KORKUSUZ USTALIK: TURGUT UYAR ŞİİRİNE YAKLAŞMA


Güçlü Ateşoğlu
Yüzler vardır, Selâhattin Pınar gibi, Oruç Aruoba gibi ve de Turgut Uyar gibi… “… [H]üzünlü romantik bir bozkır delikanlısı…” diyor Alâaettin Karaca, “Sunuş” yazısında.[1] Bu hüznün dinleme becerisiyle ve sükûnetin nerede mevcut olduğuyla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bu ilişkinin kendisi koşullar dizisini çağırmıyor. Nedensel ilişkilerin olmadığı anlamına gelmemekle birlikte, dinlemenin asli yapısına vurgu yapıyor. Musiki ile şiir arasında böyle bir ilişkinin olması, gündelik hayatta ikisini kulağında duyman ve basiretini[2] ona göre belirlemen demek. Kendini ona uydurman, Aristoteles’in “neyse o olan” dediğine, kendini ona ayarlamanla alakalı; bu ister Doğa olur ister Tanrı. Elbette “neyse o olan” (to hoti) harfi harfine Doğa ve/veya Tanrı anlamına gelmiyor; kendini sunan şey anlamına geliyor. Burada, sözgelimi Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’nde geçen Sache terimi de buna işaret ediyor ve fakat aşılması zorunlu olan bir sunma olarak “neyse o olan”.[3]
Şaire dünyanın dar gelen bir yer olması, hüznün neşeye dönememesiyle ve sabırla bağlantılı. Bu bir kader değil, belirlenim; fakat bu belirlenim o hüzünden çıkmakla ilgili, veyahut, çıkamamayı hissetmekle… Turgut Uyar, bunun hem içinde hem dışında. Hüznü, sıkıntısı ve eseriyle aşma derdi iç içeydi. Bunu filozoflar da, özellikle Ethica’da Spinoza’da da görürüz. Hüzün ya da kederi şöyle ifade ediyor: “Bedenimizin etkinlik gücünü ar[t]ıran, azaltan, ona yardım eden ya da onu kısıtlayan ne olursa olsun, o şeyin [idesi zihnimizin] düşünme gücünü ar[t]ırır, azaltır, ona yardım eder ya da onu kısıtlar.”[4] Burada korkulu ustalıkla ilişkili bir şeyi ilk bakışta göremeyiz, fakat hüzne korku da eşlik eder, onu içerir, zamansızca. Spinoza’nın neşesinde de bunu aşmaya yönelik bir düşünce vardır, gelgelelim bu da edilgin bir duygudur, hazırlayıcı olsa da… Devamında Spinoza, bölümün belki de en önemli pasajlarından birini bize serimler:
Böylece [zihnin] büyük değişimlere uğrayabildiğini, ve şimdi daha büyük ve sonra daha küçük bir eksiksizliğe geçebildiğini görürüz; bu “edilginlikler” bize haz [laetitia] ve acı [tristia] duygularını açıklar. Buna göre, aşağıda haz ile [zihnin] daha büyük bir eksiksizliğe geçmesini sağlayan edilginliği anlıyorum. Buna karşı, acı ile onu daha küçük bir eksiksizliğe götüren edilginliği. Yine, eşzamanlı olarak hem [zihin] hem de beden ile ilişkili haz duygusuna uyarılma [titilatio] ya da neşe [hilaritas], ama acı duygusuna ise keder [dolar] ya da melankoli [melancholia] diyeceğim. Ama belirtmek gerek ki, uyarılma ve keder bir insan ile ancak onun parçalarından biri geri kalanlarından biri geri kalanlardan daha çok etkilendiği zaman ilişkilidir; ama neşe ve melankoli ise tüm parçalar eşit olarak etkilenince… [B]u üçü dışında hiçbir birincil duygu tanımıyorum.[5]
Turgut Uyar’ın şiirinde edilginliğin üç ana duygusunu da görmek mümkün; ne var ki istek nehrinde neşe ile hüzünde salınma olsa da, bunların içinden geçerek bunun bir “ortaklık” adına aşılması anlamında bir öznellik, ustalık mevcut; tarihî olarak yeni bir içerik için geri çekilme, yeni bir form: İki adım ileri, bir adım geri. Burada Stoacı bir kayıtsızlık –burada korku da var, özellikle politik gerçekliğe karşı– ya da Machiavelli’nin eleştirdiği anlamda geri çekilme yok; Machiavelli’de passio yerine actio var. Yapının özneyi şekillendirdiği gibi, öznenin de yapıyı şekillendirmesi için durmanın, kalmanın, durmak ve kalmakla ve de iz sürmekle birlikte o gün için küçük fakat sonrası için büyük taşlar atmak var sonrasına.
“Sen miydin, o yalnızlığım mı yoksa?”[6] derken şair, aslında bu iç içeliği anlatır. İç içelikteki iki noktaya baktığımızda; “Kötümserlik. Gördüm, denedim, kötümser olmakta haklıyım” da demiş, “… yeni şiirimiz, her şeyden evvel, memleketin ve Anadolu’nun şiiri olmak yolunda ve kaygısındadır” da… İkinci nokta, Edip Cansever’in şiiriyle uyuşmakta. Bu şiirin, güzellikten fedakârlık bekleyen bir şiir olmaması gerekir. Güzellik, Schönheit, İkinci Yeni’yi, toplumsal gerçekçilik akımına eleştirel yakınlığına rağmen, kadim olana yaklaştırır. İşte bu nokta, şiirdeki musikiyi hep duymakla alâkalıdır. Güfte değişebilir, fakat beste hep iştigal olur, örtük ya da belirtik. Can Yücel de şöyle der bu bağlamda: “Yenilenen sevda, bir toprak kokusu; / Bir kanat çırpıntısı koynunda; / Geçer ıslak yüzünden rüzgârı, / Musikisi karanlığın dışında uçanların. / Bekle, içini döksün, konuşsun hüzün!”[7]
Toplumsal bir gerçekçiliğin mirası üzerinden Anadolu’ya ve halka dayalı olana destek, zenginliğin lakayt sanatına karşı çıkmak vardır. “Şiir Üzerine Mektup” bunu anlatır. Konumunu ve yöntemini, elbette, kafiyesiz şiir belirler, bunu savunur Uyar. Uyar’da, Cansever’de ve Süreya’da olduğu gibi eklektik olmayanı bulmak asli ve derindir. Eklektik olanı belirleyen nedir? Sözgelimi, Marx ya da Nietzsche eklektik midir? Değişen içeriğe göre mi felsefeleri eklektik olmaktadır, yoksa zeminde hep var olan düşünce temelinde mi içeriğe dair üslup ve polemik değişir? Marx için eklektizmi düşünmek zor olsa da Nietzsche bunu akla getirebilir ilk başta. Ne var ki onun üsluplarındaki farklılık, onun zenginliğinin zemininde olana halel getirmez. Aforizma, düzyazı, şiir, ironi vs. üzerinden farklı türlerde kuşatmak ister hakikati, Kant-öncesi hakikat arayışı değil, fakat Alman Romantizminin üslup anlayışlarının kuşattığı gibi bir hakikat.[8]
Korkulu ustalık… Ustalıktan korkmak ya da korkmamak… “Bir yenilik, bir akım ne zaman eskimiş olur? Ne zaman tazeliğini yitirir?”[9] Peki, bir akımın ustalığı ve türevleri türerse, o akım bir-örnek olacaksa, aynı şey sonrası için de olası değil midir? Kopuşu gösteren, aynı zamanda süreklilik olamaz mı? Kopuş, ne ölçüde ve nasıl vardır? Korkulu ustalık hep korkusuz ustalığa döner. “İnsan anlamadığı şeylerden korkar. Eğer anlayamadığı o şeyler içinde bir öz, bir değer sezinliyorsa korkusu saygıya çevrilir.”[10] Korku, kaygı, umutsuzluk ve endişe, Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’nde, Varoluşçulardan önce işlediği konulardır; dahası, bu minvalde, korkunun tarihsel önselliğini hesaba katarak; ilk olmasa da Vico akla gelir.[11] Uyar’ın uyarısı, tarihî-felsefi olana giriş yapar. Gelgelelim, korkunun saygıyla ilişkilenmesi ya da sonlanması, politik-tarihî olandan geri duruştur, ahlaki olanı merkeze alır. Daha önce de yazdığım gibi, Cansever düşüncesinde kişi, hukukun öznesi olmayacağı gibi –örnekleri Nietzsche’de, Scheler’de var– ahlaki olanın öznesi olmak da çağrılmayı bekler, salt ahlaki olanı aşan. Saygı, mutlak anlamda alınırsa, duyguya karşıt bir formdur. Sezgi, bir özü yakalamak anlamına gelmez; bir karakteri inşa etmektir, karşıtlıkları aşarak. Burada kapsayarak-aşan (Aufhebung), sezgiyi “açıklamak” derdidir bir sonraki aşama. Uyar, “Söylenen sözlerin aslında bir değeri varsa, uydurma değilse, anlaşılmasa bile o söz kendini sezdirir. Böyle şiirler için ancak saygı duyarsınız.”[12] der.
Burada, sezgiyi, saygıyı ve ahlakı aşan bir bütünsellik var, şiirde görülen. Korkunun geliştirici rolü, anlamanın kavramaya, kavramsal şiire götüren yönü derin. İkinci yön, anlaşılmaz olan üzerinedir. Burada iyi ile kötünün ötesinde, dolayısıyla ahlâkı aşan bir taraf var. Şiirde ifade edilebilen buna erebilir. “Ne istediğinizi bildiğiniz zaman söyledikleriniz kolay anlaşılır, istediğinizi bilemiyorsanız sözleriniz bir bilmece havası taşır.”[13] Üstat burada yazısına bir başka dalga getirir ya da şiir üzerine düşüncesine bir düşünce daha koyar: “Söylemek istediğini bilmeyen şiir yazmamalı denebilir. Ama insanoğlu birtakım karanlık, aslına varamadığı şeyler de duyabilir.”[14] Bunun mistik olduğunu düşünmüyorum; karanlık olanın cazibesi, “her zaman” bilinemese de, deneyimin kendisi bunu, “hep sonradan” kavramsallaştırmaya imkân sağlar. “Söylenen sözlerin aslında bir değeri varsa, uydurma değilse, anlaşılmasa bile o söz kendini sezdirir.” “Böyle şiirler için ancak saygı duyarsınız” diye devam eder.[15] Sezmek, saygı duymayı doruğa çıkarmaz, çoğunlukla anlaşılmayan, salt soyut da olmayan kavramı içselleştirmeye gebe olur. Kavram, Fichte ve Hegel’de olduğu gibi, temsilî bir düşünme değildir; dünya temsilî bir şekilde zihnimizde yansıyan bir dünya değildir; edimdir, edimsel/fiilî olandır, şeyleştirilemeyendir. Bilincin getirdiği, şeyleştirilemeyen, şeyleştirilemeyeni hayal ettiği için kavramsal olana gider, bu asıl şiirdir. Edip Cansever’in de Turgut Uyar’ın da öz ile form arasında kurduğu ilişki, kavramsal olan şiire götürür bizi. Öz ile form arasındaki birliktelik, felsefi bir nitelik, hatta üst düzey bir düşünmedir. Benzer bir şeyi Cansever, “Soyut-Somut”[16] ilişkisi için de söylüyordu. “Öyle düşünüyorum ki her yeni öz kendi biçimini beraber getirir. Hatta her şiir diyebiliriz. Bir şiir varsa kendi biçimi ile vardır. Açık ya da kapalı biçimi ile vardır. Şiir o biçimle yazıldığı için şiirdir yani. Onu artık açık veya kapalı diye düşünmek, şiirin bazı gereklerini yadsımak olur.”[17]
Anlamak ile kavranan arasındaki fark, felsefi olanın köküdür; bu kök şiirle de, poetik olanla da gelir. Turgut Uyar’ın şiirinde de bu var. Bir adım, ama önemli bir adımın, anlamak, duymakla ve dinlemekle alakası var; ve fakat yeterli değil, “anlamak, bakmanın ilk adımı” diyor şair. “Anlaşılan bizi dinlendirir, onda sevdiğimiz, bildiğimiz, alıştırdığımız şeyleri bulmak bizi huzura götürür… İnsan anladığı şeyleri sevebilir, ama anladığı için onunla eğlenebilir de…”[18]
Koynunda ağlayacağınız bir göğüs özlemiyle
hüzünlüsünüzdür.
O hüzün sizi var eder.
Anlayana kendi hüznüdür Turgut Uyar.
Ve fakat, korkulu bir ustalık
korkusuz bir ustalık olmaya
devam eder
içten içe…
“Odaya sığabilecek biri değildi. Dünya ona dar gelen bir yerdi” demiş bir başka şair. “Uzak Kaderler İçin” şiiri. Çıkıp gitmek üzerine ama çıkıp gidememiştir.
“Kanayan bir beyinim” dermiş. “Çok sıkılan biriydi. Sığmayan biriydi” diyor şair arkadaşı. “Dibi derin suların sakinliğiydi” diyor Sennur Sezer, “duygusal patlamaların ne zaman olacağı belli olmayacağı bir insandı.”[19]
“Kötümserlik. Gördüm, denedim, kötümser olmakta haklıyım” demiş.[20]
Tek bir akımda homojen bir şeyin/eş-türdenliğin olamayacağı açıktır. Berkeley’in ve Locke’un, Hobbes ya da Hume gibi tipik bir empirist olamayacağı açıktır; ilkinin idraki, ikincisinin, Hegel’in deyişiyle, töz bağlamında, metafiziksel realist olması hasebiyle. Varoluşçularda da homojenite vardır diyebilir miyiz? Kendisinin bir akıma dâhil edilmesini istemeyen “İkinci Yeniciler” gibi. Dolayısıyla, korku ve kaygı da, hüzün de tek belirleyici olamaz. Apollon ve Dionysos örneği buna delalet eder. “Dibi derin suların sakinliği” salt bir hüznü değil, kabına sığmamanın, duygusal patlamaların âna sığmayan belirlenimidir; tanımlanamayan/betimlenemeyen olduğu için korkusuzluk eşlik eder korkuya ya da hüzne. Definito, tanımlanan, felsefenin yöntemi olamaz, eksik kalır; bu nedenle ve biricik şekilde belirleme, belirlenim, hülasa, açıklama korkuyu aşan bir korkusuzluktur.
Korkulu ustalık… ustalıktan korkmak ya da korkmamak, işte tüm mesele bu!
Toplumsal bir gerçekçiliğin mirası üzerinden Anadolu’ya ve halka dayalı olana destek, zenginliğin lakayt sanatına karşı çıkmak vardır. “Şiir Üzerine Mektup” bunu anlatır. Konumunu ve tabii yöntemini, kafiyesiz şiiri, belirleyip savunur Uyar.
Koynunda ağlayacağınız bir göğüs özlemiyle hüzünlüsünüzdür. O hüzün sizi var eder. Anlayana kendi hüznüdür Turgut Uyar, veyahut, onu aşmayı hatırlatan.
Acıbadem – Moda / Mayıs 2025
[1] Turgut Uyar, Korkulu Ustalık, Yay. Haz. Alâattin Karaca, YKY, İstanbul, 2014, s. 11.
[2] Basireti phrónêsis için kullanıyorum; ihtiyat, pratik bilgelik, sağgörü ve aklı başındalık bu tabiri karşılamada yetersiz kalıyor. Bkz. Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, Çev. Saffet Babür, Bilgesu Yay., Ankara, 2009. Ayrıntılı bir inceleme için bkz. Francis E. Peters, Antik Yunan Felsefesi Terimleri, Çev. ve Haz. Hakkı Hünler, Paradigma Yay., İstanbul, 2004, s. 293-6.
[3] G.W.F. Hegel, “Die sinnliche Gewißheit oder das Diese und das Meinen”, Phänomenelogie des Geistes, Suhrkamp Verlag, Frakfurt am Main, 1970, s. 82.
[4] Benedictus de Spinoza, “Duyguların Doğası ve Kökeni”, Törebilim, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yay., İstanbul, Önerme XI ve Kanıtlama, s. 118.
[5] A.g.e., s. 118-9.
[6] Can Yücel, Sevgi Duvarı, Papirüs Yay., İstanbul, 1991, s. 78.
[7] Can Yücel, Yazma, Papirüs Yay., İstanbul, 1991, s. 30.
[8] Örneklerinden ikisi için bkz. Novalis, Geceye Övgüler, Çev. Ahmet Cemal, İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2006; Friedrich Schlegel, Eleştirel Fragmanlar, Çev. Kerem Duymuş, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2018. Nietzsche’in üslûpları içinse, Alexander Nehamas, Nietzsche: Edebiyat Olarak Hayat, Çev. Cem Soydemir, Doğu Batı Yay., Ankara, 2016.
[9] Turgut Uyar, Korkulu Ustalık, s. 26.
[10] A.g.e., s. 33.
[11] Yerleşik hayata geçmeden önce, dıştaki korkunun insanları mağaralara sığınmaya ittiğini söyler. Korkunun başlangıçta olması, çatışmanın ve sonrasında felsefî anlamda çelişkinin, doğayı ve toplumu çelişkide tanıma anlamına gelmesi anlamına gelecektir. Bkz. Giambattista Vico, Yeni Bilim, Çev. Sema Önal Akkaş, Doğu Batı Yay., Ankara, 2021.
[12] Turgut Uyar, Korkulu Ustalık, s. 32.
[13] A.g.e., s. 32.
[14] A.g.e., s. 32.
[15] A.g.e., s. 32.
[16] Edip Cansever, Gül Dönüyor Avucumda, Adam Yay., İstanbul, s. 54-6.
[17]Turgut Uyar, Korkulu Ustalık, s. 32.
[18] A.g.e., s. 32.
[19] Turgut Uyar – Şiirbaz Belgeseli, https://www.youtube.com/watch?v=bkUnXjqWU0I
[20] A.g.e.