İSLAM’DA HUKUK ZİHNİYETİNİN GELİŞİMİ VE FIKIH İLMİNİN TEŞEKKÜLÜ -IV- TAKİP EDEN NESİLLERDE FIKHİ SEYİR VE İLERLEMELER


Nail Okuyucu*
İslam tarihinde sahabeyi takip eden nesiller, Tevbe suresinin 100. ayetinde geçen “muhacir ve ensara ihsan ile ittibâ edenler” ifadesinden hareketle genel olarak “tâbiûn” diye anılmakla birlikte, bu kelime özel olarak ikinci neslin adı olmuştur. Sahâbîleri tanıyarak Müslüman olan ve onların yolunu takip eden ikinci kuşağa Tâbiûn, onları takip eden üçüncü kuşak Müslümanlara ise Tebe-i Tâbiîn denir. Bu üç nesil, Hz. Peygamberin (s.a.v.) “İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenler gelir.”[1] hadisine binaen İslam tarihinde hususi bir yere sahiptir. Hz. Peygambere olan yakınlıkları ve tarihî değerleri sayesinde sonraki kuşaklarca her daim tazim ve hürmetle anılırlar.
Fıkıh ilminin teşekkül sürecinde tâbiîn neslinin sunduğu katkılar birkaç alanda öne çıkmıştır. Âlimlerin toplum içinde ayrı bir zümre olarak kendini göstermesi ve buna bağlı olarak ulema-umera ayrışması, sahabeden tevarüs edilen dinî ideallerin ilmî sahada takibi ve sürdürülmesi, dinî bilgilerin fetva vermeye uygun hâle getirilecek şekilde tasnif ve temyizi, fıkhın bir şehirliler ilmi yani bir tür medeni hukuk bilimi olarak gelişimine imkân sunacak ortamın temini, bu katkı alanlarından en bariz olanlarıdır. Bu gelişmelere eşlik eden daha kapsamlı diğer olgular ise Ehl-i rey – Ehl-i hadis ayrışmasına zemin teşkil edecek bazı farklılaşmaların kendisini göstermeye başlaması ile Irak ve Şam bölgelerinin İslamiyet’in ilk merkezi olan Hicaz’a rekabet edecek düzeyde gelişim sergilemesidir.
Tâbiîn devrinin fıkıh ilminin tarihî gelişimi açısından en önde gelen hususiyeti, erken İslam toplumu içinde âlimlerin diğer insanlardan bir zümre olarak anılacak nitelik ve nicelikte ayrışmasıdır. Bu ayrışma, tâbiîn devri âlimlerinin ikinci ayırıcı hususiyetine atıfla tebarüz etmiş ve âlimler şehirlere nispet edilerek anılır hâle gelmiştir. Bu gelişmeyi ifade etmek üzere kullanıma giren tabirler, “Ulemâu’l-emsâr” ve “Fukahâu’l-emsâr”dır. Bu dönemde büyük şehir merkezleri emsâr (tekili mısr) diye anılmakta olup âlimler ve de hususen fakihler bu merkezlerin yetiştirdiği şahsiyetler olarak tanındılar. Sahabe ve tâbiîn devrinde altı şehir merkezi varken ilerleyen nesillerde bunlara yenileri de eklenecektir. Ne var ki fıkıh tarihi açısından belirleyici ilk önemli gelişmeler Medine, Kûfe ve Şam şehir merkezlerinde yaşanacaktır.[2]
Sahabe devri Hulefâ-ı Râşidîn diye anılan ilk dört halife yönetimiyle özdeşleşmiş, tâbiîn devriyse Emevîler yönetimine denk gelmiştir. Birçok sahâbî, Emevîler dönemine de tanıklık etmekle birlikte, ağırlıklı olarak Emevî iktidarıyla tâbiîn kuşağı hemhâl olmuştur. Sahabe neslinde ayrışmış bir ulema zümresine rastlanmazken, bu nesilde birtakım şahsiyetler diğer insanlardan farklı olarak ilgi ve meraklarını, himmet ve mesailerini belirli faaliyet alanlarına hasretmeye başladılar. Bu sayede bazıları sahip oldukları bilgi ve yeteneklerle diğer bazılarından farklılaştı ve faik hâle geldi. İşte ilk ilmî gruplar bir sınıf olarak değil ve fakat toplumun farklı kesimlerini eşit kesen birliktelikler sergilemek suretiyle ulema zümrelerinin doğmasını sağladılar. Diğer faaliyetlerin mesela maişet temini gibi hayati birtakım çabaların yanına ilmî uğraşıları ekleyen yahut diğer faaliyetlerle ilgilerini asgari düzeye indirerek kendilerini ilme adayanlar, sıradan insanların yanı sıra yönetim erkinden de ayrışma yoluna gittiler. Hulefâ-i Râşidin devrindeki “âlim-âmir/emîr” temsili tâbiîn devrinde bir parçalanmaya sahne oldu ve ilim sahipleri ulemayı teşkil ederken emir sahipleri de umerayı teşkil ettiler. İslam toplumunda görülen ilk zümresel bölünme Emevî Hilâfeti devrinde böylece vuku buldu ve uzun yüzyıllar etkisini gösterecek ulema-umera ayrışmasının tohumları tâbiîn kuşağında atıldı.
Ulema-umera ayrışması sakin ve hoşgörülü seyreden bir iş bölümünün değil, bilakis oldukça çekişmeli ve karşılıklı vazgeçişler ve fedakârlıklarla ilerleyen bir mücadelenin ürünü oldu. Bu ayrışma sırasında Hz. Peygamberden intikal eden yetki ve otorite (hilâfet, imaret ve sulta) alanları bölünüp parçalanırken yönetici erkler yani umera maddi/siyasi iktidar alanında, ilimle iştigal eden çevreler yani ulema da manevi/ilmî iktidar alanında söz sahibi oldu. Umera maddi iktidar alanında kendisine özgü bir hâkimiyet biçimi tesis ederken ilmî konularda konuşma ehliyetini yitirdi yani dinî alanda belirleyici konumun dışına itilmeye rıza göstermek durumunda kaldı.[3] Buna karşın âlimler de kademeli bir şekilde yönetim erkinin dışında tutulacak, buna rıza göstermeyen ve aktif muhalefeti tercih eden pek çokları takibe maruz kalacak, hapsedilecek ve hatta idama mahkûm edilecekti. Emevîler devrinde idam edilen ilk kelamcılardan Ma‘bed el-Cühenî ve Gaylan ed-Dımaşkî ile türlü takibat ve eziyetlere maruz kalan Saîd b. Cübeyr gibi âlimlerin ortak noktası, ilke ve kuralları Emevî hanedanınca belirlenmiş yönetim biçimini benimsemeyerek türlü biçimlerde muhalefet sergilemeleridir. Emevîlerin ilk devrinde baş gösteren pek çok isyan hareketine âlimler de ciddi şekilde destek vermişti. Bu sürecin neticesinde ulema umeraya, “Siz salt idareci olmanız, veliyyü’l-emr olmanız, hilafeti elde tutmanız hasebiyle din/şeriat/hukuk alanında söz söyleme yetkisine sahip değilsiniz.” cümlesini kabul ettirmiş ancak kendileri de kitlesel olarak iktidar erkinin dışında kalmışlardır.
Tâbiîn devrinin öne çıkan fakihlerinin umeraya karşı tutumları benzerlik arz etmekte ise de bu süreci bütünüyle muhalefet üzerinden okumak da yanıltıcı olacaktır. Yönetici erkle münasebetleri uyum ve birliktelikle ilerleyen şahsiyetlerin sayısı da az değildir. Hadislerin tedvini tarihinde çok özel bir yere sahip olan İbn Şihâb ez-Zührî’nin (ö. 124) Emevî sarayıyla olan ilişkileri malumdur. Kendisi bu ilişkileri “ilmin ve dinin hayrı” olarak görülebilecek bir amaca hizmet etmek üzere canlı tutmuş ve sarayın sunduğu maddi imkânları hadislerin tedvininde seferber etmek istemiştir.
İlim sahipleriyle iktidar sahipleri arasındaki ayrışma, ilim tarafında kalan fıkhın sivil bir uğraşı alanı olarak kalmasını ve bu sayede siyasi müdahalelerden korunabilmesini sağladı. Tâbiîn âlimleri sahabeden tevarüs ettikleri dinî idealleri ilim sahasında takip etme ve sürdürme imkânına bu suretle erişebildiler. Önceki yazıda sahabenin kuşatıcı dinî-şer‘î dünya görüşünü tesis ederek insanın başına gelebilecek her bir hadise hakkında Cenâb-ı Allah tarafından belirlenmiş bir hükmün varlığı ilkesine ulaştıklarını ve fıkhi çalışmalarını bu ilkeye dayandırdıklarından bahsetmiştik. Tâbiîn kuşağı da bu ilkeyi benimseyerek ve fıkhî-içtihadi çözümlemeleri büyük oranda sivilleştirerek yollarına devam ettiler. Bu dönemde sahabe müctehidlerinden kısmen farklılaşan bir fakih ve müçtehit tipi şekillenmeye başladı. Fıkıh henüz doktriner gelişimini ikmal etmiş bir disiplin hüviyeti kazanmamakla birlikte, tâbiîn fakihleri dinî bilgileri Müslüman halkın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde organize etmek için çalışmalarda bulundu. Yani genel dinî bilgileri fetva ihtiyacını temine dönük, güncel soruların çözümünü üretmeye elverişli hâle getirmek üzere tasnif ve temyiz etmeye başladılar. Hz. Peygamber (s.a.v.) ve sahabeden aktarılan söz ve uygulamalar fıkhi amaçlara hizmet edecek şekilde ayrıştırılarak belirgin hâle getirildi. Medine’nin meşhur yedi büyük âlimi (Fukahâ-i Seb‘a), Kûfe fıkhının öncü siması İbrahim en-Nehaî ile daha pek çok tâbiîn fakihi, bu sürecin aktörleri oldular. Hicrî ikinci yüzyılda karşımıza çıkacak “müçtehit fakih” tipolojisi için henüz erken olmakla birlikte, tâbiîn devrinde “müftî-fakih” diyebileceğimiz bir tipoloji şekillendi.
Tâbiînin sahabeden devraldığı dinî bilgilerin bütününe geniş anlamda sünnet diyebiliriz. Hz. Peygamberin ayetlerle iç içe olan söz ve uygulamaları ile sahabenin nasları beyan ve genişletme sadedinde ortaya koydukları icraatlar, tâbiînin önünde bir örneklikler bütünü olarak kâimdi. Tâbiîn âlimleri bu bütünlüğü parçalayacak surette hücciyet sorgulamasına girişmediler ve bütünlüğü kendi içinde derecelendirme gereği duymadılar ancak menşei itibarıyla bir ayrıştırmaya gerek duyulduğu vakit bundan da geri durmadılar. Yani önlerinde bulunan örnekliklerden hangilerinin ayetlere, hangilerinin hadislere ve hangilerinin de sahabe uygulamalarına dayandığını tefrik edici açıklamalar yaparak geriye dönük bilgilerin netleşmesini sağladılar. Bu esnada yaklaşımları farklılık arz ettiği için farklı sünnet ve hadis telakkileri de görünmeye başladı. Mesela Nehaî gibi bazı tâbiîn fakihleri devamlı ve yaygın bir şekilde tatbike konu olan hadis rivayetlerini sünnet olarak adlandırma taraftarı iken Medineli âlimler daha ziyade bu şehirde karşılık bulmuş rivayetleri öncelediler. Yine merfû hadislerin yanı sıra maktû haberlere de sünnet denip denmeyeceği hakkında farklı yaklaşımlar vardı.[4] Ayrıca sahabe görüş ve uygulamaları arasında farklılıklar söz konusu olduğunda tercihte bulunmak da gerekliydi. Bu tercihler, hoca-öğrenci münasebetlerine ilaveten şehir ve bölge farkına göre de değişkenlik arz etmekteydi. Tâbiîn neslinde şekillenen ilmî-fıkhi çizgilerin üç büyük sahâbîye dayandığı görülür. İbnü’l-Medînî bu vakıayı tespit sadedinde şöyle diyecektir: “Resûlullah’ın sahâbîleri içinde; i. mezhebini benimseyen, ii. fetvasıyla fetva veren, iii. yolunu takip eden bir öğrenci grubuna (ashâb) sahip sadece üç kişi vardı: Abdullah b. Mes‘ûd, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbâs.”[5] Bu üç isim tâbiîn neslinin öne çıkan şehirleri için de referans sahâbîler oldu; Abdullah b. Mes‘ûd Kûfe ilim geleneğinin, Zeyd b. Sâbit Medine ilim geleneğinin, Abdullah b. Abbâs ise Mekke ilim geleneğinin kendisine dayandığı fakih sahâbîlerdir.
Tâbiîn devrinde şekillenmeye başlayan ilmî çizgileri doktriner ayrışmalarla ilişkilendirmek için vakit henüz erkendir. Sahabe fakihleri gibi bu neslin fakihleri arasındaki farklılıklar da çoğu zaman daha sade görüş ayrılıklarından neşet etmiştir. Re’ye yahut rivayete daha çok ağırlık veren ve bu açıdan farklı temsiller sunan fakihler olmakla birlikte, bu durumu bir sonraki kuşaktan itibaren göreceğimiz Ehl-i rey – Ehl-i hadis ayrışması gibi lanse etmek doğru olmaz. Zira fakihler arasında bu ayrışmayı besleyip derinleştirecek kelami ayrılıklar ve fıkhi çözümleri doğrudan etkileyecek usulle alakalı tartışmalar henüz cereyan etmiş değildi. Sahabenin ana yaklaşımlarını benimseyerek ilerleyen tâbiîn fakihlerinin en önemli katkısı, fıkhi çözümlerin genişletilmesidir. Az önce bahsi geçen “müftî-fakih”ler tıpkı sahâbî üstatları gibi dinî-fıkhi meseleleri çözüme kavuşturmak için inisiyatif almış ve Müslümanların hiçbir sorunu fetva açısından cevapsız kalmamıştır. Çağdaş fıkıh tarihi eserlerinde “serbest içtihat” diye nitelenen faaliyet bundan ibaret olup bu durumun sonraki dönemlere nazaran idealize edilmesi ve öne çıkarılması yersiz bir abartmadan başka bir şey değildir.
Sahabe ve tâbiîn, İslamiyet’in ilk asrını kaplayan uzun ve birçok açıdan verimli bir dönemin kahramanlarıdır. Bu iki neslin ortaya koyduğu çalışmalarla İslam hukuk zihniyetini belirleyen esas ve umdeler belirgin hâle gelmiş, İslamiyet’in hâkim asrında hukuki alandaki gelişmeler, siyasi egemenliğe eşlik etmiş, Müslümanlar herhangi bir hukuk iktibasına gerek duymaksızın kendi kaynak ve geçmişlerinden hareketle kuşatıcı bir hukuk ilmi olarak fıkhın teşekkülü adına ilk adımları atmıştır. İslamiyet’in ikinci asrında bu gelişmeler ışığında daha derinlikli tartışmalar yaşanacak, bölgesel ayrımlar daha da belirgin hâle gelecek, fıkhın müstakil bir ilim olarak tedvini ihtiyacı baş gösterecek ve bütün bu sorunların çözümünü üstlenecek “müçtehit fakihler” ortaya çıkacaktır.
*Doç. Dr., Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi.
[1] Buharî, “Şehâdât” 9, “Fezâilü’l-Ashâb” 1; Müslim, “Fezâilü’s-Sahabe”, 214.
[2] Başta Merv olmak üzere Horasan şehirleri, Fustat merkezli Mısır ve Endülüs şehirlerindeki ilmî gelişmeler tebe-i tâbiîn kuşağından itibaren ciddi bir yekuna ulaşmıştır. İlk iki kuşakta bu topraklarda müstakil bir ilmî harekete ve zümreleşmelere rastlamak çok güçtür.
[3] Hilafeti Hz. Ali’den devralan Muâviye dinî-içtihadi meselelerde aslında kendisinden önceki halifeler gibi davranmaya çalışmış ve bazı şer‘î düzenlemelere müdahil olmak istemişti. Mesela Hz. Ömer’in tasarrufları gibi fıkhi hükme etki edecek birtakım düzenlemelerde bulunmak istemiş ancak hem sahabenin büyüklerinin hem de tâbiînin direnciyle karşılaşmıştır. Bu noktada İbn Ömer’in muhalif tutumunu hatırlamak kâfidir. İbn Ömer sessiz ancak çok etkili bir muhalefet sergileyerek Emevî iktidarına karşı bir duruş sergilemişti.
[4] Ömer b. Abdülaziz’in talimatı doğrultusunda sünneti tedvin etmek üzere işe koyulan üç âlim arasındaki farklılık, bunun en bariz örneğidir. Zührî, Sâlih b. Keysan ve Ebu’z-Zinâd farklı kabullerle yola çıkan tedvincilerdi. Ebu’z-Zinâd işin sonunda şöyle demiştir: “Biz sadece helal ve haramı yazardık, Zührî ise işittiği herşeyi yazardı. Kendisine ihtiyaç duyulduğu vakit anladım ki en bilgisi insan oymuş.” Sâlih b. Keysân ise aralarındaki yaklaşım farkını şöyle dile getirmiştir: “Zührî ile birlikte ilim talebi için yola çıktık. Hz. Peygamberden (s.a.v.) gelenleri yazma hususunda ittifak ettik. Sahabeden gelenler hususunda ise ihtilafa düştük. Zührî onların da sünnet kapsamında olduğu için yazılması gerektiğini söylerken ben buna karşı çıktım. O yazdı ancak ben yazmadım. Günün sonunda kazanan o, kaybedense ben oldum.” Bk. İbn Sa‘d, et-Tabakātü’l-kübrâ, II, 334.
[5] Ali b. el-Medînî, İlelü’l-hadis ve ma’rifetü’r-ricâl, s. 45. İbnü’l-Medînî, birbirine yakın ifadelerle bu tespiti defaatle kaydeder. Mesela benzer bir diğer cümlesi şöyledir: “Rasûlullah’ın ashabı içinde; fıkıhta görüşüyle (kavl) fetvâ veren bir ashaba sahip sadece üç kişi vardı: Abdullah b. Mes‘ûd, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbâs. Bunlardan her birisinin görüşünü ayakta tutan ve insanlara fetva veren ashabı vardı.” Nşr. Abdülmu’tî Emin Kal’acî, Haleb: Dârü’l-Va’y, 1980.