BEDEN VE RUHUN İNSİCAMI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Hasan Sevil

    Bilindiği üzere Cenab-ı Allah insanoğlunu kendisine kulluk yapmak üzere yaratmıştır. Peki insan nedir? Allah Teâlâ’nın beyan ettiği “Vemâ halaktul cinne vel inse illa liyabudû” (Zâriyât, 51:56) ayet-i kerîmesinde geçen insan kelimesinden ne anlamalıyız? İnsan kelimesinden İslami ilimler literatüründe, ruh ve ceset, yani ruh ve beden anlaşılır. İnsanı tanımlarken bedeni ruhtan, ruhu bedenden ayrı düşünemeyiz. Beden dediğimiz şey Kur’ân-ı Kerîm’de nasıl geçer? Türkçede “beden” olarak ifade ettiğimiz anlamın Kitâb-ı Mübîn’deki karşılığı nedir? Ayetlere bakıldığında “ceset” ve “cisim” lafızlarının kullanıldığı görülür. Allah Teâlâ’nın bizim beden dediğimiz şeyden cisim olarak bahsettiği ayetlerinin anlamına bakıldığında bu fark açıkça görülür. Biz Türkçede insanın ruhtan ayrı fiziki varlığını işaret etmek için cisim kelimesini kullanmayız. Bedeni kullanırız. Çünkü “cisim” kelimesine Türkçede verdiğimiz anlam canlı veya cansız atmosferde yer işgal eden, kütlesi, hacmi, özgür ağırlığı vs. olandır. Oysa Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de bedenden cisim olarak bahsediyor. Bu husus bize şunu hatırlatır: Ruh olmadığı zaman bedenin cisimden bir farkı yoktur; bir anlam ifade etmez. Fakat bu dünyadaki varlığımız bedenle görünür olur. Bu dünyadaki imtihanımız da aynı şekilde. Mesela ibadetleri beden aracılığıyla yaparız. Fakat bir bilinçle yapıyoruz. İbadeti yapmaya niyet ediyoruz. Bu niyet bizim bedenimizden değil düşünsel mekanizmamızdan çıkıyor. Yani akıl ve kalbimizin yönelimiyle niyet ediyoruz. Yani somut olarak ortaya koyamadığımız bizim içimizdeki akıl ve kalbin yönelimiyle. Bu eylemi yerine getirirken Cenab-ı Hakk ve Resul-i Kibriya Efendimiz tarafından tarif edildiği şekilde yerine getirmeye çalışıyoruz. Birtakım bedenî hareketlerimiz bu şekilde ibadet oluyor. Bu aslında akıl vasıtasıyla ruh ve beden birliğini tesis ediyor. Allah Teâlâ’nın insanlara lütfettiği birçok nimet vardır. Fakat en başta ilk olarak iman daha sonra da akıl zikredilir. İman mühimdir ama akıl olmayınca iman da olmaz; iman daha büyük bir nimettir ama akıl olmadan iman mümkün değildir.

    İnsanoğlunun bedeni birtakım kısıtlılıklarla yaratılmıştır. İnsan bu evrende belirli bir müddet yaşamak zorunda olduğu için mekanizma, sistem ve donanım bu evrenin şartları üzerine kuruludur. Dolayısıyla bu dünyada bulunduğu sürece beden ve ruh birlikte yaşayacaktır. Yarın göç etme vakti geldiğinde beden ve ruh birbirinden ayrılacaktır. Buna ölüm diyoruz fakat ölümden sonraki hayat sonsuzdur. Orada devam eden hayat zamansız bir hayat olacağı için onu sonsuz diye adlandırıyoruz. İşte o zamansızlığa geçtiğimizde bizim asıl varlığımız ruh olacaktır.

    Cenab-ı Hakk’ın “Bana kulluk yapsınlar diye yarattım…” derken, kastettiği “kulluk” ibadetlerden ibarettir. Kulluk maksadıyla yapılacak eylemlere baktığımız zaman bunların da temelde ikiye ayrıldığını görüyoruz: Beden ve mal ile yapılan ibadetler. Klasik fıkıh kitaplarında da bu ayrım net bir şekilde gösterilmiştir. İbadet kavramı bedenî ibadetler, hem mali hem bedenî ibadetler ve malî ibadetler gibi ayrımlarla tasnif edilir. Tasnifin ayrıntılarını fıkıh ilmine bırakarak özetle şunu söyleyebiliriz: İbadetler beden aracılığıyla yapılır. Mesela namazı düşünelim. Tamamıyla bedensel hareketlerden oluşan ve üzerine Kuran-ı Azimüşşan’da ya da hadis-i şerifle işaret edilmiş birtakım elfazın okunması vasıtasıyla meydana gelen bir eylemdir. Yine başka bir ibadeti, yani İslam’ın üzerine bina edileceği beş temel esastan biri olan orucu hatırlayalım. Oruç da yine bedenle ilgili birtakım kısıtlamalardan ibarettir. Bütün bu ibadetler bedenimize yönelik eylemlerdir. Biz bu ibadetlerle aslında bedenimize birtakım hareketleri talim ettiriyor ve hem bedenimizi hem de ruhumuzu bu şekilde terbiye ediyoruz.

    Peki burada önemli olan nedir? Bedene birtakım hareketlerin yaptırılması mıdır? Yoksa bedene birtakım kısıtlamalar getirerek onu terbiye etmek midir? Burası tefekkür edilmesi gereken bir husustur. Bütün bunların anlam kazanabilmesi için üzerine düşünülmesi gerekir. Eğer mesele beden hareketleri, bedene bazı kısıtlamalar getirilmesi ve nihayetinde bedenin terbiyesiyse, insan bunu ne için yapıyor diye sormak elzemdir. Bir hareketin ibadet olabilmesi için, “niçin” önemlidir. Niyet denilen husus budur. Bu söz zikredilsin ya da edilmesin bir hareketi şuurla, bilinçle, isteyerek ya da sırf Allah’ın emri olduğu için yapmak bu eylemleri ibadete dönüştüren husustur. Bütün bu hareketlerin sürekli tekrar ediliyor olması, bedene bazı faydalar sağlasa da tek başına bir mana ifade etmez. Bütün bu hareketler ve kısıtlamalar ancak yukarıda zikrettiğimiz anlamda bir niyet ve emredilen şekil ve usullere riayetle ibadete dönüşebilir. Dolayısıyla bir eylem ya da düşünce ancak niyetle ibadet olabilir.

    Yani asıl mesele birtakım bedenî hareketlerin kendisi ya da o hareketlerden mütevellit bedende oluşan birtakım olumlu değişimler değildir. Hadîs-i şerifte şöyle buyurulur: “İnnallahe lâ yenzuru ilâ suvereküm ve lâ ilâ ecsâmikum velâkin yenzurû ilâ kulûbikum eve amâlikum.” (Allah sizin suretlerinize ve cisimlerinize bakmaz, kalplerinize ve amellerinize bakar). Burada “cisimlerinize bakmaz” denmektedir. Cisim kelimesinin beden anlamında kullanıldığını hatırlarsak doğrudan bedenlerinize bakmaz manasında anlayabiliriz bu hadisi. Yani Allah, insanların yakışıklı, çirkin, uzun boylu, tombul, sağlıklı ya da engelli olmasına bakmaz. Allah’ın indinde bizatihi bedenin kendisinin olduğu gibi bedenin uzantıları olan bu tür hususiyetlerin de hiçbir önemi yoktur. Hadîs-i şerîfin sonunda zikredilen açıktır. “Velâkin yenzurû ilâ kulûbikum eve amâlikum.”. Risaletpenah Efendimiz bakılmayacak şeyleri zikrettikten sonra neye bakılacağını açıkça söyler: Allah sizin kalplerinize ve fiillerinize bakar. Yapılan işin ne derece doğru olup olmadığına, düzgün olup olmadığına bakılır elbette lakin asıl mesele niyettir; yani kalp. Kalp denilen şey işte burada devreye girer. Yapılan eylemin ne amaçla yapıldığını işaret eder. Mesela orucu düşünelim. Bedene belirli bir süre kısıtlama getirilmesinin hikmeti de budur. İnsan oruçluyken aç kalmaz, Allah’ın emriyle Onun rızası için bedeni bir süre aç bırakır. Bu iki eylem zahirde aynı gibi görünür ama niyet ikisini birbirinden tamamıyla ayırır. Niyetin kalpten geldiğini söylemiştik. Bir tarafıyla bedenle ilgili gibi görünür ama aslında doğrudan ruhu ilgilendirir. Klasik kitaplarda insanı tanımlarken kullanılan “ruh meal ceset” (ruh ile beraber beden) lafzını hatırlarsak meseleyi daha iyi anlayabiliriz. Tüm bu ibadetlerle asıl terbiye edilmesi hedeflenenin beden değil ruh olduğunu anlarız.

    Cisim olarak Cenab-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Azimüşşan’da zikrettiği bedene baktığımızda onun ancak içinde bulunduğumuz evrende yaşamak için onun koşullarına göre dizayn edilmiş bir mekanizmadan ibaret olduğunu görürüz. İçinde yaşadığımız evren kendi şartlarına göre yaşaması gereken mekanizmanın bütün ihtiyaçlarını, bütün gereksinimlerini de insana sunar. İnsanoğlu bu varlığını sürdürebilmek için bedeninin varlığını sürdürebilmek için bu kurallara uymakla mükelleftir. Bunu da zaten doğal olarak yapmaktadır. İnsan beslenmesine dikkat ediyor, ısınmasına dikkat ediyor, giyinmesine dikkat ediyor, barınmasına dikkat ediyor ve hayatını korumaya dikkat ediyor. Bu bedenin içerisinde herhangi bir yer tespit edemediğimiz, varlığını somut olarak ortaya koyamadığımız, ancak soyut olarak varlığına emin olduğumuz birtakım şeyler var ve bunların tamamı bu bedenle ilişkilidir. Bunlar da insanın duygularıdır. İşte o duygular nefret, sevgi, öfke, sakinlik, üzüntü, neşe, yorgunluk, dinlenmek, dingin hissetmek, yorgun hissetmek gibi… Bu beden mekanizmasındaki Cenab-ı Hakk’ın koymuş olduğu bir takım hormonal hareketliliklerle bu duygular açıklanıyor olsa da aslında doğrudan bedenle açıklanamaz. Bu bedene, bu cisme bunu yaşatan işte bu içindeki ruhtur.

    Bedeni korumak da o cismi muhafaza etmek de aynı zamanda Cenab-ı Hakk’ın bize emrettiği bir şeydir. Bedenimizin diğer eşyadan birçok yönden farklılığı yoktur. Yani ruh ve akıl olmadıktan sonra herhangi bir canlıdan ve onun cisminden farkı olmaz. Zaten Cenab-ı Hakk mükellefiyetlere iki şartı koyuyor. Biri mümeyyizlik yani iyiyi kötüden ayırabilme yeteneği; ikincisi ise akıl. Aslında akıl dediğimiz şeyin beynin fonksiyonları ve içindeki birtakım hareketlilikler olarak görülmesi yeterli gelmez. Oraya komut veren iki şeyden bahsedebiliriz. İlki beden ve diğeri de ruh. Bedenin normal fonksiyonlarının dışında sırf haz duygusunu hissedebilmek için vücuttaki o hormonları harekete geçirebilmek için müdahalesi söz konusudur. Bunlara nefsani istekler de denilebiliyor. Nefis dediğimiz şey aslında bizim ruh ve beden olarak, cisim olarak varlığımızdan ayrı bir şey değildir. Nefis kelimesini, “kendi” olarak Türkçeye tercüme edebiliriz. Kendi isteklerimiz, bedenin anlamsız bir şekilde mekanizmaya yaptığı müdahaledir. Bunlar kimi zaman Allah’ın yasakladığı şeyler olabilir. Allah Teâlâ’nın bu beden için emir ya da müsaade ettiği bir şey yaparsa orada mutluluk hissederiz. Bir eylemin aynı görünüşte olmasına rağmen Cenab-ı Allah’ın yasakladığı bir şeyse o lezzetin yanı sıra günah duygusu ya da pişmanlık duygusunu da birlikte yaşarız. Saf, tertemiz bir lezzet için ancak ve ancak onun emir ya da müsaade ettiği şeyi yaparsak o zaman beden salgılayacağı şeyi doğru bir şekilde salgılar ve bize mutluluğu hissettirir. Burada ruhun, duygunun ve aklın bedene tesirini görebiliriz.

    Allah Teâlâ insan bedenini yani kendi bedenlerimizi, cisimlerimizi bize emanet etti. Cisimlerle bedenimiz arasında bir benzerlik olduğundan söz etmiştik.
    Herhangi bir materyali muhafaza etmek için sıcaklık, nem, ısı gibi belirli şartlara riayet etmek gerekir. Aynı şekilde bedeni muhafaza etmek de belirli şartlar gerektirir. Cenab-ı Hak bedenimizi muhafaza etmemizi bizden birtakım şeyler talep ediyor. Çünkü bu bizim yaratılış gayemiz olan “liyabudunu” (kulluk etmek) emrini gerçekleştirebilmemiz için elzemdir. Yalnızca bu dünyada yaşamak için değil, bu dünyaya geliş amacımız olan temel ibadetler için de bedene ihtiyacımız vardır. Mesela, İlahî emirler içerisinde dinin temel beş esasından biri olan hac ibadetini düşünelim. Yola gücü yetenlerin hacca gitmeleri emrediliyor. Burada “gücü yeten”den kasıt, yapabilmek, edebilmektir. Bunun da temel şartı sıhhattir. O yolculuğu yapabilmek için sağlıklı bir bedene ihtiyaç vardır.

    Bir diğer nokta olan “beden” kelimesine ya da bedene baktığımız zaman bedenin ayrı bir hususiyetine de şahit oluruz. Bedenin bize emanet olarak verildiği İslamiyette açık bir şekilde ifade edilmiştir. Emanet bir yetkinlik gerektirir. Bu yetkinliği idrak edecek ve onun gerekliliklerini yerine getirecek akıl gerektirir. Bu sadece düşünen, hesap eden akılla da olmaz. Bir de onu hissedecek gönül lazımdır. Emanetin korunması bedenle ve akılla olacak o emanetin kıymetinin bilinmesi ve ona gönülden riayet edilmesi de kalple olur. Tasavvuf bu emanet bilinci üzerine yoğunlaşır, buna uygun hareket eder ve her şeyin emanet olduğu inancının pekişmesine vesile olur. Bunu akıl etmenin, birtakım ritüellerini yerine getirmenin ötesinde buna gönül vermenin, üzerine titremenin yeridir tasavvuf. Mademki bu beden de bu cisim de bize emanet olarak verilmiştir, biz de onu verenin hatırına onun üzerine titrer, ona sahip çıkarız düsturunun hayat bulmasıdır. Bize emanet olarak verilen bu bedeni, bu cismi muhafaza etmenin farkına varmak aklın, hikmetine vasıl olmak ise pak bir gönlün sayesinde mümkündür.

    Bu emaneti muhafaza etmek en önemli yükümlülüklerimizden birisidir. Dolayısıyla onu gelişigüzel kullanmak doğru olmaz. Onu hor görmek, yük olarak değerlendirmek, kıymetsiz addetmek haksızlıktır. Beden bu dünyadaki imtihanımız için bize lazımdır. İmtihanımızın bir parçası da bu emanete hakkıyla sahip çıkmak, hakkını vermektir. Bunun aksini düşünmek kulluğu idrak edememek demektir. Çünkü bedenin mekanizmasını yıpratmak ve işlevini yitirecek hâle getirmek bizim için yasaklanmış bir durumdur. Başkasına zulmedemeyeceğimiz gibi kendi bedenimize de zulmedemeyiz.

    Hepimize emredilen oruç ibadeti için getirilen kısıtlamalar ya da hac ibadetindeki meşakkat gibi zorluklar, her ne kadar beden için zor olsa da ruh ve bedenin birliğini temsil eden insan için anlamlı bir süreçtir. Bütün bu emredilen ibadetlerden murat edilen şey elbette bedenin yararı değildir. Fakat bütün bu ibadetlerin bir anlamda bedene yararı olduğunu da reddedemeyiz. Fakat bu ibadetlerden asıl murat insanın, ruhun tekâmülüdür, bunu da hiçbir zaman akıldan çıkarmamak lazım gelir. Bu ibadetlerin, bazı meşakkatlerini vurgulayarak bunların bedene zulüm, işkence olduğu iddiası doğru değildir. Zaten zulüm işkence gibi kötülükleri yapmaktan men edilmiş olan insan nasıl olur da kendisine böyle bir kötülük yapmakla emredilsin! İnsan böyle bir kötülüğü ne kendisine ne de başkasına yapabilir. Çünkü Allah Teâlâ’nın emri açıktır. O, bizi terbiye etmek maksadıyla ibadetlerimize belirli bir ölçü ve sınır koymuş, bizi kendimizin ve başkalarının bedenine zarar vermekten açık bir şekilde men etmiştir.

    Allah Teâlâ bizi kendimizin ve başkasının bedenine zarar vermekten alıkoymuştur derken bunu “her hâl ve şartta böyledir” anlamında düşünmemeliyiz. İnsanın türlü türlü hâlleri vardır. Hastalıkta yasak olan sıhhatte serbest olabilir. Barışta yasak olan, savaşta serbest olabilir. İnsanın yine kendi emanetine sahip çıkabilmesi ve bunun selameti için mücadele etmesi gerekebilir. Savaş, hakka tecavüz, haksız saldırı gibi hususlarda kendini savunmak elzemdir. Bu tip durumlarda yukarıda zikredilen emirler farklı yorumlanmak durumunda kalınır. İslam tarihindeki savaşlar akıllara gelirse bunlar karşılıklı mücadelenin bir sonucudur. Burada da kendini muhafaza söz konusudur ve ancak bu durumda bir savaşa girilebilir. Bir memlekete girip de o memleketi kılıçtan geçirmek yahut o memleketin masumlarını, kıymetlerini; mesela medresesini, mektebini, camisini yıkmak, yerle bir etmek İslam hukukunda yoktur. Bunlar kati bir şekilde yasaklanmıştır. Fakat bunları idrak edemeyen, bu farkları tefrik edemeyenlerin aklı büyük bir yanılgıyla bedeni mutlaklaştırıp insanı körleştirir. Tarih boyunca bu zihniyetle var olan sistemlere yakından bakıldığında yaklaşımlarının sadece beden üzerine kurulu olduğu fark edilir. Bu her şeyi yanlış görmeye, anlamaya ve kavramaya sebep olan hatalı bir bakıştır. Mesela burada galat-ı meşhur olmuş bir meseleyi hatırlayalım. İnsanların fiziki olarak değerlendirilmeyen birtakım zihinsel ya da duygusal hastalıkları için “ruh hastalıkları” tabiri kullanılır. Oysa bu doğru değildir. Allah’ın kendinden üflediği ruh hasta olamaz, çünkü o Cenab-ı Hakk’tandır. Ruh hastalığı denen şeyler bedenî mekanizmayla ilgili yanlış fiillerin neticesinde ortaya çıkan hususiyetlerdir. Bunları idrak edemeyen bu yanlış bakışı yanlış bir kavramsallaştırma yaparak suçu ruha atar.

    Ruhla beden arasındaki uyum, çatışma, birliktelik, bu dünya hayatı var olduğu sürece kaçınılmaz. İnsan böyle bir birlikteliğin sayesinde yaşar. Kendini, emanetini bu şekilde muhafaza eder. Yaşam alanlarımız, ulaşım vasıtalarımız, sağlık tesisleri, askerî tesisler gibi her şey insan hayatını muhafaza etmek içindir yani bedenî hayatını muhafaza etmek içindir. Ayrıca insanoğlu aynı zamanda ruh ve beden olarak ikisini birlikte düşündüğümüz zaman Cenab-ı Hakk’ın esma-i ilahiyesinin birçoğuna mazhar bir şekilde yaratılmıştır. Nitekim Şeyh Galip’in “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen/Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” sözü insanın âlemin özü, özeti olduğunu en güzel şekilde ifade eder.  “Veseḣḣara lekumu-şşemse velkamer” (Güneşi ve ayı sizin emrine sunan, İbrahim suresi 14:33) ayetinde söylendiği üzere, Cenab-ı Allah güneşi ve ayı bile insanın emrine sunmuştur. Diğerlerine hacet kalmıyor artık bu ikisini söyleyince. Yani bunların insan için var olduklarını, insan için yaratılmış olduğunu söylüyor Allah Teâlâ.

    Sözün özü; insanoğlu Cenab-ı Hakk’ın kendisine vermiş olduğu bedenin sağlığına dikkat etmelidir. Bu dikkat, insanın âlemdeki yeriyle ilgilidir. Bedenî olandan ruhi olana doğru bir yolculuğu tercih etmek insana hakikate yönelik bir kemalat kazandıracaktır. Sadece bedenle meşgul olmak, ruhun yaşayacağı terakkiye mâni olur. Fakat bedeni yok saymak, ruhla birlikte var olduğunu idrak etmeden onu hor görmek de aynı şekilde yanlıştır. Bunların her ikisi de ruhun yaşayacağı yolculuğa engel olur, ruhun çıkması gereken seferden onu alıkoyar ve bu seferden alıkoyması Cenab-ı Hakk’ın sevdiği bir davranış biçimi değildir, vesselam.