PLATON’LA TENİS


Mark Rowlands*
Aziz Pavlus’un Korintlilere yazdığı mektuplardan birinde, yetişkin olmanın ne anlama geldiği konusunda kesin bir tavır takınır: “Çocukken çocuk gibi konuştum, çocuk gibi anladım, çocuk gibi düşündüm. Ama adam olunca çocukça şeyleri bir kenara bıraktım.” [1] Son zamanlarda, işler benim için biraz farklı bir hâl aldığından, Pavlus’un haklı olup olmadığını daha sık sorgular oldum. İkinci çocukluğumu bana, nazikçe, kendi çocuklarım sundu. Bu durumun tesadüf olmadığı kanaatindeyim. Çocuklar, yetişkinlerin unuttuğu ya da büyüyüp birine dönüşme oyununa başladıklarında unutmak zorunda kaldıkları bir şeyi bilirler.
Her şey koşuyla başladı. Yetişkin hayatımın büyük bölümünde koşmuş olsam da, baba olduktan sonra bu etkinlik yeni bir düzenlilik, yoğunluk ve belki de umutsuzca bir hiddet kazandı. Bunun tamamen beklenmedik olduğunu söyleyemem. Beş yaşın altında iki oğlanla üç saat geçirmekle kıyaslandığında, yanlış anlamayın, bunu yapmayı seviyorum, otuz kilometre koşmak rahatlatıcı bir mola gibidir. Ama koşu yalnızca bir başlangıçtı.
Büyük oğlum, o sırada dört yaşındaydı ve okulda zorbalığa uğruyordu. Anne babasının tavsiyeleri birbirinden farklıydı. Birimiz ona zorbalık yapan çocuğa karşılık vermemesini, durumu öğretmenine anlatmasını söyledi. Diğerimiz (biraz daha az aydınlanmış olanımız) ona karşılık vermesini ama öğretmene söylememesini tavsiye etti. Zavallı çocuk her iki yaklaşımın da en kötü yanlarını aldı ve öğretmenine gidip şöyle dedi: “Ona yumruğumla vurdum; babamın bana gösterdiği gibi!” Düşünüp taşındıktan sonra, onun kendini savunmasına daha ciddi ve sistemli bir yaklaşım gerektiğine karar verdim. Böylece yerel dövüş sanatları eğitim merkezine, yani dojoya gittik. Bu noktada oğlum, en azından bu paragrafın geri kalanı için, hikâyeden çıkıyor. Karateyi yeterince sevdi, ama büyülenen asıl ben oldum. Dövüş sanatları, farklı biçimleriyle, çocukken ve gençken ilgilendiğim bir şeydi. Ama şimdi, elli yaşın eşiğindeyken, bu dünyaya yeniden dalmaya karşı koyamadım. Elbette bazı aksilikler yaşandı. Birkaç hafta içinde aşil tendonumu yırttım; kısmi bir yırtıktı. Suç, çoğu şeyde olduğu gibi, tamamen bendeydi. Yirmi dört yaşındaki siyah kuşaklı biriyle yaptığım teknik maç, beklendiği kadar iyi gidiyordu. Ama düşüncesizce bir coşkunun etkisiyle, “Ali shuffle” denen ayak hareketini denemeye karar verdim. Şak: Yerçekimi bana saldırdı; artık beni eskisi kadar sevmediği kesin. Ve buna rağmen uzak kalamadım; aşil tendonum yavaş yavaş iyileşirken, aksayarak derse devam ettim.
İyileşme sürecimde, kendimi sık sık, sokağın karşısındaki parkta bulunan tenis kortlarına özlemle bakarken buluyordum. Tenis de çocukluğumun bir oyunuydu ve oynayanlar fazlasıyla eğleniyor gibi görünüyordu. Nasıl karşı koyabilirdim? Yeni başlayan ikinci çocukluğunun etkisi altındaki her babanın yapacağı şeyi yaptım: Bu kez iki oğlumu birden en yakın tenis okuluna götürdüm ve isteyip istemediklerine bakmadan ders almaları konusunda ısrar ettim. Tenisi yeterince sevdiler. Ama ben… artık anladınız işte.
Böylece haftam, atletik etkinliklerden oluşan bir yamalı bohçaya dönüştü. Çoğu gün koşuyorum ve fırsat buldukça araya bir maraton sıkıştırmaya çalışıyorum. Haftada üç gün dojodayım (diğer günlerde çalışmak için ağır bir kum torbası da aldım). Elimden geldiğince tenis oynuyorum. Birkaç yıl önce, tam anlamıyla bir koltuk bağımlısıydım. Ama şimdi hayatım, çocukluk hayatımın, bir zamanlar çoktan geçmişte kaldığını düşündüğüm, dünkü karlarla birlikte yok olmuş bir hayatın genel çizgilerini aldı. Bütün bunların arkasında ne var?
Günümüz dünyası son derece faydacı bir yer; her şeyin bir işe yaraması ya da “bir şeye iyi gelmesi” gerekiyor. Hayatımıza iş egemen ve olağanüstü bir şansa sahip olmadıysak çalışmamızın nedeni onu sevmemiz değil, karşılığında para alıyor olmamız. Bu para bizi ve sevdiklerimizi bir süre daha hayatta tutar ve eğer biraz fazlası kalırsa, işle kıyasla daha ilginç bir şeyler yapmamıza imkân verir. Hayatımızın büyük bölümü, bir şeyi başka bir şey uğruna yapmakla, sonra da o başka şeyi yine başka bir şey uğruna yapmakla geçiyor.
Bu, bir tür araçsal düşünme biçimidir. Bir şeyin araçsal değeri vardır denildiğinde, bu onun değerinin kendisinde değil, başka bir şeyi sağlama yetisinde yattığı anlamına gelir. Para ya da ilaç bunun iyi örnekleridir. Değerleri kendilerinde değil, satın alabildikleri ya da yeniden kazandırabildikleri sağlık gibi şeylerdedir. Para ve ilaç birer etkinlik değil, birer nesnedir. Ancak etkinlikler de araçsal değere sahip olabilir. İş bunun klasik örneğidir. Çünkü çalışırız; karşılığında para almak ya da statü kazanmak isteriz. Alman filozof ve fizikçi Moritz Schlick’in dediği gibi, bir şeyi yalnızca başka bir şey uğruna yaptığımız her durumda, finansal bir karşılık almasak bile, aslında çalışıyoruz demektir. Yetişkinlik hayatımızın büyük kısmı da bu geniş anlamıyla işle doludur.
İkinci çocukluğumuzdaki etkinliklerin değerini de, bu genel fayda şablonu çerçevesinde, onların diğer hedeflerimize katkısı üzerinden açıklamak elbette cazip hâle gelir. Koşmak insanı sağlıklı, mutlu, hatta hayatta tutar. Tenis de öyle. Üstelik her ikisi de sayısız sosyal fırsat sunar. Dövüş sanatları genellikle disiplin, özgüven ve benzeri erdemleri geliştirdiği için “iyi”, yani faydalı olarak sunulur. Bu iddialar yanlış değil. Aksine gayet doğru. Sadece bazen doğru olmakla kalmaz, aynı zamanda oldukça işe de yarayabilir; örneğin kuşkucu bir eşinizi ikna etmeye çalışırken: “Kalbime ne kadar iyi geldiğini bir düşünsene.” Kalp krizi riski yüksek yaşlarda biri olarak ben, “kalbe iyi geliyor” kartını oynadığımda gerçekten geri adım attıracak bir yanıt yok.
Ama bu bir gerekçelendirmedir. Gerçekte, kalbime, sağlığıma ya da mutluluğuma iyi geldiği için koşmuyor; aslında bu yüzden yapmıyorum. Karateye de disiplin ya da özgüven gibi erdemleri fazlasıyla önemsediğim için gitmiyorum.
İkinci çocukluk dönemindeki etkinliklerin değerini yalnızca faydalarıyla açıklayabileceğimizi düşünmek, onların değerinin araçsal olduğunu varsaymak demektir. Yani, bu etkinlikleri sağlık, mutluluk, özgüven ve disiplin gibi kazanımlar için yaptığımızı söyleyerek gerekçelendiririz. Ancak bu tür spor ve egzersiz savunuları, bu etkinlikleri farkında olmadan iş kategorisine dahil eder. Bu da ikinci çocukluğu tamamen yanlış anlamaktır.
Hayatta yaptığımız çoğu şeyi başka bir şey uğruna yapıyor olabiliriz. Ama hâlâ yalnızca kendisi için, başka hiçbir şey uğruna değil, sadece yapmak için yaptığımız bazı şeyler de vardır. İlk kategori işe, ikinci kategori ise oyuna karşılık gelir. İş, dışsal bir amaca yönelmiş etkinliktir. Oyun ise amacını kendi içinde taşıyan bir etkinliktir. Saf biçimiyle oyun, hiçbir dışsal amaç ya da ödül taşımaz. Sadece oyun olduğu için oynanır. Oğullarım voleleri yeterince tutarlı ve isabetli hâle getirdiğinde tenis antrenörleri bir oyun başlatır. “Meyve sepeti!” diye bağırır ve kısa aralıklarla havaya birkaç top fırlatır. Oğullarım raketlerini bırakıp toplar yere değmeden önce koşup onları yakalamak zorundadır. Bu, kahkahalar ve sevinç çığlıkları eşliğinde yapılır; neredeyse dersin geri kalan kısmı, bu oyun anını açığa çıkarmak için yapılan bir işmiş gibidir. Bunu izlemeyi çok seviyorum, çünkü daha saf bir oyun biçimi hayal edemem. Hiçbir dışsal amacı ya da gayesi yok. Oğullarım bunu sadece o anda, ki sevinç çığlıkları bunu kanıtlıyor, dünyada başka hiçbir şeyi yapmayı istemedikleri için yapıyorlar. Oynamak, neşeyle bir eyleme kendini adamak demektir; dışsal bir amaca değil, doğrudan etkinliğin kendisine; sonuca değil sürece adanmaktır.
Hayatımızda en azından buna benzeyen bir şeyin bulunmasını ummalıyız. Sadece işle dolu bir hayat, her şeyin başka bir şey uğruna yapıldığı bir hayattır. Değer asla “şimdi ve burada”da bulunmaz. Değerli olan her şey, daima biraz daha ileride bir yerdedir. Böyle bir hayat, Tantalos’un cezasına benzerdi: Su birikintisinin içinde, meyve dallarının altında durmaya mahkûm edilmişti. Su içmek için eğildiğinde su geri çekilir, meyveye uzandığında dallar ondan uzaklaşırdı.
Bu sorunu ilk kez Aristoteles tespit etti. Diyelim ki hayatınız, başka bir şey uğruna yaptığınız şeylerden oluşuyor: A’yı B’yi elde etmek için yapıyorsunuz, B’yi ise yalnızca C’yi elde etmek için, ve bu böyle devam ediyor. O zaman A’nın kendi başına bir değeri yoktur; değeri B’dedir. Ama B’nin de kendi içinde değeri yoktur; onun değeri C’dedir. Belki sonunda bir şeye, adına Z diyelim, ulaşırız ki, bu şey kendi başına değerlidir, başka hiçbir şey uğruna değildir. Karanlık olasılık ise, böyle bir şeye asla ulaşamamamız ve tatminin her zaman ertelenmesi, hep köşeyi dönünce olmasıdır (ki birçok kişi bunun tüketim çarkı olduğunu ileri sürer). Eğer hayatımızın bir anlamı olacaksa, sırf kendisi olduğu için değerli olan, başka bir şey sağladığı için değil, bir şeyin olması gerekir. Filozofların diliyle buna “özgül değer” ya da “içsel değer” denir. En açık şekilde, hayatımızdaki diğer insanlarda bu içsel değeri bulabilmeliyiz. Ama yaptığımız etkinliklere, ne yaptığımıza, odaklanırsak, bu değerin çalışmada, yukarıda tanımlandığı şekliyle, başka bir şey uğruna yapılan işlerde bulunamayacağı açık hâle gelir. Yalnızca oyunda bulunabilir. Hayatımıza anlam ve değer katan, iş değil, oyundur.
Koşmuş, dövüş sanatlarıyla ya da tenisle uğraşmış, kısacası gerçekten oyun oynamış ve bunu belli bir gözü pek kararlılıkla yapmış herkes, bu şeylerin basit anlamda “eğlenceli” olmadığını bilir. Haz, eğlence ve keyif bu etkinliklerin amaçları değildir. Bazen vardırlar, bazen yok; en fazla, Aristoteles’in bir zamanlar ifade ettiği gibi, etkinliği tamamlarlar. Bu tür ciddi oyunun anlamı, hayatın bütün anlamlarının ve amaçlarının yani tüm dışsal hedeflerin kısa bir süreliğine ortadan kalktığı anlara yol açmasıdır. Uzun bir koşunun belli bir anında, belki de dayanıklılığımın sınırlarında, artık sadece koşmak için koştuğum bir noktaya varırım. Karatede, örneğin bir katanın ortasındayken, her hareketin düşüncesizce ve kusursuz bir şekilde bir sonrakine aktığı bir anda, artık bir neden için değil, nedensizce hareket ettiğim bir noktaya ulaşırım. Teniste, sayı, oyun ya da set düşüncelerini tümüyle dışlayıp, hareket eden bir hedefe savurduğum vuruşun saf ve vahşi zevkine kendimi kaptırdığım bir an gelir. Bunların hepsi, ne kadar kısa sürerse sürsün bir şeyi başka bir şey uğruna yapma döngüsünün sona erdiği anlardır. O anlarda, yalnızca kendisi için yapmaya değer olanla tanışırım. O anlarda, hayatımda içsel değeri deneyimlerim.
İçsel değer fikri, çok daha eski bir düşüncenin çağdaş ifadesidir. Platon, gerçekliğe dair kapsamlı bir anlayış geliştirmiştir ve bu ; başka bir şeye aracılık ettiği için değil, sadece kendi olduğu şey nedeniyle iyi olan bir şey. Platon’a göre iyilik ideası, var olanların en önemli ve en gerçek olanıdır; ancak fiziksel dünyanın ötesinde, idealar denilen soyut bir dünyada yer alır. Platon, iyiliğin anlaşılabileceğini düşünür ama buna erişimin son derece entelektüel bir çaba gerektirdiğine inanırdı. Yıllar süren matematik ve felsefe eğitimi gerekiyordu; tercihen kendisiyle birlikte. Ben, Platon’un iyilik ideası fikrini alıp bu metafizik süslemelerden arındırmamız gerektiğini öne sürüyorum. İçsel değer, başka bir fizikötesi dünyaya değil, bu dünyaya aittir. Varlığın dokusunun bir parçasıdır. Ve oyunun bazı biçimlerinde onu doğrudan deneyimleyebiliriz; yalnızca kuramsal olarak düşünmeyiz. İçsel değer hissedilir; düşünceye değil, yaşantıya dayanır. Saf biçimiyle oyun, içsel değerin –iyilik ideasının– kişinin hayatında kendini açığa vurduğu bedensel bir kavrayışıdır.
İkinci çocukluk fikri çoğu zaman bir gerileme dönemi olarak tasvir edilir. “İkinci çocukluğuna döndü,” denir mesela; bununla kastedilen zihinsel yetilerin zayıfladığı, belki bir tür bunamaya başlandığıdır. Schlick’in de işaret ettiği gibi, çocukluğu doğal olarak bir olgunlaşmamışlık zamanı, daha sonra gelecek asıl önemli hayat dönemine bir hazırlık evresi olarak düşünürüz. Sanki yeterince iyi ve derin düşünürsek, hayatın anlamı olgunlukta bir gün kendini bize gösterecekmiş gibi hayal ederiz. Schlick gibi ben de bunun işlerin ters yüz edilmesi olduğunu düşünüyorum. Çocuklar hayatın neyin önemli olduğunu bilirler: İçgüdüsel ve zahmetsizce bilirler. Yetişkinler içinse bu, büyük bir uğraştır. Yeniden keşfetmeleri gerekir. Çocuklar, hayatta gerçekten önemli olan şeylerin, yalnızca kendisi için yapılmaya değer olan şeyler olduğunu anlarlar. Diğer her şey sadece talihsiz zorunluluklar, inatçı bir dünyanın bize dayattığı zahmetlerdir. Hepimiz bunu bir zamanlar biliyorduk, ama büyüme oyununa giriştiğimizde unutmayı seçtik. Bu iyi bir oyundur, belki de en iyilerinden biri. Ama aynı zamanda kıskanç ve aldatıcı bir oyundur: Aldatıcıdır, çünkü bir oyun olduğunu kabul etmez; kıskançtır, çünkü başka oyunlara izin vermez. “İkinci çocukluğa dönüş”, bir zamanlar bildiğimiz ama unutmak zorunda kaldığımız o şeyi yeniden keşfetmenin bir yoludur.
Oğullarım göz açıp kapayıncaya kadar büyüyüp kendi büyük oyunlarına katılacaklar. Umarım onlara tek bir öğütte bulunacak cesareti gösterebilmiş olurum: Şanslı azınlıktan bazıları için iş, oyundur. Bir şeyi oyun yapan şey ne olduğu değil, onu neden yaptığıdır. En sıradan işler bile, yalnızca kendisi için, finansal kazançlar yalnızca rastlantısal birer ek olarak kalırsa ve başka hiçbir neden olmaksızın yapılırsa oyuna dönüşebilir. Hayattaki en önemli ve en zor şey, sizin için oyun olan bir şeyi, yalnızca yapmak için yapacağınız bir şeyi bulmaktır. Sonraysa, eğer şanslıysanız, sizi bunu yapmanız için işe alacak birini bulmak.
*Prof., Miami Üniversitesi, Felsefe Bölümü.
[1] Bu makalenin orjinali AEON’da yayınlanmıştır.