NEFS İLE ZİHİN ARASINDA BİR YOL VAR MI?


Mehmet Zahit Tiryaki*
Herbert Feigl, 18. yüzyıldan beri pek çok felsefi pozisyonun esas itibarıyla zihin-beden probleminden kaçınmayı amaçladığını iddia etmişti. Acaba zihin-beden probleminden kaçınmak şeklindeki amaç sadece 18. yüzyıldan beri var olan felsefi pozisyonları harekete geçiren bir şey midir? Yoksa Descartes’tan sonra zihin-beden problemi şeklinde tedavülde olan ikiliğin felsefe tarihinin erken dönemlerinden beri en temel sorunlardan biri olduğunu düşünebilir miyiz? Başka bir deyişle zihin-beden problemini antik dönemden çağdaş döneme kadar problematik bir süreklilik içinde düşünebilecek şekilde ifade etmenin bir yolu var mıdır?
Felsefe tarihinin erken dönemlerindeki nefs-beden ilişkisi yaklaşımlarıyla modern ve çağdaş zihin-beden ilişkisi yaklaşımlarını bir arada incelemeye ve karşılaştırmaya yönelik tutum her zaman cazip bir soruşturma olarak görülmez. Bazen felsefe tarihçileri durumdan rahatsız olur, çünkü zihin-beden problemini tarihsel olarak değil de felsefi olarak incelemek problemin çağdaş dönemde kazandığı yeni görünümleri de kuşatmayı gerektirir. Bu ise bugün büyük oranda farklı alanlarda farklı uzmanlar aracılığıyla yapılan akademik çalışma tekniği açısından güç bir şeydir. Bazen de çağdaş zihin felsefecileri bu durumu çok hoşnutlukla karşılamaz. Çünkü bu durumda da problemin kökenlerine yönelik uzun soluklu tarihsel okumalar yapma yükü ve yükümlülüğü artar. Bu çift taraflı hoşnutsuzluk felsefe tarihinin erken dönemlerinden herhangi bir filozofun nefs-beden ilişkisi hakkındaki görüşleriyle çağdaş zihin-beden problemini çözmek amacıyla geliştirilen yaklaşımları bir arada düşünmeye yönelik tartışmaları da etkilemiştir. Bu tartışmalar çağdaş zihin-beden problemini bir antik dönem ya da Orta Çağ filozofuyla irtibatlı bir biçimde inceleme taraftarı olanlar ile bu türden okumaların mümkün olmadığını düşünenler arasındaki ayrımları ortaya çıkarmıştır.
Orda Bir Nefs Var Uzakta, Baksak mı Bakmasak mı?
Büyük oranda Aristoteles’in psykhe-beden ya da nous-beden ilişkisi hakkındaki görüşleriyle zihin-beden problemini çözmek amacıyla geliştirilen yaklaşımlar arasındaki ilişkiler üzerinden yürütülen bu tartışma en temelde, bir Antik-Helenistik dönem ya da Orta Çağ filozofunun nefs-beden ilişkisi teorisiyle Kartezyen düalizm, materyalizm, işlevselcilik, belirimcilik, özdeşlik teorisi ya da panpsişizm gibi zihin-beden ilişkisi teorileri arasında bir benzerlik ya da farklılık olup olmadığı sorularına verilen farklı cevaplardan kaynaklanmıştır. Nitekim, Wallace Matson ile Peter King’in tutumları bu tartışmanın iki önemli örneği olarak görülebilir. Bu iki yoruma benzer bir tutum benimseyen bazı yaklaşımlar yukarıda ifade edilen türden karşılaştırmaların işlevsiz ve faydasız olduğunu iddia etmişler ve daha Ortodoks bir Aristotelesçi nefs-beden ilişkisi yorumunu savunmuşlardır. Bazı yaklaşımlar ise bu türden karşılaştırmalara olumlu yaklaşmışlardır. Bu yaklaşımın savunucuları, Aristoteles öncelikli olmak üzere herhangi bir Antik-Helenistik dönem veya Orta Çağ filozofunun nefs-beden ilişkisi yaklaşımıyla sonraki dönemlerde zihin-beden problemini çözmek için ortaya çıkan çeşitli yaklaşımlar arasında karşılaştırılabilecek yönler bulmuşlar; hatta bazıları Aristotelesçi nefs-beden anlayışının Kartezyen zihin-beden düalizminin ortaya çıkardığı sorunlara yönelik güçlü bir alternatif olduğunu iddia etmişlerdir.
Aristoteles ile Descartes’ın görüşleri arasında farklılık olduğunda uzlaşan fakat farklılığın nerede olduğu noktasında ayrışan araştırmacıların iddiaları üç maddede özetlenebilir:
- Descartes’ın teorisi, Aristoteles’in teorisinden radikal bir ayrılıştır ve modern zihin felsefesinin başlıca sorunsalını doğurmuştur.
- Descartes rasyonel nefsin işlevlerini tüm ruhsal işlevleri içerecek şekilde genişletmiştir.
- Descartes, Aristoteles’in aksine, tüm düşüncelerin bilinçli durumlar olduğuna inanmıştır.
Antik-Helenistik dönem ve Orta Çağ’daki nefs-beden ilişkisi problemi ile Descartes ve sonrasındaki zihin-beden problemi arasında radikal bir farklılık olduğunu iddia eden araştırmacılar da buradaki iddiaları destekleyecek şekilde iddialarını dile getirmişlerdir. Bu araştırmacılar ilk olarak, bir zihin-beden probleminin var olup olmadığını çeşitli dönemlerden filozofların duyumsama ve algı gibi özel problemler hakkındaki tutumuna göre belirlemektedirler. Onlara göre, Antik dönemde ve Orta Çağ’da duyusal güçler ile akli güçler arasında yakın ya da geçişli bir ilişki vardır ve duyumsama bedensel alana dahildir. Oysa Descartes duyumsama ve algı gibi etkinlikleri sadece zihinle ilişkilendirmiştir. Dolayısıyla Yunan filozoflar bedenden ayrılabilir bir zihin kavrayışından büsbütün yoksun olmasalar da Homeros’tan Aristoteles’e kadar zihin ve beden arasındaki çizgi duyu algısı süreçlerini beden tarafına koyacak şekilde çizildiği için Yunanlar zihin-beden, fenomenal dil ya da ham hisler gibi bugün bizim için oldukça canlı olan problemleri tartışmamışlardır. Benzer şekilde bazı Orta Çağ filozoflarının zihin-beden problemini öngörmüş oldukları düşünülebilecek olsa da onların duyusal ve algısal süreçleri bedensel tarafa koymaları, zihin-beden problemini Orta Çağ’da aramanın önündeki engellerden birisi olarak görülür.
Antik dönemde ve Orta Çağ’da zihin-beden probleminin olmadığıyla ilgili olarak vurgulanan ikinci iddia, Descartes’ın nefs yerine zihin terimini kullanmasıyla gerçekleştiği iddia edilen dönüşümlerle ilişkilidir. Dolayısıyla “zihin” gibi özellikle Kartezyen düalizmle belirginlik kazanmış ve çağdaş dönem zihin-beden problemi tartışmalarındaki merkezi bir konuma yerleşmiş bir kavramı Antik döneme ve Orta Çağ’a yansıtmak gibi bir tehlikeden bu şekilde kurtulmak mümkün olabilir. Böyle bir bakış açısında nefs-beden ya da zihin-beden kavram çiftlerinden hareketle problemin felsefe tarihinin erken dönemlerindeki görünümüne bakmak, Descartes’ın zihin terimini kullanarak problemi kendisinden önceki tartışmalardan farklı bir yöne çevirdiği iddiası açısından sorunlu görünür. Buna göre Descartes nefs terimini diğer filozoflar için sadece nefsin bir kısmı olan zihin ile özdeşleştirmiş ve “zihni nefsin bir kısmı olarak değil düşünen nefsin bizzat kendisi olarak düşündüğünü” söylemiştir.
Antik dönemde ve Orta Çağ’da zihin-beden probleminin olmadığıyla ilişkili olarak örtük bir şekilde vurgulanan üçüncü bir iddia ise zihin-beden probleminin sadece Kartezyen düalizm ile ilişkili olduğunun varsayılmasıdır. Buna bağlı olarak Antik-Helenistik dönemde ve Orta Çağ’da kendileri hakkında düalist tanımlaması yapılabilecek filozofların Kartezyen düalizmdeki gibi bir zihin-beden problemine sahip olmadıkları iddia edilir.
Farklı Bir Bakış Mümkün Mü?
Bu noktada yukarıdaki iddialara karşılık bazı sorular sorarak alternatif bir yolun imkânını soruşturmaya başlayabiliriz. İlk olarak, acaba Antik-Helenistik dönemde ya da Orta Çağ’da duyumsama ve algıyı sadece nefsin duyusal güçleriyle değil de rasyonel gücüyle de ilişkili kılan başka tutumlar yok mudur? Başka bir deyişle, söz konusu dönemlerde duyumsama ya da algıyı aklın rasyonel yargısından bağımsız bir etkinlik olarak görmeyen aksine onları nihai noktada aklın rasyonel yargısı olarak kabul eden tutumlar var mıdır? İkinci olarak, acaba zihin-beden problemi şeklinde ifade edilen ikilik problemini daha geniş anlamda nasıl tanımlayabiliriz? Başka bir deyişle, zihin-beden problemi için belirleyeceğimiz kriterlerle Kartezyen düalizm için belirleyeceğimiz kriterler aynı mıdır? Eğer Antik dönemde ve Orta Çağ’daki nefs kavramı ile Descartes ve sonrasındaki zihin kavramı arasında ilk bakışta vurgulanan terminolojik farklar ya da duyumsama örneğindeki gibi problematik seviyede var olduğu söylenen farklar zihin-beden problemini felsefe tarihinin erken dönemlerinden çağdaş döneme kadar devam eden bir süreklilik içinde düşünmeye engel ise böyle bir okuma için başka kriterler belirleyebilir miyiz? Üçüncü olarak, Antik-Helenistik dönemde ve Orta Çağ’da Descartes’tan sonra zihin-beden problemi şeklinde ifade ettiğimiz ikilik sorunuyla uğraşan Kartezyen olmayan düalizmler yok mudur? Söz konusu dönemlerdeki herhangi bir yaklaşımın Kartezyen düalizmle sınırlandırılamayacak daha geniş kapsamlı bir zihin-beden problemiyle ilişkili olduğunu söyleyebilmek için gerekçelerimiz var mıdır?
Antik dönemde ve Orta Çağ’da duyumsama ve algının bedenle, düşünme ve rasyonel etkinliğin ise rasyonel nefsle ilişkilendirildiği buna karşılık Descartes’ın düşünme ve rasyonel yargı ile ilgili kısmı olduğu kadar duyumsamayı da bedenden kurtarıp zihne atfettiği şeklindeki ilk iddia, söz konusu dönemlerde duyumsama ve algının rasyonel nefsle ilişkili yönlerini gözden kaçırır. Özellikle Platon ve Plotinus etkisindeki filozoflarda duyumsama ve algı sadece bedende başlayıp biten bir süreç olarak görülmez ve rasyonel yargı, dikkat ve refleksif farkındalık gibi nefsin rasyonel etkinliklerinin de devrede olduğu bir duyumsama, algı ve idrak sürecine vurgu yapılır. Antik dönemde ya da Orta Çağ’da, Aristotelesçi olmayan nefs-beden ilişkisi yaklaşımlarında duyumsama ve algının bedene, düşünmenin akla ait olduğu şeklindeki ayrımın duyumsama ve algıyı akıldan koparacak düzeyde keskin olmadığı görülür. Söz konusu dönem filozoflarında duyusal ve akli güçler arasında karşılıklı bir etkileşimin gerçekleştiği ve özellikle Platoncu ve Plotinusçu filozoflarda veya Stoacılarda duyumsama ve algı ile ilgili süreçlerin yargı, dikkat ve refleksif farkındalıkla ilişkili olarak ele alındığı, duyumsama ve algı süreçlerine aklın rasyonel yargısının da eşlik ettiği görülmektedir. Bu nedenle Antik dönemde ve Orta Çağ’da duyumsama ve algıyla ilgili süreçlerin tamamen akıldan bağımsız bedensel süreçlerle gerçekleştiği iddiası, en azından Platon, Plotinus ve takipçisi olan filozoflar bağlamında tartışmalı bir iddia hâline gelir. Aristotelesçi yönler kadar Platoncu ve Plotinusçu yönlerin de felsefesinde baskın olduğu İbn Sînâ gibi başka Orta Çağ filozoflarının duyusal güçler ile akli güç arasındaki ayrımlar ve ilişkiler üzerinden duyumsama ve algı problemini ele almaları da bu türden iddialar için güçlü ve dikkate alınması zorunlu istisnalar teşkil eder. Algısal sürecin her iki yönünü de kabul eden Orta Çağ filozofları, algıyla ilgili daha karmaşık psikolojik süreçleri analiz etmişler ve bunu genellikle güç psikolojisi olarak adlandırılan teorik bir çerçeve kullanarak yapmışlardır. Bu yöntem insan (ve hayvan) psikolojisinin bir parçasını oluşturan süreçlerin ayrıntılarının sistematik bir şekilde analiz edilmesini sağlamıştır. Öte yandan bu yöntem, algının hafıza, vehim ve zihinsel işlemlerden ayrı bir süreç gibi göründüğü parçalı bir resme yol açmaktadır. Bu nedenle, modern araştırmacılar Orta Çağ algı teorilerini yüksek bilişsel işlevlerden ayrı olarak tartışma eğilimindedir. Ancak bu yaklaşım Orta Çağ algı psikolojisini ancak nefsin iç duyular ve hatta belki de akli güçler gibi daha yüksek bilişsel faaliyetlerini de algıya katkıda bulundukları ölçüde dikkate alarak anlayabileceğimiz gerçeğini gizlemektedir. Başka bir deyişle, algısal deneyim olarak adlandırılabilecek şeyi temsil eden resmi görmek için, nefsin ilgili tüm bilişsel güçlerini içeren karmaşık algısal sürecin algılayanda ortaya çıkardığı bütüncül algısal deneyimi bir araya getirmemiz gerekmektedir. Dolayısıyla Chalmers’ın da ifade ettiği üzere zihin-beden problemini sadece duyumsamanın bedenselliği özelinde ele almak ve Antik-Helenistik dönemde ya da Orta Çağ’da düşünme ile ilgili tartışmaları göz ardı etmek problemi sınırlamakta ve zor bir problem olarak bilinç probleminin evrensel niteliğini gözden kaçırmaya neden olmaktadır.
Antik dönem ve Orta Çağ filozoflarının nefs kavramı ile Descartes’ın zihin kavramının aynı gönderimlere sahip olmadığı ve buna bağlı olarak da söz konusu dönemlerde bir zihin-beden probleminin olmadığı şeklindeki ikinci iddia ise, zihin-beden ilişkisi ya da problemi başlığı altında tartışılan fenomenlerin nefs-beden ilişkisi başlığı altında tartışılan fenomenlerle aynı kökenli problemler oldukları hususunu gizler. Özellikle zihin-beden problemi gibi felsefesinin temel problemleriyle ilgili konularda terminolojik düzeyde gösterilebilecek aşırı titizlik bizi hiçbir felsefi problemin tarihsel kökenlerinden bahsedemez duruma getirebilir. Böyle bir noktada sorulabilecek en makul soru, Antik dönem ve Orta Çağ filozoflarının nefs, modern ve çağdaş filozofların zihin diyerek atıf yaptıkları o en temel kavram altında düşünebildiğimiz en temel insani durumların neler olduğu sorusudur. Eğer duyusal, bedensel ve fiziksel olana indirgenemeyen, nous, akıl ya da zihin gibi maddi olmayan ve aynı zamanda ölümsüz olan bir varlık varsa ve böyle bir varlık ile beden teriminde somutlaşan maddi, fiziksel, somut, tikel ve duyusal şeyler arasındaki ilişkinin nasıl olduğu gibi bir problem söz konusu ise nefs ve zihin terimleri arasındaki dönemsel farklara rağmen hâlâ ortak bir zihin-beden probleminden bahsedebiliyoruz demektir. Dolayısıyla böyle bir zeminde bir zihin-beden probleminin varlığı için yegâne kriter olarak düşünülen duyumsamanın bedene mi rasyonel nefse ya da zihne mi ait olduğu hususu da ikincil bir mesele hâline gelir. Nitekim söz konusu dönemlerde nefsin doğası başlığı altındaki tartışmalara bakıldığında dönemin filozoflarının bugün hâlâ tartışılan algının doğası, bilincin niteliği, akli gücün bedenle ilişkisi ve yönelimsellik gibi problemleri inceledikleri görülür. Dolayısıyla kesintiler kadar sürekliliklerin de olduğu felsefe tarihinde bugün itibarıyla üzerine düşündüğümüz zihinler ve makineler hakkındaki soruların Leibniz’de; Descartes’la başlamış gözüken zihin-beden probleminin İbn Sînâ’da; algıyla ilgili bazı soruların da Demokritos’ta köklerinin olması çok da şaşırtıcı değildir. Buna ilaveten, Antik dönem filozofları psikolojik güçlerin neden kendilerini bedenin farklı mekânsal parçalarında görünür kıldıkları ya da neden akıl gibi bazı parçaların bedende gerçekleşmediği gibi soruları açıklama çabalarının bir parçası olarak iki merkezi soruya odaklanmış görünürler: Nefsin doğası nedir? Bu nefs bedenle nasıl ilişkilidir? Benzer bir durum insani nefse ve onun Tanrı, maddi dünya ve insan bedenleri gibi diğer varlıklarla ilişkisine dair sorular soran ve zihin ve beden gibi iki farklı cevherin birbiriyle nasıl ilişkili olabildiği, birbirinden bağımsız bu iki cevherin insanda nasıl birleştiği gibi problemleri tartışan Orta Çağ filozofları için de geçerlidir. Bu problemler, bir varlığın zihne sahip olmasının ne demek olduğu, bir canlıya ya da sisteme „zihin“ atfettiğimizde bir araya gelen koşulların neler olduğu, zihinsel fenomenleri zihinsel olmayan fenomenlerden ya da sadece fiziksel fenomenlerden ayıran genel bir özellik olup olmadığı, zihinler ve bedenler ya da zihinsel fenomenler ile fiziksel fenomenler arasındaki ilişkinin nasıl açıklanabileceği gibi çağdaş problemlerle yakından ilişkilidir.
Zihin-beden probleminin Kartezyen düalizmin ortaya çıkardığı bir problem olduğu ve Antik-Helenistik dönem ya da Orta Çağ filozoflarının böyle bir problemle karşılaşmadıkları şeklindeki üçüncü iddia ise iki yönden sorunlu görünür. Bu iddia ilk olarak, bu ve benzeri tutumların kendinde doğru ya da yanlış olmalarından bağımsız olarak daha çok Aristoteles ya da Thomas Aquinas gibi filozoflardan hareketle Antik dönemde ya da Orta Çağ’da zihin-beden probleminin olmadığını vurgular ve Platon ya da Plotinus gibi filozoflardaki düalist tutumları büyük oranda gözden kaçırır. Aristoteles’in ya da herhangi bir Antik-Helenistik dönem ya da Orta Çağ filozofunun nefs-beden ilişkisi hakkındaki açıklamasının Descartes ve sonrasındaki zihin-beden ilişkisi teorilerinden herhangi birine uyup uymadığıyla ilgili farklı iddialar ve tutumlar farklı argümanlarla eleştirilebilir ve yanlış bulunabilir. Fakat bu durum herhangi bir Antik dönem ya da Orta Çağ filozofunun nefs-beden ilişkisi teorisini modern ve çağdaş zihin-beden ilişkisi teorilerinden herhangi biriyle karşılaştırma düşüncesini mutlak olarak yanlış kılmaz. Aksine böyle bir durumda sadece herhangi bir filozofun nefs-beden teorisi ile söz konusu karşılaştırmaya konu olan modern ya da çağdaş bir zihin-beden teorisi arasındaki benzerlik eleştirilmiş ve yanlışlanmış olur. Klasik ya da çağdaş filozoflar arasında problematik benzerlikler ve farklılıklar tespit edilebildiği sürece bu türden karşılaştırmalar sona ermeyecektir. Bu türden çalışmalarda amaç Antik dönemdeki ya da Orta Çağ’daki farklı filozofların nefs-beden ilişkisi yaklaşımlarını çağdaş yaklaşımlardan birine indirgemek veya çağdaş yaklaşımlardan birini klasik yaklaşımlarla bire bir eşitlemek olmadıkça bunun yanlış olduğunu iddia etmek de zordur.
Bu üçüncü iddiayla ilgili ikinci bir sorun ise, zihin-beden problemini Kartezyen düalizmle özdeşleştirmekle ilişkilidir. Oysa Kartezyen düalizm, maddi bir varlık olarak beden ile maddi olmayan bir varlık olarak nefs ya da zihin arasındaki ilişkiyi çözmeye yönelik yaklaşımların sadece bir örneğidir. Dolayısıyla Antik dönemde ve Orta Çağ’da, Kartezyen zihin-beden probleminin olmadığını iddia etmek söz konusu dönemlerde genel olarak zihin-beden probleminin olmadığını iddia etmekten farklı bir şeydir. Ayrıca çağdaş dönemde Kartezyen töz düalizmi kabul etmediği hâlde zihin ile beden arasındaki ilişki problemini farklı düalizm formlarında ya da materyalist veya idealist ama monist bir çerçevede açıklamaya çalışan yaklaşımların varlığı da zihin-beden problemini Kartezyen düalizme indirgemenin önündeki en önemli engeldir. Nitekim zihin-beden ilişkisiyle ilgili problemler düşünce, his, algı ve diğer zihinsel fenomenlerin doğal dünyaya nasıl uyduğunu, bilinçten yoksun küçük parçaların ve onlar arasındaki fiziksel etkileşimlerin nasıl olup da düşünceleri, hisleri, algıları ve diğer zengin bilinçli durumları ve deneyimleri ortaya çıkardığını anlamaya ve açıklamaya çalışan kalıcı ve evrensel nitelikte problemlerdir. Problemin, bilimsel ve empirik araştırmalarla her geçen gün daha iyi anlaşılan ve açıklanan yönleri olsa da Antik-Helenistik dönem ve Orta Çağ’dan modern ve çağdaş döneme kadar hâlâ aşılamayan ikilikler ve bir türlü çözülemeyen bilinç, fenomenal bilinç, nitelceler gibi yönleri de bulunmaktadır. Dolayısıyla zihin-beden problemini belirli tanımlar, kriterler ve problem çeşitliliği üzerinden tanımladığımızda hem felsefe tarihinin erken dönemlerinde hem de çağdaş dönemde işaret edilen ikili yapı arasındaki ilişki ve etkileşimleri çözmeye çalışan düalist tutumlardan materyalist tutumlara kadar farklı yaklaşımlarla karşılaşırız. Zihin-beden problemini Descartes’tan sonra ortaya çıkmış bir problem olarak gören tutumlar haklı olsalardı Descartes öncesi döneme dair nous-beden ya da akıl-beden ilişkisi üzerinden ortaya çıkan yaklaşımlar çeşitliliğini göremeyecektik. Oysa zihin-beden problemi, klasik dönemden çağdaş döneme kadar birçok filozofun farklı pozisyonlar benimsemesine neden olmuştur. Antik dönemdeki nefs-beden ilişkisine dair yaklaşımlar ile çağdaş dönemdeki zihin-beden ilişkisine dair yaklaşımlar detaylarda ve önerilen cevaplarda birbirinden farklılaşsa da çözmeye çalıştıkları problemin özü itibarıyla birbirlerine benzerler.
Netice itibarıyla zihin-beden problemini nefs ile zihin arasındaki farklar veya duyumsama ve algı örneğinde olduğu gibi özel bazı özel problemler üzerinden değil de daha kapsayıcı bir şekilde tanımladığımızda, ikilik problemini sadece Kartezyen düalizmle sınırlandırma kolaycılığından kurtulup Descartes öncesi dönemde bu problemi çözmeye çalışan Kartezyen olmayan bazı düalizm formlarının varlığını kabul etmemiz gerekecektir. Burada ise Platon, Aristoteles, Plotinus, Augustine, İbn Sînâ, Thomas Aquinas, John Peter Olivi, John Duns Scotus, Ockhamlı William, John Buridan ve Marsilio Ficino gibi zihin-beden problemini kolayca Descartes ve sonrasına atfetmeye direnen filozoflar karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte, zihin-beden problemine daha kapsamlı bir tanım ve çerçeveden bakıldığında Descartes öncesinde bir ikilik probleminin varlığını gösteren yaklaşımlar sadece Kartezyen olmayan düalizmler değildir. Descartes öncesi dönemin materyalist filozofları veya en azından düalist olmayan bir nefs-beden ilişkisini benimseyen yaklaşımları da Antik dönemde ya da Orta Çağ’da çözülmeye çalışılan bir ikilik probleminin varlığı için bize yeterli kanıt sunar niteliktedir.
Sonuç
Çağdaş bir araştırmacı, uzmanlar tarafından zaten bilindik bir teori olduğu gerekçesiyle zihin felsefecilerinin Aristoteles psikolojisine çok az değer verdiklerinden bahsederken şu soruyu sormuştu: “O hâlde neden bizden zaman ve daha da önemlisi kavramsal mekan olarak ayrı düşmüş, hem çeviride hem de orijinalinde deşifre edilmesi zor olan eski bir dilde yazmış, bilimsel devrimden önce yaşamış ve devrimin getirdiği doğal dünyayı incelemeye yönelik gelişmiş yöntemlerle pek çok konudaki fikirlerinin yanlışlığı kanıtlanmış bir figüre başvuralım? Dahası, Aristoteles’in onaylamış olması gereken türden bir görüşün çağdaş örneklerine bakmak çok daha kolayken neden ona dönelim?” Bu soruyu sadece Aristoteles için değil bilim devriminden önce yaşamış başka filozoflar için de sorabiliriz. Bugün zihin-beden problemi olarak ifade edilen ikilik problemini birçok teknolojik, empirik ve bilimsel araca sahip oluğumuz bu çağda bile hâlâ tam olarak çözememiş görünüyoruz. Problemi salt teknolojik, empirik ve bilimsel bir problem olarak değil de felsefi bir problem olarak dikkate aldığımızda kendimizi tarihsel olarak farklı dönemlerde yaşamış filozoflarla oldukça benzer problemleri tartışırken bulabiliriz. Aristoteles’in dediği gibi, “Burada ve başka yerlerde, olayların başlangıcından itibaren nasıl geliştiklerini görene kadar en iyi kavrayışı elde edemeyiz.” Ne var ki Aristoteles şanslıydı. Çünkü o, problemleri en baştan görmek için felsefenin görece erken bir tarihinde yaşamıştı ve belki de önünde bizimki kadar devasa bir miras yoktu. Zihin-beden ilişkisi hakkındaki problemlerle bugün ve burada ilgilenen ve felsefenin Aristoteles’ten sonraki tarihini de takip etmek zorunda olan felsefeciler olarak bizim ise o kadar şanslı olduğumuz söylenemez. Şanssızlığı şansa ya da krizi fırsata dönüştürüp dönüştüremeyeceğimizi ise hem zaman hem de zihin-beden hakkında sorduğumuz soruların niteliği gösterecek.
*Doç. Dr. İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Felsefe Bölümü.