BEDENİ MÜLK OLARAK GÖRMEK ÖZGÜRLÜK MÜDÜR? BEDEN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Ekrem Demirli

     

     

     

    “Derileri der ki her şeyi konuşturan Allah bizi konuşturdu…” (Ayet-i Kerîme)

     

    Modern dünyanın sorunlarını ele alırken kadim felsefe ve dinî geleneklerle arasındaki “kırılma” hatta kopuşu dikkate almaksızın değerlendirmek, kelime benzerlikleri üzerinden düşünce tarihinde süreklilik vehmetmek, yöntemsel bir hatadır. Bu nedenle günümüzde beden üzerindeki tartışmalar, birçok yönüyle bu çağa mahsustur ve bu çağ içinde kalarak bir cevap bulmak gerekir. Üstelik dinî düşünce, çağ içinde etkinliğini ve mevcudiyetini sürdürmüş olsa bile,  kurucu düşünce olması bakımından din de modern dünya için “eski” sayılır, bu nedenle yeni sorunlara eski olandan cevap aramak modern dünyanın ruhuna aykırıdır. Bu çağ için eskinin en çok istimal edilebileceği alan “malzeme” olmak, modern çağdaki düşüncelerin ifade edilmesine ve aktarılmasına katkı sağlamaktan ibarettir. Hâl böyle olunca modern çağ başka bir çağdan çözüm aramıyor, kendi sorunlarının başka bir çağın duyarlılıkları üzerinden ele alınmasını talep etmiyor, böyle bir arayışa da girmiyor. O zaman bu çağı, bu çağın anlayışları dâhilinde konuşmak veya sükut ile geçiştirmek gerekiyor.

    Günümüzde insanın bedeni üzerindeki tartışmalar, “hümanizm” yani insan merkezli yeni dünya görüşünün en önemli kısmını hatta teorinin uygulama alanını fark edebileceğimiz düşünceler olarak ortaya çıkmıştır. Her bakımdan “merkezde insan” anlayışlı yeni dünyanın gelişimi, dinin ve kadim ahlak teorilerinin bedeni baskıladığı hakkındaki bazı iddia ve kabullerden hareket etmiş, bedenin gizlenmesi ve hazlarından alıkonmasını ciddi bir mahrumiyet konusu kabul ederek insan özgürlüğünü bedenin özgürlüğü saymıştı.  Modern dünya sorunları en gerçekçi şekilde tahlil eden ve düşünceleri genellikle geçerliliğini koruyan Müslüman düşünür Rene Guenon modern dünyayı “niceliğin” egemenliği diye tavsif etmiş, önceki asırlarda nitelik ve değer üzerine kurulu dünyanın ters yüz edilişinden söz etmişti. Burada söylediği hususu bedenin salt ve mutlak anlamda özgürleşme çağı sayarak yeniden anlatabiliriz. Niceliğin egemenliği gerçekte bedenin ve beden dünyasının egemen olduğu bir çağdır.  Bu itibarla insanın merkeze yerleşmesinden ve özgürlükten anlaşılan şey, kişinin kendi bedeni üzerindeki tasarruflarının sorgulanabileceği bir otorite fikrini reddetmek, bu sayede yaşamı beden hazlarıyla uyumlu yaşamak, hazlar alanında mutlak ve koşulsuz bir özgürleşmeydi. Bu yönüyle hümanizm en güçlü şekilde insanın kendi bedeni üzerindeki mutlak tasarruf hakkıyla özdeşleşmiş, bu özgürleşmeyi meşru kılabilecek bir otorite arayışını ise reddetmişti.  İnsan kendini göstermeli, bedenini teşhirden çekinmemelidir;  bedeni güzelleştirmek, yaşamanın ideal değeri hatta çalışmanın motivasyonudur. Günümüzde güzellik ve bedenin daha iyi görünebilmesi için yapılan harcamalar, ekonomilerin kayda değer alanlarından birisinin ortaya çıkmasına yol açmışken hümanizm böyle gelişmelerin nüvelerini kendinde barındırıyordu.  Günümüzde bütün dünyada insanların en ciddi sorunlarından birisi “görünebilir” bir bedenle yaşamak, onun güzelliğini korumaktır. Geçmişte insanların bedenin itidaline verdikleri önem, günümüzde “görünme” amaçlı bir sağlık, gençlik ve güzelliğe yerini bırakmıştır.  Son yıllarda insanın bedeni üzerindeki tasarrufu “cinselliğin” bile bedenin sabit özelliği olmadığı iddiasıyla en ileri derecesine vardı.

    Bundan sonra hangi gelişmeler ortaya çıkabilir, beden üzerindeki tasarruflar nasıl bir istikamet takip eder? Bu bahisteki gelişmeleri öngörebilmek mümkün değildir. Fakat hayatın farklı alanlarındaki gelişmeleri dikkate alırsak,  ilkesel olarak şunu söylemek mümkündür: Her yenilik bir öncekini daha kabul edilebilir hâle getirir, her yeni, bir önceki yeniyi insanlara “klasik” gösterir. Bu itibarla değişim bir kere başladığında, bilhassa değişimin açık bir amacı ve ilkesi yok ise onu durdurabilecek bir nokta olmaz.

    Buraya Nasıl Geldik: Ruhu Asıl Saymak Bedeni İhmal miydi?

    Galiba öyledir, en azından ruhu önceleyen yaklaşımın bedeni ihmal etmek demek olduğu kabul edildi. Pre-modern dünyada insan hakkındaki teoriler, onun görünen bedenin ardında mahiyetini bilemediğimiz bir ruhunun olduğu fikri, bazen de inancı üzerine kurulu idi.  Bütün felsefi ve dinî gelenekler, insan anlayışını ruh ile beden ayrımına dayandırmıştı. Öyle ki bu yaklaşım Descartes’e kadar böyle geldi, hatta onun bu ikilemi daha da güçlendirdiği, bu güçlendirme ile önceki düşünürlerden koptuğu dahi söylendi. Hakikati görünen dünyanın ardında duyuyla algılanmayan bir şey olarak tasavvur eden bir dünya içinde insanı “görünen” ile “görünmeyen” kısımlardan müteşekkil saymak, o dünya görüşünün tabii bir yaklaşımıydı. Müslümanlar, kadim filozoflar ve onların takipçisi olan agnostik-mistikler kadar katı bir ruh beden ayrımı getirmemiş olsa bile, bedenin ötesinde ruhun varlığını hâkim anlayış olarak görmek mümkündür. En azından tasavvuf kanadı, bedene karşı güçlü bir ruh fikrini benimsemiştir.  “Tenasüh” fikrinin yol açabileceği sorunlar olmasaydı belki de bu ruhçu telakkiler daha da güçlenecek, Müslüman toplumda ruhçu fikirler daha etkin bir şekilde kabul görecekti. Hâkim geleneklere kabaca bakacak olursak, ruh ile beden ilişkisini çözümlemeye çalışırken daha ruhçu olanlar ile görece maddeci olanlar diye bir ayrımdan söz etmek mümkündür. Bununla birlikte hâkim yaklaşım, insanın görünen varlığının ötesinde bir hakikat taşıdığı fikriydi.  Öte yandan ahlak teorileri de bu anlayış üzerine kurulu idi.

    Binaenaleyh düşüncenin temel konularından birisi ruh ile bedenin ilişkileri sorunu olmuştur. Bu durum kaçınılmaz bir neticeydi çünkü Voltaire’in haklı olarak söylediği gibi “Bir kere ikilik kabul edildiğinde, sorun ikiliğin ilişkisinin açıklanması olacaktır.” Nitekim kadim felsefeler bir yana Descartes sonrasında bile,  Leibniz ve Spinoza’nın düşüncesinin ana sorunlarından birisi ruh beden ilişkileri sorunu olacaktı.

    Modern dünyanın ortaya çıkışı sürecinde, bilimsel düşüncenin gelişmesiyle birlikte bu ikilem ruhun varlığının aleyhine dönüşerek bedeni yegâne hakikat hâline getiren bir anlayışta karar kıldı. Günümüzde artık eski felsefelerde olduğu gibi müteal bir ruh fikrine inanmak, kadim düşünürlerin beyan etiği hâliyle ruhun varlığından söz etmek, makbul bir yaklaşım olamaz. Bununla birlikte insanın mahiyeti üzerindeki tartışmalarda belirsizlik her zaman varlığını sürdürüyor, belki de sürdürecektir.  Bilim ne kadar gelişirse gelişsin insan “müteal” olma arzusundan ve iddiasından vazgeçmeyecek, bilimce ihata edilmeyi kabullenmeyecektir. Çağımızda bile ruhun varlığını kabul etmeye imkân veren şey, insanın kendi hakkındaki bu aşkın ve yüksek tasavvurdur. İnsan “görünen” ile sınırlanmayı kabul etmemekte ısrarlıdır ve bundan vazgeçmeyecektir.

    Dinî düşüncenin modern çağda ikna edilebilir insanlar bulabilmesinin en önemli gerekçesi budur: İnsan irca edilebilir olmayı kabul etmiyor ve insan buna direniyor.  Müslüman düşünce için hareket noktalarından birisi insanın aşkınlığı, bedenin ötesinde hakikati olduğu fikrini benimsemektir.  Bilhassa tasavvuf, bu bahiste geçmişteki düşünceleri en canlı yaşatan gelenek olarak Müslüman toplumda etkinliğini artırmaktadır. Bu meyanda Müslüman olmayan insanlar, dinî düşünce içerisindeki görece daha bedenci yaklaşımlara karşılık,  tasavvufun ruhçu yaklaşımlarını benimsemeye daha yatkın görünüyorlar.

    Bir beden teorisi aramak: Dünyanın anahtarı beden

    Dedik ki günümüzde ruh ve şeklinde bir ayrımın birçok insan için anlamı yoktur. İnsan hakkında birtakım belirsizlikler olsa bile, neticede çağdaş insan kendi bedeni hakkında tam ve müstakil bir tasarrufu tartışmaya kapalı bir konu olarak kabul ediyor. Her insan için bedeni onun mülküdür ve “benim bedenim” dünyanın her yerinde en çok duyulan sözlerden birisi olmuştur. Üstelik Müslüman toplumlarda bu söz eskisine göre daha çok duyulur olmuştur, belki de daha da duyulacaktır. Üstelik Müslümanlık içinde “otorite” fikri dinî hayat içerisinde temellendirilmesi güç bir mesele olagelmiştir. Hâl böyle olunca bedenî mülkiyet meselesi olarak görmenin önünde engel görmek veya beden üzerindeki tasarruflar için meşruiyet aramak daha meşakkatli bir işe dönüşmüştür. O zaman her insan kendi bedeni hakkında mutlak ve koşulsuz bir tasarrufa mı sahip olacaktır?

    Bu noktada üzerinde durulabilecek birkaç husus vardır: Birincisi insanın bedeni hakkındaki yaklaşımı onun doğa ve dünya hakkındaki yaklaşımının bir neticesi veya devamıdır. Çünkü beden bizim dünyamızdır veya doğanın bizdeki parçası bedendir. Hâlihazırda insanların dünya üzerindeki sınırsız tasarrufları ile bedenleri üzerindeki sınırsız tasarrufları aynı bakış açısıyla beslenen meşruiyeti kendinden çıkartılan yaklaşımlardır. İnsan doğa üzerinde de tasarrufu için bir engel görmeyi reddetmektedir. Bununla birlikte doğa karşısındaki bu sınırsız ve mutlak tasarruf arzusunun doğayı yok etmeye başladığını da fark ediyoruz. Gerçi dünyada bu bahiste ortaya çıkan şikâyet ve pişmanlıkların genellikle “timsah gözyaşı” olduğunu hatırda tutmak gerekir. İnsan, doğa karşısındaki lakayt ve muktedir tutumundan vazgeçmiş, bu noktada pişman olmuş görünmüyor. Beden üzerindeki tasarrufun da benzer sorunlarla malul kalabileceğini görmek gerekir. O zaman beden hakkında yeni bir yaklaşım aramak, doğa hakkındaki yaklaşımı değiştirmek, insanın yeryüzündeki yaşamı için zaruri görünmektedir.

    İnsanın beden anlayışını yeni bir gözle geçirmesi için bakması gereken yerlerden birisi dindir. Burada dinin Orta Çağ boyunca zamanın ruhundan ve kültürel etkilerle şekillenmiş yapısıyla bedeni ihmal etmediğini, bedeni engellemediğini söylemek ikna edici değildir. Beden meselesinin hazlar üzerinden ele alınması ve bedeni “nefis” ile örtüştürmek, gerçekten büyük bir yanılgı idi. Üstelik dinî kaynaklara bir göz atıldığında dinin böyle bir şey demek yerine tam tersi bir durumdan söz ettiğini de fark edebiliriz. Mesela İlahî kelamda bedenden Allah’ı zikreden, tespih eden varlıklar olarak söz edilir. Bedenler gerçekte bir şahit kabul edilir, bu şahitlik ile onlara insanın kendi kimliğinden bağımsız bir kimlik ve bilinç izafe edilir. Günümüzde birçok insan için kabul edilmesi zor olan bu düşünceler İlahî kelamda güçlü bir şekilde vurgulanır. O zaman bedenin müstakil varlığını kabul etmek, onun değerini ve itibarını görmek, onun haklarını yerine getirmek üzere kurulu yeni bir beden anlayışı ortaya çıkmalıdır. Bu beden anlayışı ise daha büyük bir teoriden, doğa ve dünya üzerindeki teorinin bir izdüşümü olarak inşa edilmelidir. Çünkü doğayı anlamadan bedeni anlamak mümkün olmadığı gibi bedene doğanın çekirdeği ve tohumu olarak bakmak insanı anlamanın anahtarıdır. Unutmamak gerekir ki bedeni tanımak doğayı ve dünyayı tanımaktır.

    İkinci bir mesele ise bedenin değişim ve başkalaşmaya konu olacağını hatırda tutmak gerekiyor. Her beden hilalin gökyüzünde doğması gibi gelişir, yetkinlik evresine ulaşır, en nihayetinde kaybolmaya yüz tutar. Bütünüyle beden ve beden hazları üzerine kurulu bir yaşamın insan için mutsuzluk getireceğini bilmek, özel uzmanlık gerektirmiyor. Bedenin eskimesi ve yıpranması sorunu, günümüz insanlarının en ciddi sorunlarından birisini teşkil etse bile çözümü olmayan bir sorundur bu. O zaman burada insan ilişkileri, insanın kendisiyle ilişkisi, insanın dünyayla ilişkisi yeniden gözden geçirilmek zorundadır.  Mevlana’nın Mesnevi’de anlattığı bir hikâye, gerçekte insanın hem kendisi hem öteki insan hakkındaki ilgisinin nedenini tahlil eder. Mesela bir insan ötekini sevdiğinde gerçekte neyi sevmiş olabilir veya değişen ve başkalaşan beden sevginin konusu olabilir mi? Mevlana bedenin mutlak bir değişime tabi olduğuna dikkat çekerek, düşünceyi değişmenin amacını insanda veya hayatta “sabit kalanı” bulmak olarak yorumluyor.

    Sonuç Yerine: Sağlam Kafa Nerede Bulunur?

    Sonuç olarak bedenin teşhiri ve beden üzerindeki mutlak tasarruf anlayışı üzerine kurulu bir hayatın ihmal ettiği ciddi bir meseleyi dikkate almak gerekir. Bedensel bakımından engelli olan insanların yaşadığı hâlet-i ruhiye modern çağda sürekli dikkatten kaçan bir konudur.  Kadim Atina toplumundan beri “sağlam kafa sağlam bedende bulunur” anlamındaki sözler tıp ile ahlak, tıp ile eğitim arasındaki ilişkiyi tesis etmiş, hâlihazırda ise dünyada birçok düşünceye kaynaklık teşkil etmiştir. Vâkıâ bu sözün doğru olduğu bir bağlam vardır ve o bağlam içinde bu sözü açıklamanın bir imkânı vardır. Fakat bu bağlam “sportif beden” zekânın hamilidir şeklinde bir anlayışa götürmez. Çünkü böyle bir durumda bedensel olarak engelli olan insanların hem ahlak hem de zekâdan yoksun oldukları gibi mantık dışı bir sonuca gitmek mümkün olacaktır. Burada kastedilen unsurlar ve “ahlat” bileşimi üzerine kurulu olan yapının itidal hâlinden ibarettir. Sağlam vücut demek, itidalde olan vücud demektir: Ateş ölçüsünü aşmamış olduğu gibi toprak geride kalmamış veya hava ve su dengeyi bozmamıştır. Her biri bir ölçüyle bedende bulunmuşsa buna itidal denir. Aynı itidal “ahlat” yani sıvı yapı için geçerlidir.   İnsan bedenindeki unsurlar ve karışımlar itidal üzere olduğunda, ahlakın tamlığından ve aklın yerli yerindeliğinden söz edilebilir. Böyle sözleri bedeni teşhir etmek, bedeni fiziksel olarak güçlendirmek anlamında almak, insanın insana karşı bir zulmü hâline gelecektir.