İBN RÜŞD’ÜN AVRUPA RÖNESANSI VE AYDINLANMASINA ETKİSİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Koert Debeuf*

     

    1142’de, ölmeden bir yıl önce, Fransız düşünür ve rahip Petrus Abelardus son kitabını bitirdi. Latince yazılmış Collationes, bir Hristiyan, bir Yahudi ve bir filozof arasındaki diyaloğu aktarır. Ana karakter filozoftur. O, Hristiyanlık ile Yahudilikten hangisinin akla daha uygun olduğunu bilmek ister. İlk tartışma turunun sonunda filozof şu sonuca varır: Yahudiler aptal, Hristiyanlar ise delidir. Elbette Yahudi ve Hristiyan bu görüşe katılmaz ve tartışma yeniden başlar.

    Peki bu filozof kimdir? Abelardus, onu “İsmailoğullarından, oğlan çocuklarını 12 yaşında sünnet eden halktan biri” diye tanıtır. Bilginler onun bir Müslüman olması gerektiğinde hemfikirdir. Ne var ki, filozof Müslüman olarak doğmuş olsa da inanç sahibi biri gibi görünmez. Bunun yerine, Yahudiye ve Hristiyana karşı “doğal bir ahlakı ve doğal bir dini” savunur. İyiyi ve kötüyü, insanın iyi yaşama nasıl ulaşabileceğini felsefi okulları inceleyerek öğrenmiştir.

    Abelardus, Arap filozofların çevirilerini bilmiyordu. Avrupa’nın felsefeye ve teolojiye bakışını değiştirecek olan bu Müslüman düşünürlerden bir yüzyıl önce ölmüştü. Avrupa düşüncesinde sekülerleşmeye dair henüz hiçbir işaret yoktu. O hâlde Abelardus, akılcılıkla İslam arasında nasıl bir bağlantı kurdu ve daha da ilginci, Müslüman dünyada dinlerini geride bırakıp rasyonel bir yaşamı seçen filozofların var olabileceği fikrini nereden edindi?

    Abelardus kitabını yazarken sürgünde yaşıyordu. Gençliğinde, Paris’teki çeşitli okullarda Kilise Babalarının metinlerini tartışmaya açarak büyük bir kargaşa yaratmıştı; bu okullar sonradan Paris Üniversitesine dönüşecekti. Kilise yıllarca onu durdurmaya çalıştıktan sonra, tüm fikirlerini mahkûm etti, onu ve takipçilerini aforoz etti. Onu Orta Çağ’ın en güçlü manastırı olan Cluny Manastırı’na sığınmaya zorlandı, tüm kitapları yakıldı. Cluny’nin başrahibi Aziz Muhterem Petrus, Abelardus’a ölümüne kadar kalacağı bir oda tahsis etti. Ancak Abelardus daha çok, bir rahibe olan Heloïse ile yaşadığı aşk ilişkisi ve birbirlerine yazdıkları mektuplarla bilinir. İkisi de Paris’teki ünlü Père Lachaise Mezarlığı’nda yan yana gömülüdür.

    Muhterem Petrus, İslam’a derin bir ilgi duyuyordu. Haçlı Seferleri sırasında Avrupa’nın nefret objesi olan İslam’ı incelemek için İspanya’ya, Zaragoza ve Toledo’ya birkaç kez gitti. İslam’ı kulaktan dolma bilgiler yerine kendi metinlerinden öğrenebilmek için Kur’ân’ın ilk Latince çevirisini yaptırdı. Muhtemelen bu seyahatler sırasında, dinin kanunları yerine “doğal ahlakı” benimseyen Arap filozofları tanıdı. Bazı araştırmacılara göre, o sırada İspanya’da yaşayan somut bir örnek bile vardı: İbn Bâcce (Latince adıyla Avempace). Çağdaş tarihçi İbn Hakan, İbn Bâcce’nin Kur’ân’ı reddettiğini ve ahireti inkâr ettiğini yazar. İbn Hakan’a göre İbn Bâcce, sadece bilime inandığı için İlahî yasayı umursamıyordu. İnsan yaşamı Tanrı tarafından değil, gezegenler ve yıldızlar tarafından yönlendiriliyordu.

    İbn Hakan, İbn Bâcce’nin sekülerizmini abartmış olsa bile, bu durum Cluny’deki Muhterem Petrus ve aforoz edilmiş misafiri Abelardus için şaşırtıcı bir keşif olmalıydı: İslam dünyasında dine karşı çıkan filozoflar vardı. Ve bu sadece bir başlangıçtı.

    İspanya’da keşfedilecek bir bilgi dağı olduğu söylentisi Avrupa’ya şimşek gibi yayıldı. İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya’dan çevirmenler Toledo’ya uzun yolculuklar yaptı. Orada Arapçaya çevrilmiş Antik Yunan eserlerini, bu kitaplara yazılmış Arap şerhlerini, Arap bilginlerin bilimsel ve felsefi eserlerini bulabiliyorlardı. Ancak en büyük hazine Aristoteles’ti.

    Orta Çağ Avrupası’nda, Aristoteles’in mantık üzerine metni Analitikler’in yalnızca birkaç bölümü biliniyordu. Birdenbire onun tüm külliyatına ulaşmak mümkün oldu. Aristoteles’in düşüncesi üç nedenden önemliydi: bilimsel yöntemi (kanıtlamaya dayalı akıl yürütme), doğa bilimleri ve Nikomakhos’a Etik adlı metnindeki etik anlayışı. Ne var ki, Aristoteles’in kitapları genellikle şerhler aracılığıyla bulunabiliyordu, her paragraf alıntılanıyor, ardından bir yorumcu tarafından açıklanıyordu. Aristoteles’in düşüncesi tek başına anlaşılması zor olduğundan, Avrupalı bilginler Arap filozofların her noktayı açıklamasından memnundu. Böylece Aristoteles, 13. yüzyıl Orta Çağ Avrupası’nda Arap yorumcular aracılığıyla tanındı.

    En ünlü Arap yorumcu İbn Rüşd’dü (Latince adıyla Averroes) 1126’da Endülüs’ün başkenti Kurtuba’da doğmuştu. Babası gibi o da şehrin kadısıydı. Muvahhid hükümdarının Aristoteles’i açıklamasını istemesi üzerine, Yunan filozofunun tüm eserlerine şerh yazmaya başladı. 1198’de, ölümünden yirmi yıl sonra İbn Rüşd’ün yorumları, İskoç âlim Michael Scot tarafından Latinceye çevrildi. Böylece 13. yüzyılda Aristoteles “Filozof”, İbn Rüşd ise “Yorumcu” (Şârih) oldu. İbn Rüşd yalnızca Aristoteles’i açıklamakla kalmadı, aynı zamanda onu yorumladı ve özgün fikirler de kattı.

    Bu fikirlerden biri, tüm insanlar arasında paylaşılan tek bir evrensel aklın varlığıydı. Her insan doğduğunda bu evrensel akıldan, dolayısıyla evrensel hakikatten bir pay alıyordu. İnsan öldüğünde bireysel aklı yeniden evrensel akla dönüyordu. İkinci fikir, aklın değil ama ruhun maddi ve ölümlü olduğuydu. Kısacası, İbn Rüşd’e göre akıl ölümsüzdü ama ruh değildi. Üçüncü fikir ise Aristoteles’ten türetilmişti: Dünya ezeliydi, Tanrı tarafından yaratılmamıştı.

    Bunlar sadece felsefi görüşler değildi; Aristoteles’in analitik yöntemiyle bilimsel olarak kanıtlanmış şeyler olarak sunuluyorlardı. Ancak hem İslam’ın hem Hristiyanlığın temellerine aykırıydılar çünkü bu öğretilere göre dünyayı Tanrı yaratmıştı ve insanlar eğer yaşarken iyi birer insan olmuşlarsa öldüklerinde cennete gidiyorlardı.

    İbn Rüşd’ün bu “sapkın” tezleri yetmezmiş gibi Aristoteles ve Arap filozoflar daha da tehlikeli bir fikir ortaya attılar. Aristoteles, Nikomakhos’a Etik’te felsefi yaşamın en iyi yaşam olduğunu, “eğer akıl İlahîyse, akla göre yaşamın da İlahî” olduğunu ve insanı “ölümsüz kılabileceğini” ileri sürüyordu. Farabi (872-950), İbn Sînâ (980-1037), İbn Bâcce (1085-1138) ve İbn Rüşd (1126-1198) gibi Arap filozofların yanı sıra, Kahire’de yaşamış ve Arapça yazmış Yahudi filozof İbn Meymûn (Maimonides, 1138-1204) da bu fikri destekliyor gibi görünüyordu. Kısacası en iyi hayat dinî değil, felsefi hayattı. Hem Müslüman teologlar (Arapçası kelam sözcüğünden türetilen mutekellimûn) hem de Hristiyan teologlar için bu kabul edilemezdi. Buna rağmen Avrupa’daki etkisi çok güçlü oldu çünkü tam da bu sırada ilk Avrupa üniversiteleri kuruluyordu.

    Paris Üniversitesi 1200 yılında kurulduğunda dört fakülte vardı: tıp, hukuk, ilahiyat ve felsefe-sanat fakültesi. Felsefe-sanat fakültesi, diğer alanlara geçiş için ön koşuldu. Yunan filosofia’sı ve Arap falsafa’sında olduğu gibi, retorik, matematik, doğa bilimleri ve astronomi çalışmalarını kapsıyordu. Felsefe, en yüce disiplin olan ilahiyatın hizmetkârı sayılıyordu. Ancak Aristoteles’in ve Arap filozoflarının eserleri Paris Üniversitesine ulaştığında, felsefe profesörleri (yani maîtres ès arts) farklı düşünmeye başladılar. Acaba en iyi hayat felsefi hayat mıydı? Felsefenin yöntemi gerçek bilimsel yöntem miydi? Başka bir deyişle, bilimsel hakikat, İncil’in hakikatinden daha yüksek olabilir miydi? Felsefe-sanat fakültesinin bilginleri, İbn Rüşd’ün ve diğer Arap filozoflarının sapkın sayılan fikirlerini öğretmeye başladılar. Kilise paniğe kapıldı.

    İlk üç saldırı 1270 yılında Katolik Kilisesi’nden Arap filozoflarına yöneldi. En bilineni, Thomas Aquinas’ın Aklın Birliği Üzerine: İbn Rüşdcülere Karşı adlı eseridir. Aquinas, Katolik ve Ortodoks Hristiyanların Arap Müslümanlarla birlikte yaşadığı Sicilya Krallığı’nda doğmuştu. İbn Rüşd’ün çevirmeni Michael Scot da ailesiyle bu krallığa taşınmış ve çevirilerine burada devam etmişti. Dominiken rahibi olan Aquinas, Napoli Üniversitesinde felsefe okumuştu; burada büyük ihtimalle Aristoteles, İbn Rüşd ve Maimonides’i incelemişti. Ardından Paris’te felsefe-sanat ve ilahiyat fakültesinde okumuştu. Diğer tüm filozoflar gibi o da Aristoteles’in bilimsel yöntemini görmezden gelemedi. Bu nedenle bu yöntemi, İbn Rüşd’ün fikirlerine karşı kullanmaya karar verdi. Aristoteles’in İbn Rüşd tarafından yanlış yorumlandığını ve bütün insanlar için tek bir akıl olamayacağını kendine göre “kanıtladı”. İbn Rüşd’e “Aristoteles’in yozlaştırıcısı” dedi ve onu felsefi ve dinî olmak üzere “iki hakikate inanmakla” suçladı ki iki farklı hakikate inanmak imkânsızdı. Ayrıca Paris’teki İbn Rüşd takipçilerini, Şârih’in (İbn Rüşd) fikirlerinin Hristiyanlıkla bağdaşmadığı konusunda uyardı.

    İkinci saldırı çok daha kapsamlıydı. Augustinusçu rahip Aeigidus Romanus, “filozofların hataları” üzerine bir kitap yazdı. Aiegidius’a göre “filozoflar” Aristoteles, İbn Rüşd, İbn Sînâ, Gazzâlî, Kindî ve Maimonides’ti, yani bir Yunanlı, dört Müslüman Arap ve bir Yahudi Arap. Aiegidius’un Gazzâlî’yi filozoflar arasında sayması şaşırtıcı olabilir. Oysa Gazzâlî, İslam dünyasında Aquinas’ın Orta Çağ dünyasında üstlendiği rolü üstlenmişti; filozofları kendi argümanlarıyla eleştirmek. 1091-1095 yılları arasında yazdığı Tehâfütü’l-Felâsife’de (Filozofların Tutarsızlığı), Farabi ve İbn Sînâ’yı eleştiriyordu. Tıpkı Avrupalıların daha sonra yapacağı gibi, filozofların bilimsel bir yöntem kullandıkları için halk tarafından daha ciddiye alındıklarından yakındı. Ancak bu eleştiriyi yazmadan önce, İbn Sînâ’nın felsefesini özetleyen bir kitap yazmıştı (Makasidü’l-Felâsife). 13. yüzyıl Avrupası’nda sadece bu eser çevrildiği için Avrupalılar, Gazzâlî’yi aslında İbn Sînâ’nın takipçisi sandılar.

    Gazzâlî’nin Tehâfüt’ünde yaptığı gibi, Aiegidius de Arap filozofları ve özellikle de İbn Rüşd’ü inançsızlıkla suçladı. İbn Rüşd’ün Aristoteles’ten daha tehlikeli olduğunu, çünkü onun hem Hristiyanların hem Müslümanların kutsal kitaplarındaki yaratılmış dünya görüşünü aşağıladığını, teologları “saçmalayan insanlar” olarak gördüğünü yazdı. Ona göre İbn Rüşd, “hiçbir yasanın (dinin) doğru olmadığı, ama faydalı olabileceği” fikrini savunuyordu. Başka bir deyişle, İbn Rüşd, diğer filozoflar gibi elitist bir ateist olmakla suçlandı. Güya İbn Rüşd’e göre bilimsel hakikat aydınlanmış azınlığa aitti; din ise karanlıktaki kitleler içindi. Aiegidius’un kitabı yalnızca pek tanınmayan bir Hristiyanlık savunucusunun saldırısı değildi. Filozofların Hataları, Engizisyon tarafından 17. yüzyıla kadar kullanıldı; birçok insan bu “hatalardan” birine inandığı için işkence gördü ya da yakıldı.

    Üçüncü saldırı 1270’te Paris Piskoposu Étienne Tempier’den geldi. Üniversitede öğretilmesi yasaklanan 13 felsefi madde yayımladı. İlk madde, İbn Rüşd’ün akıl birliği öğretisiydi. Üçüncü madde, “yeryüzünde olup biten her şey gök cisimlerinin zorunluluğuna tabidir” görüşüydü ki bu, tüm Arap filozofları tarafından geniş çapta destekleniyordu. Paris felsefe-sanat fakültesindeki hocalar bu yasakları pek umursamadılar; çünkü yedi yıl sonra aynı piskopos bu kez 219 yasak madde daha yayımlamak zorunda kaldı. Bu listeye göre “Teolojik tartışmalar masallara dayanır.” ya da “Dünyanın tek bilge insanları filozoflardır.” gibi görüşlerin öğretilmesi yasaklanıyordu.

    1277’deki bu kınamalar ve suçlamalar etkili oldu. Felsefeyi ilahiyatın yanına (hatta üstüne) koymak isteyen ve Arap felsefesini öğreten profesörler ya geri adım attılar ya da Paris’ten kaçmak zorunda kaldılar. Bu, Paris’te Arap felsefesinin bir yüzyıldan uzun süren varlığının sonu oldu; fakat bu felsefe Avrupa’da tamamen sona ermedi. Bazı profesörler Almanya’ya, bazıları İtalya’ya gitti. Arap felsefesi İtalya’da 16. yüzyılın sonuna kadar popüler kaldı. Dante Alighieri (1265-1321), İlahi Komedya’sında İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ü Yunan filozoflarıyla birlikte Limbo’ya yerleştirerek onurlandırdı. Limbo, cehennemde neredeyse hiç acı çekilmeyen ve felsefe ile bilim üzerine tartışmaya devam edebilecekleri özel bir yerdi. Dante ayrıca Paris’in başlıca felsefe profesörü Brabantlı Siger’i de övdü ki Thomas Aquinas’ın ve Piskopos Tempier’in saldırılarının asıl hedefi muhtemelen oydu. Dante onu cennete koydu; çünkü Paris Üniversitesinde yeni bilimsel yöntemi öğretmişti.

    Orta Çağ Avrupası’nda 12. yüzyıldan itibaren felsefe, hem Yunan hem Arap felsefesini içeriyordu. Yunan filozofları geçmişe ait sayılırken, Araplar çağdaş birer kışkırtıcıydı çünkü sekülerliği öne çıkarıyor, teokratik geleneklere karşı çıkan fikirleri savunmaktan çekinmiyor, hatta kutsal kitapları yalanlarla dolu ama cahil kitleleri “yararlı” masallar diye küçümsüyorlardı. Kilisenin paniklemesi boşuna değildi.

    Tüm çabalara rağmen, İbn Rüşd’ün fikirleri popülerliğini korudu ve eserleri 17. yüzyıla kadar çevrildi. 16. yüzyıl Rönesans İtalyası’ndaki en ünlü filozof Pietro Pomponazzi, tek akıl öğretisini savunarak kendisini bir İbn Rüşdcü ilan etti. Fakat belki de en şaşırtıcı olan, İbn Rüşd’ün siyasi fikirlerinin izlediği yoldu. “Hiçbir din doğru değildir ama faydalı olabilir” düşüncesi, 1324’te Padovalı Marsilius’un yazdığı Barışın Savunucusu adlı ilk Latince siyasi felsefe kitabında yer aldı. Marsilius bilinen bir İbn Rüşdcüydü ve kitapta devlet ile kilisenin ayrılığını savunan ilk Orta Çağ Avrupası filozofuydu. Machiavelli, Marsilius’u biliyordu ve 1531’de yazdığı Discorsi’de onun fikirlerini kullandı. 17. yüzyılda Yahudi-Hollandalı filozof Spinoza da İbn Rüşd’ü ve Machiavelli’yi tanıyordu; Machiavelli’nin kitaplarını kişisel kütüphanesinde saklıyordu. 1670’teki Teolojik-Politik İnceleme’sinde şöyle yazmıştı: “İnancın hakikate değil, takvaya ihtiyaç duyduğunu ve itaatli olduğu ölçüde kurtuluş sağladığını gösterdik. […] İnsanların barış ve uyum içinde yaşamasını istiyorsak, bu doktrinin devlette ne kadar faydalı ve gerekli olduğu açıktır.”

    İbn Rüşd’ün fikirleri, Avrupa Aydınlanması’nın kalbine kadar ulaştı. Jean-Jacques Rousseau’nun 1762’de yayımlanan Toplum Sözleşmesi adlı eserinde, Hristiyanlığın hoşgörüsüzlüğü nedeniyle kaldırılması gerektiğini okuruz ki bu Fransız Devrimi sırasında ciddiye alınmıştır. Ancak Rousseau dini önemsiz saymadı; bunun yerine yurttaşlık dini getirilmesini savundu: “İnsanlar bir toplumda yaşamaya başladıkları andan itibaren, toplumu ayakta tutmak için dine ihtiyaç duyarlar. Hiçbir halk dinsiz var olmamıştır, olmayacaktır da. Eğer onlara bir din vermezseniz, kendileri uydururlar ya da kısa sürede yok olurlar.” Başka bir deyişle İbn Rüşd’ün fikirleri Avrupa’da yüzyıllar boyunca beklenmedik bir etki yaratarak Rönesans ve Aydınlanma düşünürlerini şekillendirdi. Bu düşünürler uzun yıllar birer sapkın olarak görüldü ve kilise tarafından lanetlendiler.

    Bütün bu sapkınlıklar bastırılmaya çalışıldıktan sonra bile, İslam dünyası yüzyıllar boyunca özgür düşünceli filozoflar için bir sığınak olmaya devam etti. 1737’de André-François Bourreau Deslandes, Felsefenin Eleştirel Tarihi’ni yayımladı. Burada, Müslümanların dünyasında yabancılara büyük bir saygının gösterildiğini yazdı. Alaycı bir biçimde, sapkın Petrus Abelardus’un Müslüman bir ülkede çok daha rahat bir hayat süreceğini belirtti.

    Sonuç olarak, 1798’de Napolyon’un Osmanlı topraklarındaki Mısır’ı işgaliyle birlikte Nahda, yani Orta Doğu Rönesansı başladı. Bu hareket, Osmanlı İmparatorluğu altındaki ülkeleri ve Kaçar Hanedanlığını Avrupa fikirleri aracılığıyla reforme etmeyi amaçlıyordu. Tanzimat reformları bunun bir örneğidir. Altı yüz yıl önce ise bunun tersi yaşanmıştı: Orta Çağ Avrupası, İspanya ve Güney İtalya’da Arap dünyasının ne kadar ileri olduğunu keşfetti. 13. yüzyılda bilginler, felsefe, tıp ve bilim hakkında mümkün olduğunca çok kitap bulmaya çalışıyor ve onları Arapçadan Latinceye çeviriyorlardı. Bu, Avrupa Rönesansı’nın başlangıcıydı; yeni fikirler Avrupa’yı altüst ediyordu. Felsefede İbn Rüşd’ün fikirleri 13. yüzyıldan 18. yüzyıldaki Aydınlanma’ya kadar Avrupa düşüncesi üzerinde kalıcı bir etki bıraktı. İbn Rüşd’ün Avrupa entelektüel çevresini temellerinden sarsan temel içgörüsü şuydu: Hakikati bulmak için dine ihtiyaç yoktur. Hakikat birdir; ona din yoluyla da, mantıklı ve felsefi düşünce yoluyla da ulaşılabilir. Bu düşünce, kilise ile devlet ayrımının temelini attı. İkinci siyasi fikir ise şuydu: Din her zaman doğru olmayabilir, ama devleti bir arada tutmak için faydalıdır. Bu düşünce Rousseau’nun yurttaşlık dini fikrine yol açtı. 18. ve 19. yüzyılda yükselen Avrupamerkezcilikle birlikte Avrupa düşüncesinde Arap felsefesinin kilit rolü göz ardı edildi hatta silindi. Artık bunu yeniden kabul etme ve Arap düşüncesi olmadan Avrupa Rönesansı’nın muhtemelen hiç gerçekleşmeyeceğini itiraf etme zamanıdır.

     

    * Prof. Dr., Brussels School of Governance.