İNSANİ VE AHLAKİ OLANDAN ADALET DAİRESİNE
Hasan Sevil
Dünyadaki birçok felsefe ve inanç sistemleri, insanın dünyada dengeli bir hayat sürmesini ve bu dengeli hayatı huzur ve güven içerisinde yaşamasını temin etmek için var olmuşlardır. İnsanın dünyadaki yaşamı süresince aklın muhafaza edilmesi temel alınmıştır. Aklın muhafazası, gönlün huzuru ve dolayısıyla da bu huzuru temin edecek, yaşamı sağlayacak güvenlik, barınma, beslenme gibi zahirî gereksinimlerin elde edilmesi icap etmiştir: Bunu sağlayabilmek için de insanların elbette bir hukuk sistemine ihtiyacı olmuştur. Bu hukuk sistemi içerisinde bir araya gelen toplumlar, müşterek uzlaşı sağladıkları hukuk sistemini cari kılabilecekleri daha büyük bir topluluk oluşturur. Buna da devlet diyebiliriz. Devletler her ne kadar kendi toplumlarının huzur, güven ve temel ihtiyaçlarını sağlamayı amaç edinseler de yeryüzündeki en büyük topluluk insanlıktır. Teorik olarak insanlığın güven başta olmak üzere bütün gereksinimlerini yekdiğeriyle adalet gözeterek paylaşmasıyla mümkün olur. Adalet yitirildiğinde bireysel öncelikler, çıkarlar mevzu bahis olur ve bundan da eşitsizlik ve dolayısıyla kavga ortaya çıkar. Bu kavga kişinin içinde bulunduğu en küçük topluluk olan aile, arkadaş, iş gibi çevrelerden başlamak üzere nihayet toplumlar arasındaki kavgaya kadar gider. En ileri neticesi devletler, düşünceler ya da inançlar arası savaşa varır.
İnsanların insan olması itibariyle birbirlerinden bir farkının olmadığının üzerinde tekrar ve tekrar durmamız gerekir. Her ne olursa olsun, hangi düşünceyi, hangi inancı benimsemiş olursa olsun her bir insan yaratılış itibariyle saygındır. Bunun için Cenab-ı Hakk Kitab-ı Kerîm’inde “Ademoğlunu mükerrem [saygın] kıldık.” buyurmuştur. Bu itibarla insanın sahip olduğu sair niteliklerin bir önemi yoktur. Bu noktadan bakıldığında, her insan insan olması itibarıyla saygın kılınmıştır, saygındır ve eşittir.
Bu eşitlik fikriyle beraber İslam telakkisinde insanlar arasında bir farklılık yaratan nübüvvet, velayet ve takva gibi soyut kavramları insanlığın ekserisi için ölçmek kolay bir mevzu değildir, bu yüzden meselenin o tarafına girilmesine gerek yoktur. Allah katında sizin en kerim, yani cömert ve paylaşmacı olanınız O’na karşı en çok takvalı olanınızdır mealindeki ayet (Hucurât suresi, 49:13), kendi hayatında her yaptığı fiilin aşkın varlık tarafından müşahede altında tutulduğunu idrak ve şuuru içinde hareket etmesi gerektiğini emreder. Bunu da Allah’tan başka kimse ölçemez. “Etka olmak,” yani takva sahibi olmanın ölçüsü, tartısı Cenab-ı Hakk ile kulu arasındaki meseledir, bunu herhangi bir insan ya da kurum ölçemez. Hâliyle burada da insanlar arasında bir eşitlik söz konusudur. Her insanın yaratıcısıyla kendine has bir ilişkisi vardır. Bu ilişkiye yönelik mevzular, insanın bâtınına yöneliktir ve zahiriyle ilgili değildir. Bundan dolayı İslam fıkhında şöyle bir tavır benimsenmiştir: Hüküm zahire göredir. Dolayısıyla insanların akıllarını, kalplerini, gönüllerini okuma kabiliyetine sahip değiliz. Bundan dolayı da bütün insanların saygın kılınması gerektiğini işaret eden eşitlik fikrini başka referanslarla yok sayamayız. Herhangi bir ırkın üstünlüğü meselesi çok daha primitif bir düşüncedir. Hiçbirimiz bir diğerimizden üstün yaratılışa sahip değiliz.
Böyle bir eşitliğin söz konusu olduğu dünyada, yeraltı ve yerüstü zenginliklerin adil bir şekilde paylaşımı meselesi ortaya çıkmıştır. İşte bu tüketilebilir kaynakların eşit şekilde paylaşılmamasından dolayı insanlar arasında sürtüşmenin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Temelde bu kavgayı önleyebilecek tek yol, tüketilebilir kaynakların adil bir şekilde paylaşımıdır. Cenab-ı Hakk Kitab-ı Kerîm’inde “İnsan için ancak çalışmasının [gayretinin] karşılığı vardır.” (Necm suresi, 39:53) diye buyurur; adil olan budur. Çalıştığı kadar insan elde eder, elbette yardımlaşma ve paylaşma gibi insaniyetin başka boyutları da vardır. İşte bu adil paylaşım sürtüşmeyi önleyecektir ve adil paylaşımın teşekkül edebilmesi iki şey vasıtasıyla olur. Bunlardan birisi yine adalettir. Adaleti benimsemek ve onun gereğine göre hareket etmek icap eder. İkinci husus ise ahlaktır. Ancak ahlak telakkisiyle insan, insan olmaklığını ileri seviyeye yükseltir. Biyolojik olarak insan olmak iradi değildir fakat ahlaki tercihleriyle insan, insani meziyetlerini arttırabilir. Kendine verilen akıl, tefekkür, ruh ve duygular sayesinde insan bir olgunluğa erişir, bunları terbiye ederek dönüşür. Fakat bunları yapmadıysa sadece biyolojik ve fiziksel özelliklerinin öne çıktığı bir insan, canlı olarak belirir. Elbette, Allahu Teâlâ’nın esma-ı ilahîyeye mazhar olacak, tecelli edebilecek, ahsen-i takvîm surette yarattığı insan olması itibariyle bu insana yine saygı duyacağız. Bununla beraber manevi olarak insan olmak güzel ahlakla ahlaklanmayı gerektirir. İnsan bu meziyetleri üzerinde taşırsa, yani ahlaklı insan olursa dünyaya da adaletle hükmeder. Örneğin yeryüzündeki tüketilebilir kaynakları adil bir şekilde paylaşımı o zaman söz konusu olabilir. Bu kişisel boyutta, ahlak üzerinden başarılamadığında kanun yoluyla, yani zikredilen adalet yoluyla mümkün olabilir. Bunun neticesinde de birtakım yaptırımlar uygulanabilir. Nitekim inanç sistemlerinde, adaleti benimsemeyen insanların burada veya buradan sonra mutlaka bazı cezalara çarptırılacağı ifade edilmiştir. Bütün kutsal metinler, bu kabil uyarılar ihtiva ederler.
Kısacası dünyadaki asıl sürtüşmenin ve kavganın temel sebeplerinden birisi adaletli paylaşımın olmamasıdır. Bu durum insanlar ahlak veya etikle teçhiz edilmedikleri için söz konusudur. Bu kavramları göz ardı edip elindeki imkânları, adaletsiz biçimde kendi çıkarlarına kullanmak adaletsizliği ortaya çıkarır. Adaletsizlik de mezkûr sorunların asıl sebebidir. Fizikî güç, ekonomik güç, akıl birer imkândır. Bu imkânları bireysel bazda ele alanlar, kendi ya da ait olduğu kesim ya da toplumun lehine kullanmak; insani değildir. İnsan mükerrem bir varlık olarak farklı renklerden ve milletlerden olabilir. Ama en genel anlamıyla Hak Teâlâ yeryüzünde Âdem’in çocukları olarak yaşam süren bizleri hiçbir şekilde birbirimizden farklı yaratmamıştır. O yüzden de bir huzur ve güvenden bahsedilecekse insanlığın tamamından bahsedilmesi gerekir. Yeryüzünü emniyetli bir yer hâline getirmek tamamen insanın elindeyken maalesef içinde yaşadığımız çağda bunun tam aksi bir durum söz konusudur. Belki de insanın var olduğu günden bu yana şahit olduğu en güvensiz çağ bu çağdır. Bugün yeryüzünde doğrudan insanın müdahalesiyle ortaya çıkan birçok sorundan söz ediyoruz. Soyu tükenen hayvanlardan, buzulların erimesinden, denizlerin aşırı kirlenmesinden, genetiğiyle oynanmış gıdalardan bahsediyoruz. Bugün yeryüzünde sömürgecilikten, sermayenin belirli odakların elinde toplanmasından, nükleer silahların varlığından bahsediyoruz. Bunları yapan da insan. Yeryüzünde herhangi bir inancı benimsemese bile, hiçbir inanca tabi olmasa bile yeryüzünde yaşama hakkına sahip olan insanların ve sair canlıların yaşam hakkı elinden alınmaya çalışılıyor. Bir insan veya toplum niçin gıdanın genetiğiyle oynar, niçin denizlerin kirlenmesine sebep olur, bunun bir izahı olamaz. Doğaya ve ekolojiye verdiği zararların karşılığında, bu kadar fazla nükleer silaha sahip olmasının karşılığında elde edecekleri şeyin ne olduğunu bir hesap etmek lazım. Bütün bu kavganın sebebi tek bir şeydir: Benim soframda bir tabak yemek fazla olsun. Tasavvuf büyüklerinden birisinin sözü vardır: “Oturduğun sofrada bir dilim ekmeği paylaşırken güzelini kendine alan bizim yolumuzdan değildir.” Güzel olanı kardeşine vermesi lazımdır. İnsanoğlunun gözünü ancak toprak doyurur sözünü hatırlayabiliriz. Göz, dışarıdan alınan bir gıda maddesiyle beslenmez. Gözün doyması için ihtiyacı olan şey içimizdedir. Dışarıdan gelen her şey gözün huzurunu bozar, sağlığını kaybettirir. Toprağın gözü doyurması ancak göz orda yoksa doyurur. Daha doğrusu toprak gözün yerini doldurduğunda ve artık orada gözün varlığından söz edilmediğinde böyle olur. İnsanoğlu kendi sofrasındaki o bir tabak yemeğin fazla olmasıyla değil, sofradaki yemeğin adil bir şekilde taksim edilmesiyle felaha erecektir. Çocuğa çocuk kadar, gence genç kadar, yaşlıya yaşlı kadar… taksimatını yapabildiğimiz gün ancak bütün insanlık adına bir huzurdan söz edilebilir. Ne zaman bireysel çıkarları aşarız o zaman bu mümkün olabilir.
Bugün dünyada toplumlar ve devletler dikkat edersek bir mevzunun üzerinde konuşuyorlar. Basın yayında ve haberleşme kanallarında birinci planda tutulan şey ülke menfaatleridir. Her ne kadar bugün dünya genelinde bütün milletlerin bir araya geldiği uluslararası birtakım teşekküller bulunsa da bunların icraatlarının dünyadaki huzuru temin etmediği görülmektedir. Burada temel mesele insanlığın müşterek etik kavramların etrafında toplanmak ve insanlığın huzuru için ancak adaletli bir sistem oluşturmaktır. Adaletin de besleyici gücü ahlaktır. Nasıl ki her bir canlı varlığını sürdürebilmek için gıdaya ihtiyacı varsa adaletin de ahlakla beslenmeye ihtiyacı vardır ve ahlakla beslenmedikçe adaletin gerçek anlamda tesisi mümkün değildir. Adaletin tesis edilemediği bir dünyada insanın ne doğayla münasebetleri ne de yekdiğeriyle olan münasebetleri sağlıklı bir zemine oturtulamaz ve oturtulamayacaktır.
Adalet meselesine Müslümanlar açısından bakılacak olursa, “Ben adil hükümdar Nurşirevan zamanında doğdum,” hadisini hatırlayabiliriz. Bu hadis-i şerîf bir Müslümanın kendi inancından olmayan bir kişinin adalet mevzuundaki doğruluğunu takdir etmektedir. Güzel bizden olur diye bir iddiadan ziyade güzel her yerdedir anlayışına sahiptir. Güzellik meselesi üzerine çok fikrî tartışma vardır. Özellikle de güzelliğin etikle olan ilişkisi üzerine tartışmalar önemlidir.
İnsanlar arasında ırk ve millet üstünlüğü de iyinin ve doğrunun ancak kendisinde mümkün olduğu iddiası da ilkel bir düşüncedir. İyi ve doğru olanı sahiplenemezsin, tekeline alamazsın. Mutlak doğrunun bir millete, bir topluma ya da kişiye münhasır olduğu iddiası doğru değildir. İnsanların yaratılışları itibariyle doğru ve güzel kavramlarını farklı farklı düşündükleri ve düşünecekleri için inanç var olmuştur. İnanç bize iyiyi, doğruyu, güzeli, yani ahlakı tarif eder. Yeryüzünde her ne kadar birtakım düşünceler inançsızlığı temel alsalar da onların içinde dahi ahlaki değerlerin olduğu şüphesizdir. Bu ahlaki değerlerinin hepsinin doğru olduğu söylenemez. Her toplumun değerinin başka bir topluma göre değişiklik gösterebileceği söylenebilir. Bunun için insanoğlunun temelde ihtiyacı olan şey iyi ve güzel kavramının nereden alındığı meselesidir. Bir Müslüman gözüyle bakıldığında, adaletle ilgili ve diğer ahlaki kavramlar Kur’ân-ı Kerîm’den alınır. Müslümanın davranış şekillerini belirleyen İslam ahlakı diye bir şey oluşmuştur. İyi ve güzelin doğru ve adil olanın temel ölçüleri İlahi kaynaktan alınır ve bunlar da Müslüman için bellidir. Adaletin teminiyle ideal sistem kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Burada eşitten ziyade, adil dedik çünkü adaletli olmak, her zaman eşit davranmayı gerektirmez. Aslında bu süregiden bir tartışmadır. Adalet dediğimiz şey eşitlikten ziyade, dengeye işaret eder. Adalet sembolündeki terazinin dümdüz durması dengede olmasıdır. Bir tarafın ağır bir tarafın hafif olmamasıdır. Yönetimde, paylaşımda ve sosyal ilişkilerde de bu denge vardır. Biyolojik varlığımızı ilgilendiren sağlık durumunda da böyledir. Adaleti kendisine prensip edinen kişinin kim olduğu, inancı veya başka bir ayırt edici unsuru bahis mevzu değildir. Hadîs-i şerîfte takdir edilen adalettir. Bunun İslam tarihinde örnekleri vardır.
Cuma günleri hutbede okunan ayette, “Allah adaletle hükmetmeyi emreder,” diye geçer. Adalet her şeydedir, buradaki hükümden o kastedilmektedir. Adaletten sonra, “ihsan” geçer ayette. İnsanın bütün davranışlarında Cenab-ı Bari Teâla tarafından bir müşahede altında olduğu belirtilir. Biz ona aidiyetimizi, muhabbetimizi, kulluğumuzu sık sık vurguluyoruz. Hatta O’nun katında en sevgili olandan şahadet, yani iman deklarasyonunda “abduhu” diye bahsediyoruz. İhsan bu bilince sahip olmak demektir. Bu şekilde sevdiğin tarafından görüldüğün duygusuyla bir şeyler yapmaktır, beğenilmeyi istemektir. Ayette sonra yakınındakilerle paylaşım geliyor. Buradaki yakınlıktan kasıt, onlara ulaşılabilir olmak, onlardan haberdar olmaktır. Oradakilere yardım etmek, sende olandan vermektir. Bu sadece maddi imkân değildir, fikir, sevgi ve her şeyi paylaşmakla vuku bulur. Ayetin sonunda “kötülükten ve kötülüğü açıkça yapmaktan Allah nehyeder” ifadesi geçer.
Bu ifadelerin Cuma hutbesinin sonuna koyulması, insanlara ve Müslümanlara son bir mesaj olarak mutlaka verilmesi gerektiği düşüncesidir. Bu geleneği başlatan Ömer bin Abdulaziz’dir. Bu ifadelerin son bir mesaj olarak koyulmasının nedeni sevgide ve nefrette dengeli olmaktır. Birisine, bir topluluğa, bir düşünceye sevgi de duyulsa nefret de edilse denge gözetilmek zorundadır. Sevmek zorunda değiliz ama nefret etmek zorunda da değiliz. Sevgi ve nefret birer duygudur ve duygular kontrol edilemez. Ama bunun davranışa ve söze yansımasında dengeli olabiliriz. Eşyaya, topluma ve insana karşı da böyledir. Hayatına, düşüncesine, felsefesine adaleti yerleştirmiş olan bir hâkim, bir yönetici kim olursa olsun onu takdir etmek de adalettendir. Onun için en adil insan olan Hazreti Peygamber de Nurşirevan’ın adaletini takdir etmiştir ve onun zamanında doğduğundan dolayı iftihar etmiştir.
Bununla birlikte insanlığın var olduğu günden beri, bizim inancımıza göre Hz. Âdem (a.s.)’dan sonra onun evlatlarıyla başlayan iyiyle kötü mücadelesi vardır. İyilik de aslında tartışılabilecek bir kavramdır. Kime göre iyi? Ancak mutlak olan tarafı tarih boyunca ne kavganın ne de savaşın bittiği gerçeğidir. Ne de insanoğlunun eşyaya karşı davranışı dengelenebilmiştir. Birçok iyi davrananlar olmuştur ki bu herkesçe takdir edilmiştir. Bizim lisanımızda “karıncayı bile incitmemek” sözüyle tarif edilen insanlara hep hayran olmuşuzdur. Fakat onların davranışları bireysel erdem olarak kalmıştır. Aslında yazının başında temas ettiğimiz üzere Allahu Teâlâ insanları ahsan-i takvîm suretinde, en güzel şekilde yaratmış, ona esmayı öğretmiş, sonra onu yeryüzüne kendisine halife olacak potansiyelde göndermiş. Allah bu imkânı her bir bireyin kendi psikolojik yapısının içine koymuş ve bunu işlemek kişinin kendisine bırakılmıştır. Bu kişinin kendisine bırakılan potansiyeli geliştirme ve değerlendirme kabiliyeti insanda vardır. Ancak temelde Cenab-ı Hakk, bu potansiyeli işleme kabiliyetini insana çift yönlü olarak vermiştir. Yani bu pozitif anlamda da negatif anlamda da gelişebilir. İmtihan dünyası olarak gönderildiğimiz bu yerde Cenab-ı Hakk bizim ne yaptığımıza bakar. Kur’ân-ı Kerîm’de bu şu ifadeyle anlatılır: “O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.” (Mülk suresi, 67/2). Buradaki “ahsenu ‘amelâ”, yani güzel davranma ifadesi adalet üzere olmak şartıyla paylaşımda, ahlakta, erdemde, özveride, yekdiğerini düşünmede en güzelini ortaya koymayı işaret eder. Yani bir fiil olarak ortaya çıkarmada en güzelini kimin yapacağına bakılacağını söylüyor. İki marangozun eline aynı malzemeyi verip bir ürün ortaya çıkarmalarını istersin. Bu iki işin bazen birisi açık ara daha güzel olur bazense hangisinin daha güzel olduğuna şaşırır kalırsın. Tıpkı bu örnekteki gibi insanoğlunun içerisinde var olan bu potansiyeli nasıl işlediğine bakılır. Bunun neticesinde yeryüzünde insani ve ahlaki davranmak, hatta yeryüzünü cennete çevirmek kabiliyeti, bilgisi insanoğlunun mayasının içine koyulmuştur. Fakat ayette “en güzeli” ifadesi geçtiği üzere, en güzelinin yanında elbette dünyada güzeli, normali, kötüyü, en kötüyü yapanlar da vardır sonucu çıkabilir. Elbette ideal olana yeryüzünde, en azından günümüz itibariyle, ideale yakın olana bile çok uzakta bulunmaktayız. Bunu yakalamak her ne kadar uzun gözüküyorsa da, bu savaş, yani iyi ile kötünün varlık mücadelesi, dünyaya hâkim olma mücadelesi sonsuza kadar devam edecektir.