FANON’UN BEDEN FELSEFESİ


Onur Kartal*
Fanon sırf ülkede değil aynı zamanda dünyada evvela militan kişiliğiyle bilinen bir figürdür. Cezayir’in ulusal kurtuluş mücadelesinin bütün kademelerinde Cezayir halkının kayıtsız şartsız yanında durması, sömürgeciliğe ve ırkçılığa karşı almış olduğu tavır doğaldır ki onu radikal bir figür hâline getirdi. Böylece Fanon’un pratiği, büyük ölçüde de kendi marifetiyle teorisinin önüne geçti. Teori alanında sahne alışı da bu arka planda şekillendi. Öyle ki Sartre’ın Yeryüzünün Lanetlileri’ne yazdığı meşhur Önsöz dahi Fanon’u bir filozof olarak değil bir militan olarak alkışlıyordu. Sonradan sonraya Fanon’un teorisinin hakkı verilmeye başlandı. Kültürel çalışmalar ve post-kolonyalist kuram için Fanon merkezî bir düşünür hâline geldi. Fakat Martinikli düşünürün teorisi itibarını yavaş yavaş bulurken bu kez de pratiği tırpanlandı. Derrida, Marx’ın felsefesinin yirminci yüzyıl akademisinde ancak 11. tezin askıya alınmasıyla mümkün olabildiğini söylüyordu. Marx’ın düşüncesi akademinin bir tartışma, uzmanlaşma alanı olabilirdi ama sadece bu düşüncenin devrimci içeriğinden koparılması şartıyla. Fanon’un da siyaset teorisine dâhil oluşu biraz böyle oldu. Şiddet üzerine, silahlı mücadele üzerine düşünceleri ya görmezden gelindi ya da içeriğinden geriye “tehlikeli” bir şey kalmayacak şekilde törpülendi. Fanon artık bazı istisnalar dışında bir kültür kuramcısı olarak okunuyor. Oysa Fanon’u her iki kutupta da kıymetlendirmek mümkün. Teoriyi pratiğe ya da pratiği teoriye feda etmeye gerek yok, üstelik doğru da değil bu. Her iki hamle de Fanon’u sakat bırakıyor, çarpık, en hafif ifadeyle eksik bir imgeye hapsediyor. Zira Fanon, pratiğini teoriyle, teorisini pratikle beslemek bahsinde mahir bir isim. Hâliyle bu iki kutbu Fanon imgesinde buluşturmak için ekstra bir çaba harcamaya gerek yok. Bu buluşma Fanon düşüncesinin ilk basamaklarından itibaren zaten vücuda gelmiş vaziyette. Daha Siyah Deri, Beyaz Maskeler’de görüyoruz bunu. Bu metinde Fanon ağırlıklı olarak ırkçılık, arzu ve psikanaliz üzerine söz alıyormuş gibi görünür; doğrudur da. Fakat metnin çatısını kuran asli unsur felsefe, özelde de fenomenolojidir. Bu felsefenin ana temasıysa bedendir. Fanon kendi bedeni, bedeninin rengi ve bu renk üzerinden ortaklaştığı diğer tüm bedenler üzerinden bir beden felsefesi, bir beden fenomenolojisi geliştirir. Zaten söylemeye bile gerek yok ki, siyah ve beyaz da bir rengin alabileceği en uç politik anlam ufku içerisinde bedene dair kategorilerdir.
Fanon’un beden bahsinde fenomenolojiyle kurduğu temas oldukça kritiktir. Öyle ki tekil varoluşu itibarıyla dahi kendi siyahlığına deneyimleme tarzına fenomenolojik bakışı damgasını vurur. Hatta daha ileri gidecek olursak belki de bu deneyimi mümkün kılan fenomenoloji olmuştur. Zira fenomenoloji, diğer birçok vasfı bir yana, özne ve nesne, ben ve başkası arasında, soyut kuramsal bir ilişkiyle açıklanamayacak, tek taraflı değil karşılıklı, sırf entelektüel değil aynı zamanda bedensel bir teması yeryüzü üzerinde ve bizzat yaşamı odağa alarak düşünmeye yönelik bir kuramsal teşebbüstür.
İlginçtir, Sartre’la çok daha fazla içli dışlı olmasına karşın Fanon’un fenomenolojiyle en yoğun alışverişi, kendisiyle tek kelime dahi konuşmadığı Merleau-Ponty aracılığıyla olmuştur. Bu bir bakıma enteresan ama bir bakıma da anlaşılabilir bir şeydir çünkü Fanon Lyon’dayken aynı zamanda felsefe derslerini takip ediyordu ve Merleau-Ponty de aynı felsefe programında bir kürsüye sahipti. Üstelik ilk kez Merleau-Ponty bedeni, fenomenolojinin merkezi unsuru hâline getirmişti. Algının Fenomenolojisi fenomenolojide kendine özgü bir Kopernik devrimi yapıyordu. Bilinç, felsefe sahnesindeki binlerce yıllık hükümranlığından olduğu gibi, beden Spinoza ve Nietzsche’de sonra üçüncü kez itibarını kazanıyordu. Merleau-Ponty’de özne bedenli özneydi, bedeniyle dünyaya açılıyor, kendi dışına çıkıyor, dünyaya bedeniyle dokunuyor, dünyayı bedeniyle öğreniyordu. Bedenli olduğu için dünyanın üzerinde değil içinde, tam ortasında, şeylerin ve başkalarının arasında konumlanıyordu. Algılarına, duygularına, sözcüklerine, cümlelerine ve yargılarına evvela bedeni yön veriyordu. Beden artık bir et yığını olmaktan çıkmış, düşünen, hatırlayan, öngören, rota oluşturan bir aktöre dönüşmüştü. Bilinç dediğimiz şey, en nihayetinde “kanayan bir et parçası”nda saklıydı. Hâliyle dünyaya bakışımız, dünyayı dair düşüncemiz, kuramsal araştırmalarımız, varoluşsal arayışlarımız bedenle dolayımlanıyordu. Düşünce, artık bedenli düşünceydi.
Fanon bu beden fenomenolojisinden oldukça etkilendi ve onu hızla siyasalın mecrasına taşıdı. Zira bilinç ve beden kavramları, ırkçılık ve sömürgecilik arenasında da önemli bir yer işgal ediyorlardı. Beyaz, siyaha olan üstünlüğünü renk ayrımı üzerinden garantiye alırken siyahı -ya da beyaz olmamayı– bilinçsiz bir varoluşla, vahşilikle, barbarlıkla, yamyamlıkla, daha spesifik olarak da şiddete ve suça eğilimli, cinsel ve dinsel olarak sapkınlığa yazgılı, zekâ geriliğiyle mühürlenmiş bir yarı-alt-eksik-az insanlıkla ilişkilendiriyordu. Burada bedenin maruz kaldığı çifte aşağılama prosedürünü görebiliyoruz. Beden yalnızca bilinç karşısında Platon gibi söyleyecek olursak duyuların hükmettiği, şehvetin, hazzın ve arzunun kaynağı olarak ya da Descartes gibi söyleyecek olursak düşünmeyen ama yer kaplayan bir şey olarak karşımıza çıkmıyor. Rengi itibarıyla beden, bilinç değil bir başka beden karşısında ikinci bir değersizleştirmeye de maruz bırakılıyor. Zira düşünce tarihi boyunca hor görülen beden hiç değilse beyaz bir bedendir. Siyahın bedeni bu mertebede bile değildir.
İşte Fanon fenomenolojinin dümenini tam olarak bu doğrultuya kırarken felsefenin kendisinde yarım kalmış bir devrimi de tamamına erdirir. Descartes “düşünüyorum, o hâlde varım” dediğinde Tanrının hükümranlığına karşı bir savaş açmıştı. Modernlik dediğimiz devrimin kalbinde bu savaş yer alıyordu. Fakat fenomenoloji için bu yeterli olmadı. Husserl, düşüncenin kudretini keşfettiği hâlde bilincin yapısı üzerinde gereği kadar yoğunlaşmadığı için Descartes’ı suçladı. Sonra Heidegger geldi ve Descartes’ın ıskaladığı şeyin var olmak olduğunu söyledi. Alman düşünür “düşünüyorum, o hâlde varım” argümanın düşünme edimiyle değil var olma hâliyle meşgul olmak gerektiği kanaatindeydi. Merleau-Ponty ise meseleyi kelimenin doğrudan anlamıyla kalbinden yakaladı. Düşünüyor ya da var oluyor, fark etmez, bu özne bedenli bir özneydi. Fanon ise buraya bir şerh düştü. Özne, bedenli bir özneydi ama bedenin bir de rengi vardı ve düşünmek de var olmak da bu rengin ne olduğuyla koşullanmıştı.
Felsefenin düşünen ve var olan bu bedenli öznesi kuşkusuz ki beyazdır. Çağdaş felsefede beden üzerine en çok söz alan ilk büyük düşünür olmasına karşın Merleau-Ponty dahi bedenin renkleri, renkliliği hakkında sessiz kalır. Fanon’un bu sessizlik üzerine söz aldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Siyah Deri, Beyaz Maskeler’de işlenen her tema, ırk, ırkçılık, aşağılık, bilinç, bilinçdışı, cinsellik, bakış, karşılaşma, deneyim, yaşantı bu bağlamda önce bedenle, sonra beden fenomenolojisiyle dolayımlanır. Avrupa fenomenolojisi belki bedenin itibarını kurtarmıştır ama siyah beden, olanca aşağılanmışlığıyla olduğu gibi durmaktadır. Bunun için Fanon insanın ne istediği, neyi talep ettiği sorusunu yeterli bulmaz; hemen akabinde bir soru daha sorar: “Siyah insan ne istiyor?” İnsan sorusuna ya da sorununa rengi ilave etmek gerekir çünkü beyazın dünyasında, beyazın kurduğu manzarada, beyazın bakışı altında siyah beden, ter, kir, suç ve şiddet salgılamaya devam etmektedir. Fenomenoloji burada da iş başındadır. Değil mi ki fenomenoloji şeylerin kendilerini, kendilerinde nasıl görünür kıldıklarıyla ilgisinde özle görünüş arasındaki mesafeyi sıfıra indirip özü görünüşlerde keşfetmeye koyulan bir felsefedir; Fanon da kendi görüntüsünün kurbanı olduğunu söylediğinde politik olduğu kadar fenomenolojik bir tespitte de bulunur. Fanon’un fenomenolojisi ırklandırılan, sömürgeleştirilen bedenin üzerine bindirilen politik anlam katmanlarını birer birer kazıyarak onu kendi görünüşünde özgür kılmayı hedefler. Fanon’un annesinin elini tutan küçük çocukla karşılaşmasını anlattığı o meşhur satırlar bu çabayı çarpıcı bir şekilde ortaya koyar zira Avrupalı özne, daha özne olmadan evvel, daha okuma yazma bilmeden evvel, siyahlığı neyle ilişkilendireceğini gayet iyi bilir: “Anne! Zenci beni yiyecek”. Zencilik burada siyah bedene yüklenebilecek bütün habis anlamları kuşatan bir kategoridir. Beden siyah bir bedense –ya da beyaz bir beden değilse– hem insan-altı hem de insan-ötesi bir varoluşa gönderme yapar. İnsan-altı çünkü siyah bir beden insanlığın kadim tarihi boyunca biriktirdiği kutsal ve yüce hiçbir değerle ilişkilendirilemez. İnsan-ötesi çünkü siyah insan sadece insanlıktan mahrum değildir, insanın ve insanlığın karşısında canavarca bir kudrete sahiptir. Siyahın bedeni kudretlidir ama vahşi bir hayvanın bedeni ne kadar kudretliyse o kadar. Bir kez dizginlerinden azat olduğunda beyaz insanın değil onu mağlup etmesi, durdurması mümkün değildir. Öyle bir bakıştır ki bu, insan bedeninin ortalama boyutları içinde kalsa dahi siyah insan devasa bir yaratıktır. Fanon ne çok uzun, ne çok kaslı, ne de çok iridir ama bedeni siyah olduğu ölçüde muhatabının tahayyülünde bir canavar imgesine sıkışıp kalır. Dahası beyazın bakışı altındaki bu alçalma bir yerden sonra reel bir çerçevenin içine yerleşir. Öyle ki, siyah insan da kendi bedenini, vahşi, kirli ve aşağılık bir beden olarak deneyimlemeye başlar ve siyahın varoluşu onun bedeniyle mutlak bir özdeşleşmeye maruz bırakıldığından bedenden başlayan bu hor görü bütün varoluşu kuşatır hâle gelir. Zira özne bedenli bir özneyse, bir dünyanın içinde ikamet etmekte, bir mekânı mesken tutmakta, bir manzaraya, bir çevreye dâhil olmaktadır. Dolayısıyla bedenli bir varoluşu dünyasından, mekânından, manzarasından ve çevresinden kopartmak mümkün değildir. Yaşadığım ülke ya da şehir, kat ettiğim yollar, dâhil olduğum yerler benim bedensel ve düşünsel varoluşumu ve pratiğimi doğrudan belirler. Bir cadde boyunca yürürken ben, o caddenin bulunduğu semt, şehir, ülke, kıta doğrudan başkalarının bakışına yerleşmiş vaziyettedir. Dolayısıyla ev sahibi ve yerli olarak maruz kaldığım bakış, misafir, göçmen, sığınmacı, mülteci olarak maruz kaldığım bakıştan daha ilk adımda ayrılır ve ben, bedenimle birlikte paradoksal biçimde içinde olduğum dünyanın dışına atılırım. Kavramın Heideggerci anlamıyla dünya-içinde-olmak, yani aşina olduğum bir çevreyi mesken tutmak, bedenimin rengi yüzünden mümkün değildir. Irklandırılan beden, ya da sömürgeleştirilen beden dünyanın içindeyken dahi dünyanın dışına itilir. Alelade bir et yığını bile değildir, çürümüş, bozulmuş bir et yığınıdır. Merleau-Ponty anlamı düşünceden, bilinçten, akıldan önce bedenin salgıladığını söylüyordu ve haklıydı. Fakat bu beden siyah bir bedense salgıladığı şey anlam değil, olsa olsa hastalıktır. Ya biyolojik ya da kültürel bir hastalık. Dünyanın sakini değil işgalcisidir. Nazilerin Yahudilere dediği gibi insan safrasıdır. Bu yüzden evet, bedenin anatomik bir şeması vardır. Merleau-Ponty’nin sıkça bahsettiği beden şemamız, bu anatomik yapının bütünlüğünden beslenir. Anatomik bütünlüğümüz bizi evvela anonimleştirir. Hepimiz, her birimiz bir isimden, bir kimlikten önce bir bedeniz. Hemen ardından da önce çoğullaştırır ve zamansallaştırır. Çoğullaştırır çünkü bir beden olarak biz zaten hep başka bedenlerin arasındayız. Zamansallaştırır çünkü biz geçmiş kuşakların bedensel bir mirasıyız. Merleau-Ponty’nin çizdiği bu çerçeve bedene muazzam bir alan açıyor. Onun sayesinde biz bedeni, toplumsal, tarihsel ve bireyüstü, bireyötesi bir varoluş olarak düşünebiliyoruz. Fakat yine de bu şemada, bu şemanın her bir unsuruna nihai hakikatini kazandıran bir unsur, bir boyut eksik kalıyor. Şüphesiz siyasetten, siyasal yapıdan bahsediyoruz. Fanon bu siyasal gediği, Merleau-Ponty’nin beden şemasına, ırksal-tarihsel şemayı ilave ederek muazzam bir şekilde kapatıyor. Muazzam diyoruz çünkü Fanon anonim, zamansal ve çoğul bir yapıya sahip olan bedeni, teninin rengi üzerinden bir çırpıda politikanın alanına taşıyor. Böylelikle beden fenomenolojisi, politik fenomenolojiye tercüme oluyor. Çünkü rengi üzerinden ırklandırılan bedenin tarihi artık yüzlerce, binlerce yıllık bir aşağılamanın, dışlamanın, baskılamanın tarihine dönüşüyor. Fanon’un atalarımın laneti derken kastettiği şey bu. Dünyaya bir siyah bedenin içinde geldiğiniz andan itibaren geçmişin bütün ızdırabı olanca gücüyle ve dehşetiyle omuzlarınıza biniyor. Bedeniniz anlamını renginin tarihinde buluyor. Tek bir bedenin ızdırabı, geçmişte şimdide ve hatta gelecekte aynı kaderi paylaşan, paylaşacak olan bütün bedenlere pay ediliyor. Dolayısıyla beden meselesi aslında hem öznel bir mesele hem de nesnel; “ben”le de ilgili “biz”le de ilgili. Fanon fenomenolojinin dilini benimserken belki de bu yüzden hiç zorlanmıyor. Zira fenomenoloji, öznel varoluşu, bu varoluşun deneyiminin biricikliğini, dolayısıyla yaşamsal yaşantısal karakterini odağa alırken nesnellik iddiasından da vazgeçmeyen bir felsefe. Böylelikle Fanon bilhassa Siyah Deri, Beyaz Maskeler’de ne zaman kendi adına konuşsa aslında herkes adına konuşur. Bu elbette bedenin tekil evrensel karakterinden gelir. Siyah bir beden olarak Fanon, ezilen, örselenen, dışlanan, aşağılanan, işkenceden geçen bütün bedenler adına söz alır. Radikal politik ufku bir yana zaten fenomenolojik bir beden felsefesinden beklenen de budur: Bedenin tekilliğinden evrensele uzanan bir kavramsal çerçeve.
Bedenin tekil ve evrensel arasındaki geçişliliği mümkün kılan ve garanti eden bir köprü vazifesi görmesi, hiç şüphesiz onun artık bir et yığının ötesinde bir anlam üstlenmesiyle söz konusu olabilmiştir. Merleau-Ponty’nin fenomenolojisi sayesinde beden artık bir aktördür. Düşünceyi mümkün kılar, öğrenir, hatırlar, uyarır, uyarlar, algılar ve duyumsar. Bütün bu edimlerinde bilinç ona eşlik eder. Beden ve bilinç arasındaki ilişki artık bir hükmeden hükmedilen ilişkisi değildir; beden, bilinçten sonra geliyor da değildir. Beden bilinçle içli dışlıdır; aralarındaki ilişki bir yoldaşlık ilişkisidir. Merleau-Ponty’nin ardından Fanon bu yoldaşlık ilişkisinin hakkını en çok veren düşünür olabilir. Kavramlar üzerine konuştuğu kadar kaslar üzerine de konuşur. Hatta kavramların gücünün yetmediği yerde yeni insanın doğuşunu kaslara havale eder. Sömürgeci tahakküm, bedensel bir tahakkümse ulusal uyanış, bedensel bir uyanıştır. Sömürgeci doğrudan bedene hücum eder, bedene işkence ederken, sömürgeleştirilen öncelikle ve çoğunlukla bedeniyle direnir. Sömürgeci sömürgeleştirileni açlığa mahkûm ederek terbiye etmeye çalışır, sömürgeleştirilen beslenmeyi reddederek açlığı bir direnişe dönüştürür. Direnen beden, bir direniş sahası olarak beden, ırklandırılan ve sömürgeleştirilen insan için kendi varlığını olumlamanın, kendi varlığını değerli kılmanın yolunu bulduğu yerdir. Dolayısıyla insan artık beden sayesinde, beden aracılığıyla özgürleşmektedir. Bilincin özgürlüğüne giden yolu aralayan bedendir. Bedenin bilinci yolundan saptırdığına dair kadim kavramsal şema böylelikle tersyüz olur. Siyah Deri, Beyaz Maskeler’i bitirirken “ey bedenim, beni sorgulayan bir insan kıl daima” dediğinde Fanon’un yaptığı bu devrimci altüst oluşun adını koymaktan başka bir şey değildir.
*Doç. Dr., Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, Felsefe Bölümü.