı bir medeniyet tasavvuru geliştirmeyi tercih etmeleri tarihsel bağlamı içinde makul bir girişim olarak değerlendirilebilir. Ancak zamanla dinî dilin ve bilginin siyasallaşması; hatta dinin asli gayesinin araçsallaşması, özellikle 20. yüzyılda yazılan birçok tefsir ve siyer metnine yansımış; bu durum, İslamcı düşüncenin öngöremediği yeni sorun alanlarını beraberinde getirmiştir. Zira siyaset, toplumsal alanın düzenlenmesini hedeflediğinden, dinî niyetin ve amelin siyasî hedeflere yönlendirilmesi, ferdî maneviyatı ikincil hatta tali bir konuma itmiştir. Böylece İslamcılar, karşı çıktıkları sekülerleşme sürecinin tam merkezine yerleşmiş; dinin aşkın ve içsel boyutunu, dünyevi bir siyasal projeye indirgeme tehdidiyle yüzleşmişlerdir.
İslamcı düşüncenin bir diğer sorunu, modern paradigmayı büyük ölçüde sadece siyasi bir perspektiften okumasıdır. Bu yaklaşım, Batı’nın kendi içindeki felsefî, kültürel ve estetik çeşitliliğini yeterince fark edemediği gibi, modern uygarlığın sanat, edebiyat, düşünce ve gündelik hayat gibi siyasetin ötesine taşan boyutlarını da büyük ölçüde göz ardı etmiştir. Böylece İslamcı söylem, modernliğin taşıdığı iç çelişkileri ve kendi krizlerini aşma kapasitesini barındıran yapısal dinamizmini öngörememiştir.
Bu körlüğün arkasında, İslamcılığın dünya görüşünü büyük ölçüde Hegelyen tarih anlayışının Marksist yorumlarından etkilenerek şekillendirmesi yatmaktadır. Tarih, iyi ile kötü, hak ile batıl arasında süregiden bir çatışma olarak kavranmış; bu çatışma, diyalektik ilerlemeci bir tarih anlayışıyla temellendirilmiştir. İslam tarihinin tasnifinde tâğût ve mustazaf gibi ayrımlar sınıf mücadelesi fikrinden, “İslam toplumu” kavramı uluslaşma süreçlerinden türetilmiş kolektif kimlik formlarından esinlenmiştir. Böylece modernliğe alternatif olarak sunulan medeniyet tasavvuru, yöntem bakımından modernliğin kendi kavram ve stratejilerinden ödünçler alarak kurulmuştur.
Bu durum, zamanla İslamcılığın aslında bir tür modernleşme biçimine dönüştüğü gerçeğini ortaya koymuştur. Nitekim bu yönelim bazı İslamcıları milliyetçi söylemlere, bazılarını ise doğrudan modernist çizgilere yöneltmiştir. Her iki eğilim de sekülerliğin farklı biçimleri olarak değerlendirilmelidir. Bu kırılmanın temelinde ise, siyasal tasavvurun dinî düşüncenin merkezine yerleştirilmesi ve böylece dinî alanların dünyevileştirilmesi sorunu yatmaktadır.
Tüm bu nedenlerle, Müslümanların Avrupa’da siyasal İslamcılık temelinde bir yapılanma kurmaları ne doğru ne de sürdürülebilir bir tercihtir. Bununla birlikte, modernleşmenin yapısal doğası gereği, Müslüman birey ve toplulukların siyasetten tamamen uzak durmaları da neredeyse imkânsız görünmektedir. Zira modernleşme süreçleri, hem uluslaşma mekanizmaları hem de demokratik kültür aktarımı aracılığıyla Batı dışı toplulukları doğrudan veya dolaylı biçimde siyasallaştırmıştır. Bu nedenle, başlangıçta siyasetten uzak durmayı hedefleyen birçok dinî yapı dahi, zamanla siyasi alanla zorunlu ilişkiler kurmak durumunda kalmıştır. Buradaki temel sorun, Batı tarzı modernleşmenin bireyi yalnızca ekonomik ya da toplumsal değil, aynı zamanda siyasal bir özne hâline getirmesidir. Dolayısıyla, İslamcılığın dinin muhtevasını siyasal hedeflere indirgemesi haklı bir eleştiri konusu olmakla birlikte, dinî bireyin ve topluluğun siyasetten tümüyle uzak kalmasının -özellikle Batı bağlamında- pratikte mümkün olmadığını kabul etmek gerekir.
Avrupa’daki Müslümanların siyasi kurumlarla etkileşime girmekten bütünüyle kaçınmaları, Batılı toplumlar açısından Müslümanların toplumsal katılımının hiçbir zaman tamamlanamayacağı izlenimini doğurmaktadır. Bu durum yalnızca pragmatik nedenlerle değil, doğrudan Batı modernitesinin siyasal-kurumsal karakteriyle ilgilidir. Bu nedenle hem fikrî hem de kurumsal düzeyde, siyasi yapılarla dengeli ve ilkesel bir ilişki biçiminin nasıl kurulabileceği üzerine ciddi biçimde düşünülmesi gerekmektedir. Müslümanlar, köken ülkelerde geliştirdikleri siyasi yaklaşımlarda içkin olan yöntem ve söylemleri Avrupa’ya aynen aktaramazlar. Bu bağlamda, dinî ilkeleri merkeze alan, ancak aynı zamanda İslami geleneklerin tarihsel çeşitliliğinden beslenen, yeni tasavvurlarına ihtiyaç duyulmaktadır. Fakat günümüzde Avrupa’daki Müslüman siyasal katılımının önünde üç temel engel bulunmaktadır: (1) Fikrî ve kültürel bir zemin inşa edilmeden doğrudan siyasi hareketlere yönelme, bu da katılımı yüzeysel ve tepkisel kılmaktadır; (2) Kısa vadeli kurumsal çıkarlar uğruna tek bir siyasal yönelime bağımlılık, bu da düşünsel esnekliği zayıflatmakta ve temsil kabiliyetini sınırlamaktadır; (3) Siyasi alandan tümüyle uzak durma eğilimi, bu da Müslümanların Avrupa toplumlarının asli bir parçası hâline gelmesini engellemekte ve onları çeşitli aşırılık biçimlerine karşı savunmasız bırakmaktadır.
(3) Modernizm: Hâkim Paradigmanın Donuklaştırılması
Batı modernleşmesinin doğasına dair önceki çözümlememizde iki temel unsur öne çıkmıştı: Değişimin sürekliliği (dinamizmi) ve aidiyet duygusuna yönelik derin güvensizlik. Müslümanların -hâlen süregiden- Batı medeniyetine katılım süreçleri, bu entelektüel kırılmaları İslam düşüncesine taşımakta gecikmedi. Bazı Müslüman aydınlar, hem dinî kaynaklara hem de İslam tarihine yönelik ciddi bir güvensizlik içine girdiler. Çünkü dinî metinlerin, özellikle de vahiy dışındaki nakillerin, modern bilimsel gelişmeler karşısında açıklayıcılığını yitirdiği düşünülmekteydi; hatta bu metinlerin yalnızca bilimle değil, aklın temel ilkeleriyle de çeliştiği ileri sürülmekteydi. Diğer yandan, İslam tarihi -Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra- mezhepsel bölünmelere ve derin toplumsal çalkantılara sahne olmuştu.
Bu arka planda, Müslüman modernistler iki tür güvensizlikle karşı karşıya kaldılar: biri, Kuran ve Sünnet gibi öz kaynaklara; diğeri ise tarihsel-toplumsal tecrübenin kendisine. Bu güvensizlik hâlini aşma çabasıyla, İslam’ı yeniden yorumlamanın yollarını aradılar ve bu süreçte Batı modernliğinin karakteristik unsurlarından biri olan sürekli değişim fikrini yöntemsel bir ilkeye dönüştürdüler. Kuran’daki anlatı ve hükümlere dinamik bir perspektiften yaklaşmaya çalıştılar; Hz. Peygamber’in tarihsel pratiğiyle evrensel şahsiyeti arasında süreklilik ve dönüşüm fikrine dayalı yeni bir yorum çerçevesi geliştirmeyi hedeflediler.
Modernist yaklaşımların temelinde, çağımızda dini hem inanılır hem de yaşanılır kılma yönünde samimi bir arayışın bulunduğu ileri sürülebilir. Bu çaba doğrultusunda, özellikle Kuran’daki bazı hükümlerin -günümüz değer yargılarıyla uyuşmadığı düşünülenlerin- tarihsel bağlamda ele alınması gerektiğini savundular. Ancak hangi hükmün tarihsel kabul edileceği, bu tarihselliğin sınırlarının nasıl belirleneceği ve bu belirlemenin hangi usulî ilkelere dayanacağına dair tutarlı ve sistematik bir yaklaşım geliştirilemedi. Başka bir ifadeyle, tarihselcilik ilmi bir disipline dönüştürülemedi.
Kuran’ın tarihselliği meselesi, yalnızca tefsir ilmi açısından değil, aynı zamanda kelam açısından da temellendirilmesi gereken derin bir sorundur. Zira vahyin tarihsel bağlama indirgenmesi, doğrudan ilahi kelamın mahiyeti, yani Allah’ın sıfatları ile mahlûkat arasındaki ilişkinin niteliği gibi temel kelamî sorunlara kapı aralamaktadır. Ne var ki, modernist yorumcular tefsirde yöntem arayışlarını sürdürürken, bu arayışı kelamî zemine taşımakta yetersiz kaldılar. Bu durum, yalnızca fıkhî yöntemle değil, aynı zamanda inanç sistematiğiyle de derinlemesine tartışılması gereken bir meseleyi, tefsir yorumculuğuna indirgeme gibi yapısal bir eksikliğe yol açtı. Dolayısıyla İslami modernizm, yalnızca maneviyat alanından değil; aynı zamanda fıkıh ve kelam gibi klasik ilim geleneklerinden de kopuk bir Kuran yorumu geliştirmeye teşebbüs etti.
Bu bağlamda, modernist düşüncenin henüz gelişmekte olan bir entelektüel yönelim olduğu ve sistematik temellerini yeni kurmakta olduğu ileri sürülebilir. Ancak modernist yaklaşımın bir başka temel dayanağı daha ciddi bir eleştiriyi hak eder: Modernist yorumların referans noktası, Batı modernitesinin belirli bir tarihsel ve düşünsel çerçevesiyle sınırlıdır. Fikrî düzlemde, Aydınlanma düşüncesinin temel meselelerinin etkisinden kurtulamamışlardır; tarihsel olarak ise 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın başlarında şekillenmiş bir Batı tasavvurunun sınırları içinde kalmışlardır.
Bu bağlamda, Aydınlanma’dan devralınan din eleştirileri genellikle Newtoncu fizik anlayışına ve Kantçı epistemolojiye dayanmaktadır. Sosyal bilimler açısından ise, modernist düşünürlerin benimsediği zemin, rasyonalist ve yer yer pozitivist eğilimlerin etkisi altındadır. Oysa 20. yüzyılın başlarından itibaren doğa bilimlerinde yaşanan devrimsel gelişmeler (örneğin kuantum mekaniği, görelilik kuramı) ile savaş sonrası Avrupa düşüncesinde ortaya çıkan varoluşçu, fenomenolojik ve yapısalcı yaklaşımlar, bu entelektüel gündemin dışında kalmıştır. Modernist düşünürler, Batı tarihini belirli bir dönem ve perspektifle okumuş; böylece hem Batı’nın kendi iç devinimini hem de modernitenin eleştirisini yeterince dikkate alamamışlardır. Bu nedenle, İslamî modernist yaklaşımın dayandığı tarihsel ve felsefî çerçeve, donuklaştırılmış bir Batı tasavvuruna yaslanmakta; böylece dinî düşüncenin dönüşümünü zamana nüfuz eden değil, statik bir tarih anlayışı üzerine kurmaktadır.
Nasıl ki İslam tarihi zaman zaman kölelik, saltanat veya siyasal çalkantılar gibi sınırlı temalar etrafında indirgenmişse, Batı tarihi de özgürlük, bireysellik ya da akılcılık gibi kavramlar etrafında daraltılarak donuklaştırılmıştır. Oysa her iki tarih de birbirinden farklı olayların, düşüncelerin ve tecrübelerin çok katmanlı birlikteliğiyle şekillenmiştir. Tarihsel gerçeklik, indirgenemez çoğulluğa ve süreklilik içinde dönüşüme dayanır. Benzer biçimde, bugün değer atfettiğimiz kavram ve inançların birkaç yüzyıl sonra anlamını yitirebileceği, hatta tahkir edilebileceği de göz ardı edilmemelidir. Bu durumda, dinî bilgi çağdaş değerler doğrultusunda tarihselleştirildiğinde, geleceğe aktarılan mirasın yıkıcı etkisi daha büyük olabilir. Zira gelecek kuşaklar, kendi tarihsel bağlamlarında bugün mutlaklaştırılmış değerleri aşılmış, hatta geçersiz sayılmış bulabilirler. Böyle bir durumda, vahiy hangi tarihsel zemin üzerinde yeniden yorumlanacaktır?
Bu nedenle, modernist perspektifin Batı tarihini durağan bir model olarak ele alması ve bu çerçevede bir din yorumu inşa etmeye çalışması derin bir düşünsel handikap barındırır. Oysa Batı tarihi, sanıldığının aksine, kendi içinde oldukça dinamik, çok yönlü ve eleştiriye açık bir seyir izlemektedir. Bu sebeple İslami modernizmi esas alarak evrensel geçerliliği olan bir kültürel yapı inşa etmek oldukça zordur.
Yukarıda ayrıntılı biçimde ele aldığımız Gelenekçi, İslamcı ve Modernist yaklaşımların, çağdaş dünyada özgün bir İslamî kültür inşasını engelleyen ortak zaafları, temel olarak şu başlıklarda özetlenebilir:
Zahire indirgenme ve derinliğin yitimi: Her ne kadar manevi tekamülü merkezine aldığını iddia etse de, günümüzde gelenekçilik büyük ölçüde zahirî olanın -biçimlerin, ritüellerin, simgesel ifadelerin- muhafazasına indirgenmiş durumdadır. İslamcılık ise dinî ilgiyi doğrudan dünyevi alanın (siyaset, toplum, iktisat) düzenlenmesine yönelttiğinden, dinin anlam dünyasını dışsal hedeflere tabi kılmıştır. Modernist yaklaşım ise, çağdaş bilimsel ve kültürel kıstasları temel referans noktası hâline getirdiği için, dinin ruhunu ve metafizik boyutunu çoğu zaman göz ardı etmektedir.
Batı eleştirisinde indirgemecilik ve yüzeysellik: Gelenekçilik, modernliği toptan mahkûm eden bir söylem geliştirirken, tarihsel ve yapısal farklılıklara sahip olan “din” ile “uygarlık” kavramlarını birbirine karıştırmakta; böylece eleştirisini entelektüel temelden yoksun bırakmaktadır. İslamcılık, modern Batı düşüncesinden -özellikle sol ve eleştirel kuram çevrelerinden- belirli ölçüde istifade etse de, Batı’yı yalnızca sömürgeci ve kapitalist bir yapı olarak yorumlayarak indirgemeci bir genellemeye saplanmaktadır. Modernist eğilim ise Batı düşüncesini, çoğu zaman 19. yüzyılın mirası üzerinden okur; içsel çeşitlilik, çelişki ve dönüşüm kapasitelerini göz ardı eder.
İslami çözümün problemi İslamileştirmesi: Her üç yaklaşımda da insanlığın ortak problemlerine yönelik çözüm arayışı, çözümün yalnızca İslam’a özgü olduğu varsayımıyla şekillenmekte; bu da farkında olunmadan, problemin kendisinin de “İslamileştirilmesi” gibi bir sonucu beraberinde getirmektedir. Örneğin gelir dağılımındaki adaletsizlik ya da faizli ekonomi sisteminin zararları, tüm insanlığı ilgilendiren evrensel meselelerdir. Ancak çözümün yalnızca İslam’a ait olduğu inancıyla, söz konusu problemler sadece İslam’ın iç meselesi gibi ele alınmakta; iktisadi bilgi ve pratiğin tamamı İslamileştirilmek istenmektedir. Oysa bilgi ve teknik uygulama, evrensel boyutlara sahiptir; bu bilgilere İslami bir değer ve anlam atfetmek mümkündür, ancak bu onları yalnızca Müslümanlara ait kılmaz. Değer ve anlam Müslümanca olabilir; fakat bilgi ve çözüm yöntemleri insanlığın ortak mirasıdır. Bu ayrımın göz ardı edilmesi, İslami çözüm arayışlarını evrensellikten uzaklaştırarak daraltıcı bir zemine indirgemektedir.
Medeniyetlere karşı vukufiyetsizlik: Üç yaklaşımın ortak bir diğer sorunu da, hem Batı medeniyeti hem de İslam medeniyeti karşısında yeterli derinlikte kavrayış geliştirememeleridir. Gelenekçi eğilim, Batı’yı tüm kötülüklerin kaynağı olarak gördüğü için ona ilgi duymayı gereksiz saymakta; oysa eleştirdiği bir medeniyeti en azından kaynaklık düzeyinde tanıması beklenirdi. Aynı zamanda gelenekçiler, İslam medeniyetine çoğunlukla yalnızca ilmî miras açısından vâkıftırlar; tarihsel süreçteki siyasal ve kültürel krizleri göz ardı ettikleri için, modern sorunların pek çoğunun tarihsel öncüllerini de göremez hâle gelmektedirler. Modernist düşünürler ise, Batı medeniyetini sadece onun modern safhası üzerinden değerlendirmekte; bu yüzden hem İslam tarihine yönelttikleri eleştirilerde anakronik bir tutuma düşmekte, hem de modernliğin kendisinin dönüşebilirliğini yeterince kavrayamamaktadırlar. Modern medeniyetin, bir yüzyıl sonra köklü bir değişim geçirebileceğini tahayyül etmekten dahi uzak durmaları, gelecek tasavvurunun eksikliğine işaret etmektedir.
Tarihin kutsanması ya da lanetlenmesi: Modernist ve İslamcı yaklaşımlar, İslam tarihini de kapsayacak şekilde geçmişi büyük ölçüde eleştiriye tabi tutarken; Gelenekçilik, tarihe koşulsuz bir bağlılıkla yaklaşır ve onu tüm yönleriyle savunma refleksi geliştirir. Bu iki uç yaklaşım, tarih ile kurulan ilişkinin ilmî hassasiyetten uzaklaştığını göstermektedir. Ne tarih, sadece eleştirinin nesnesi olarak kullanılabilecek statik bir veri kümesidir; ne de kutsanacak bir anlatılar bütünüdür. Bu yaklaşımlar, tarihi çoğu zaman güncel psikolojik ve toplumsal koşulların yansıma alanı olarak kurgular. Böylece tarih, yaşanmışlığın anlaşılmasına katkı sunan çok boyutlu bir bilgi kaynağı olmaktan çıkar; ideolojik meşrulaştırma veya savunma refleksinin bir aracı hâline gelir.
Hükmün hikmete öncelenmesi: Söz konusu yaklaşımlarda görülen bir diğer sorun, zahirî hükümlerin, bu hükümlerin arkasındaki anlam ve hikmeti gölgede bırakacak biçimde öne çıkarılmasıdır. Bu durum, dini metin ve uygulamaların normatif yönünün, ahlaki ve metafizik boyutlarını bastırmasına yol açar. Böylelikle şekil korunurken mana ihmal edilir; hüküm sabitleşirken hikmet donuklaşır. Bu mesele, sonraki yazıda daha ayrıntılı biçimde ele alınacaktır.