İSLAM’DA HUKUK ZİHNİYETİNİN GELİŞİMİ VE FIKIH İLMİNİN TEŞEKKÜLÜ -III- SAHABE VE KUŞATICI ŞER’Î/FIKHÎ DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN İNŞASI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Nail Okuyucu*

    Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şer‘î hukuku tesis için sunduğu teklife müspet cevap veren sahabe, onun irtihali akabinde bu hukuk anlayışının hayatiyetini muhafazası ve faal bir şekilde sürdürülmesi adına inisiyatif aldılar. Sahabenin bu inisiyatifi iki faaliyet alanı üzerinden ilerledi: 1. Hz. Peygamber’in yaşamı ve icraatlarını mutlak bir numune-i imtisal hâline getirebilme adına “sünnet”in bir mefhum ve uygulamalar bütünü olarak tespit ve tecridi ve 2. Vahyin inkıtaa uğradığı bu yeni dönemde hukukun “içtihat” müessesesi üzerinden tertip ve tanzimi.

    Sahabe, Hz. Peygamber’in irtihali akabinde kendisine olan bağlılıklarını sünnetine tabi olarak sürdürdüler. Sahabenin benimsediği mana ve kapsamda bir peygamber sünneti (Sünnetü Rasûlillâh) mefhumunun bütün bir nübüvvet tarihinde eşi benzeri olmasa gerektir. Onlar Hz. Muhammed’i (sav) bir “Şâri‘ Nebi” olarak benimsemekle, onun hayatını bütün unsurlarıyla takip ederek kendilerine bir yaşam rehberi çıkardılar. Bu sayede Hz. Peygamber sadece kendileri için değil, sonraki bütün Müslümanlar için de hayatın her alanında, her bir eylem ve fiilde takip edilecek, ittibâ edilecek ve benzemeye çalışılacak bir “üsve-i hasene” hâline geldi. Bu kabul ve ittibânın vahiyle ilgili tarafı iman ve gayba taalluk ederken, bizim açımızdan takip edilebilecek diğer tarafı Hz. Peygamber’le ilgili malumatın takibi sayesinde ilmîlik kazanan bir zeminde ilerlemiştir. Sahabe, Efendimizin yaşamını takip edip aktararak onun şahsıyla özdeşleşecek bir sünnet mefhumu geliştirdi. Hz. Peygamber’in söz ve eylemlerini tespit ve aktarım sadedinde kurdukları cümleler, onların bu yaşam rehberliğinin muhtelif açılardan tasnif edilmesini sağladı. Bu cümleler, Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu sünnetlerin menşeinin tespiti, içtihadi yönü olan uygulamaların ayrıştırılması, eğer böyle ise hangi illet ve maksatlara mebni olduğunun beyanı, söz ve uygulamalardan bağlayıcı olanlarla olmayanların temyizi, hangi sünnetlerin devamlılık arz edip hangilerinin geçici olduğu ve ifa edilme sıklıkları, bütün bir ümmete hitap eden kapsayıcı sünnetlerle belli kişi veya zümrelere mahsus kalacak olanların tefriki bu esnada ortaya konan gayretlerin ürünüdür.[1] Bütün bu mesai sayesinde Hz. Peygamber’in sünnetinin hem önceki resullerin geriye bıraktığı miraslardan farklı olarak hem de rehber edinilebilecek türlü başkanlık/önderlik tiplerinden bağımsız bir zeminde kristalize edilmesini sağladı.

    Hz. Peygamber’in (sav) irtihali akabinde Müslümanların yüz yüze kaldığı durum artık vahiy kapısının kapanmasıyla hem bütün bir nübüvvet tarihi açısından hem de ashap özelinde nebiden yoksun kalmakla İslam tarihi açısından yepyeni bir gerçekliğe tekabül eder. Efendimizin “Hâtümü’l-enbiyâ” olduğu ve artık vahiy gelmeyeceği itikadı Müslümanları bu yeni dönemde bir dizi meseleyle karşılaştırdı. Sahabe içten içe “Biz artık ne yapacağız?” sorusunu sormaktaydı. Kuran’ın ve Hz. Peygamber’in yaşamında tanık oldukları eylem pratiklerinin çerçevesini belirleyip bunun sınırları içinde kalan bir “dinî alan” mı inşa edeceklerdi yoksa bu iki (gerçekte bir) kaynağı bir başlangıç noktası kılabilecekler miydi? Doğrusu, ayet ve hadislerin her iki şekilde anlaşılmaya müsait anlamları vardı ve bu noktada ilk Müslümanlar kendilerinden sonraki nesiller için de belirleyicilik arz edecek bir tercih ve tayine gitmek durumunda kaldılar. Şöyle ki; Kuran kendisini “Her şey için yeterli bir beyan” (Nahl 16/89), “Hiçbir şeyi eksik bırakmayan bir kitap” (En‘âm 6/38) bir hitap olarak nitelemiş ve “dinin kemâle erdiğini” (Mâide 5/3) bildirmiştir. Hz. Peygamber de meşhur hadislerinden birinde, “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin sünneti.” (el-Muvatta’, Kader, 3) buyurarak dinin iki kaynağını sınırlandırıcı bir üslupla tahkim etmiştir. Bu ayet ve hadisleri nasıl anlamak icap ediyordu? İşte sahabenin bu noktadaki tavrı literal düzeyde bir sınırlayıcılık istikametinde seyretmemiş ve naslar bir hacim ve anlam dairesi içinde dondurulmak üzere saklı lafızlar gibi telakki edilmemiştir. Sahabenin açacağı ve bütün bir müslüman kuşakların takip edeceği yol, Hanefî fakihi Cessâs’ın (ö. 370/981) de kavrayıp öne çıkardığı üzere, “İnsanlara indirdiklerimizi kendilerine beyan etmen için sana zikri indirdik. Gerek ki tefekkür edeler.” (Nahl 16/44) ayeti ışığında açılmıştır. Cessâs, ayette geçen “zikr”in Kuran’a, “beyan”ın sünnete ve tefekkürün de kıyas ve içtihada işaret ettiği yorumunda bulunur. Vahye muhatap olan müminler hakkında nas bulunmayan konuları naslarda zikri geçen (mansûs) konulara ilhak etmek için bir tefekkür ameliyesine girişeceklerdir.[2]

    O hâlde sahabenin Hz. Peygamber sonrasındaki adımlarını bu manada bir tefekküre ulaşmak için attıklarını söyleyebiliriz. Bu tefekkürün kendilerini ulaştırdığı ilk cevap, dinî hitabın nasların literal anlamlarıyla sınırlı kalan bir tekliften ibaret olmadığı yönünde oldu. Sahabe, naslarda zikre konu olan emir ve yasakların Cenâb-ı Allah’ın ilim ve iradesinin bir tezahürü olduğu, ilahi ilim ve iradesinin de sınırsız ve her türlü insani oluşu kapsayıcı olduğu inancına yaslanarak Hz. Peygamber’in tebliğ ve tatbik ettiği hükümlerde görünen unsurlarla hayatın geri kalan sahneleri arasında esastan bir bağ kurma cihetine gitti. Yani belli bir zaman ve mekân ölçeğinde beşerî kısıtlar dâhilinde tecelli etmiş bulunan teşriî teklifin zaman ve mekândan münezzeh, beşerî kısıtlardan azade ilahi ilim mertebesinde meknuz aslına dair bir kanaate ulaştılar. Bu kanaat, her bir hadise ve eylemin ilahi ilim ve iradedeki karşılığını tespit etmek üzere işe koyulmalarını sağladı. Bu, İslam teşrîinin “nas”tan sonra ikinci temel kelimesi olan içtihadın hayatlarına girdiği ana denk gelir. Sahabe Hz. Peygamber sonrasında bu idrak yoluna girebilmek için bir kapı yani ictihadın kapısını açmış oldu.

    Hz. Peygamber sonrası dönemde İslam teşrîinin hayatiyeti ve devamlılığı içtihat adı verilen hukuki akıl yürütme süreçleriyle sağlanmıştır. Sonraki dönemlerde usul âlimleri gerek kökenini tespit gerekse meşruiyetini temellendirme adına içtihadın peygamber için de tasavvur edilip edilemeyeceğini bahse konu edeceklerdir. Peygamberin içtihadını kabul etmenin olduğu gibi etmemenin de doğurduğu birtakım problemler var ise de hukuki akıl yürütmenin içtihat üzerinden seyri ümmetin teşrîi süreçlerinde peygambere katılımının ortak paydasını tesis eden bir anlatı olarak da okunabilir. Şöyle ki; Hz. Peygamber fiillere taalluk eden ilahi iradeye vahyin muhtelif türleri üzerinden vâkıf kılınırken, ümmet de vahyin en alt mertebesine eklemlenerek peygamberle aynı daire içine girme imkânı bulur. Meseleye Serahsî’nin taksimini takip ederek bakalım: Hz. Peygamber’in aldığı vahyin zahîr ve bâtın olmak üzere iki kısmı vardır. Zâhir vahyin birinci kısmı melek lisanı üzere gelen vahiy, ikinci kısmı sözlü açıklama (beyan) olmaksızın meleğin işaretiyle peygambere zahîr olan vahiydir. Bâtın vahiy ise kalbin şüphe ve tereddüde mahal kalmaksızın itminanı ile gelir. Hz. Peygamber (sav) için söz konusu olan bir de vahiy benzeri (şibhü’l-vahy) vardır ki şer‘î hükümlerin rey ve ictihad yoluyla naslardan istinbat edilmesidir. O, hata üzere bırakılmayacağı için bu kısım da nihayeti itibarıyla vahiyle sabit sayılır. İşte ümmetin müçtehit âlimleri bu üçüncü kısım üzerinden Hz. Peygamber’in teşrî sürecine eklemlenir. Müçtehitler nihayeti itibarıyla şer‘î/vahyî onaya bu dünya şartlarında erişemeyecek olsalar da başlangıç itibarıyla Hz. Peygamber’e iştirak etmelerini sağlayan bir akıl yürütmeyle teşrîin kaynaklarından biri hâline gelmişlerdir.[3]

    Sahabenin ilahi iradenin içtihat marifetiyle tespiti adına vaz ettikleri bu bakış açısı, onların belirgin ve istikrarlı bir dünya görüşüne yaslandıklarını gösteriyor. Bu bakışı, “Kuşatıcı ve Kapsamlı Şer‘î Dünya Görüşü” olarak adlandırmak mümkündür. Bu görüş, fıkıh sahasında kendilerine şöyle bir akıl yürütme ufku sundu:

    • Bütün bir varlık ilahi iradeye bağlıdır ve onun tecellisidir,
    • Her şey ilahi ilim dâhilindedir,
    • Bu ilim ve iradenin fiillere taalluk eden cüzî bir kısmı naslarda dile gelmiştir,
    • Naslarda düzenlenen fiiller bütün bir eylem alanının sınırlı bir kısmına karşılık gelir,
    • Naslardaki hükümleri esas alıp nassın olmadığı konularda da ilahi iradeye ulaşmak mümkündür,
    • Bunun yolu nas ile bütün bir eylemler arasında içtihat üzerinden kurulacak bağlardır.

    Sahabeler, Hz. Peygamber ile olan yakınlıkları ve yıllar içinde gelişip güçlenen bağları sayesinde bu bakış açısını içselleştirmiş ve onun irtihali akabinde hiçbir çekince veya tereddüde mahal vermeksizin içtihada sarılmışlardır. Bu noktada onların yukarıda aktarılan tercihleri sayesinde iki ihtimalden birini de dolaylı olarak tükettiklerini söylemek yerinde olacaktır. Sahabe kuşatıcı şer’î dünya görüşü sayesinde peygamberimiz sonrasında gündeme gelebilecek dinî alan – lâdinî ayrımını da baştan elemiş oldu. Şöyle ki; ilahi teşrîi nasların literal ifadelerinde varlık bulan hükümlerle sınırlamış olsalardı zaman içinde baş gösteren meselelerin çözümü için bu naslara referansta bulunmadan ilerleyecek bir akıl yürütme süreci takip etmeleri gerekecekti. Bu da Müslümanların zihninde dinin düzenlediği alanla dinin hiç müdahil olmadığı bir alan ayrımının kabulünü yani doğrudan yahut dolaylı bir şekilde dinin hiç ilgilenmediği bir varlık alanı bulunduğunun ikrar edilmesini gerektirecekti. Ne var ki şer’î görüş bu ihtimali en başından ortadan kaldırmış ve cümle hadisat bu iradenin muhtelif tecellileriyle irtibatlı kılınmak üzere ceht ü gayret sarf edilmiştir.

    Sahabe içtihat kapısını sonuna kadar açtıktan sonra ikinci bir soru gündeme geldi: Bu kapıdan kimler geçebilir? Kapı herkese mi yoksa belirli kimselere mi açık olacaktır? İçtihat yetkinliği din adına konuşma anlamına geldiği için bu ehliyetin kime veya kimlere verileceği bütün bir İslam tarihi hakkında belirleyici olacaktı. İçtihat ehliyeti neye göre, hangi kıstaslardan hareketle kimlere tanınacaktı? Hz. Peygamber’e olan yakınlık, bu yakınlığın dereceleri, İslamiyet’e girişte öncelik-sonralık, dine nusrette kıdem ve katkı, kabile bağları vs. İnsanlık birikimi ve diğer dinî muhitlerde gelişen tecrübeler bu şıklardan hepsinin mümkün olduğunu düşündüren misaller taşır. Mesela İsrailoğulları arasında dinî bilginin temsili ve bunun etrafındaki otorite soy bağına dayalı olarak şekillenmişti. Yahudilikte sadece Hz. Ya’kub’un soyundan gelen Kohen ve Levililer din adamı olabiliyordu.[4] Bu ihtimalleri İslamiyet’e uygulayacak olursak; müçtehitlik için Hz. Peygamber’in soyundan gelmek yani Hz. Fâtıma evladı olmak, Hz. Peygamber’in mensubu olduğu kabileden yani Kureyş’ten olmak, Hz. Peygamber’in hemşerisi yani Mekkeli olmak, Hz. Peygamber’e İslam davasında en başından beri destekçi yani muhacirler sınıfından olmak gibi şartlar gündeme gelebilirdi. Ne var ki bunlardan hiçbirisi mevzu bahis olmamış, İslam diğer dinî gelenek ve muhitlerden köklü bir şekilde ayrışarak din adına konuşma salahiyetini bilgi esasında vaz etmiş, herhangi bir mensubiyet veya bağın bilginin önüne geçmesine müsaade etmeyen gayet eşitlikçi bir sahne inşa etmiştir. Hz. Peygamber sonrasında din adına konuşma ehliyeti elde etmenin yegâne yolu, Kuran ve sünnete derinlemesine vakıf olmak şeklinde belirlendi. Bu vukufiyetin gerekleri gayet doğal ve makul bir çerçevede resmedilmiş, herhangi bir mistik aktarıma yahut türlü gizemler etrafında örülen kanalların varlığına iltifat edilmemiştir. Bir kişi ırk veya kabile kökeni ne olursa olsun, hangi memleketten gelirse gelsin, hangi sosyal çevre ve grup içinde yetişirse yetişsin naslar ve onun etrafında gelişen malumata bihakkın vakıf olduğu zaman en azından ilke düzeyinde müçtehitlik payesi elde edebileceği bir ortamla karşılaşacaktır.

    İlk halifeler devrinde Hz. Peygamber’den tevarüs edilen miras henüz parçalanmış değildi. Yani halifeler Efendimize siyaseten hilafet ettikleri gibi ilmen ve bir anlamda manen de hilafet etmekteydiler. Hulefâ-ı Râşidin olarak anılan bu idarecilerin siyasi otoriteyle ilmi otoriteyi şahıslarında cem etmeleri, onların kaynak itibarıyla içtihada yaslanan görüşlerinin resmî bir meriyet de kazanarak bağlayıcı hâle gelmesini sağladı. Bununla birlikte, halifelerin hukuka taalluk eden icraatlarının aslında birer fıkhî çıkarım yani içtihat olduğunu unutmamak gerekir. Nitekim sonraki devirlerde onların katkıları değerlendirilirken bu kabil icraatlarından birer içtihat olarak bahsedilecektir. Konuyu ilk iki halifenin bazı uygulamaları üzerinden takip edecek olursak, İslam hukuk zihniyetinin ilk nüvelerinin bu icraatlara nasıl yansıdığını rahatlıkla görebiliriz.

    Hz. Ebû Bekir’in halifeliğe geçtikten sonraki ilk önemli icraatı, irtidat eden yahut zekât vermek istemeyen kabileleri İslam dairesi içinde tutma adına aldığı tedbirlerdir. Bunun için askerî birlikler göndermiş, Müslüman olduklarını ikrar etmeyenlerle savaşma emri vermiştir. Bu ikrarı yineleyen ancak zekât vermekten imtina edenlere yönelik tavrı ise Hz. Peygamber devri ile sonrası arasındaki süreklilik bağının tesisi adına çok önemlidir. Hz. Ebû Bekir kimi kabilelerin İslamiyet’i kabulün gereği olarak yüklenen sorumlulukları Hz. Peygamber’in şahsına verilmiş sözler gibi telakki ettiklerini görünce, bu yükümlülüklerin onun hâl-i hayatıyla mukayyet geçici birtakım görevler olmadığını, bilakis kıyamete dek geçerli kalacak dinî vecibeler olduğunu anlatmak istemiş ve bunun için de onlara asker göndermişti. Kimi kabileler zekât emrini İslam öncesi devirden alışık oldukları, güçsüz kabilelerin güçlü olanlara verdiği bir tür haraç gibi gördükleri için Hz. Peygamber’in irtihaliyle bu sözden sıyrıldıklarını sanıyorlardı. İşte Hz. Ebû Bekir başta zekât olmak üzere bu vecibelerin geçerliliklerini her zaman muhafaza edeceğini deklare etmiş oldu. Bu adımı, İslam şeriatının zaman-aşırılığının ilan ve tesisi olarak imleyebiliriz.

    Hz. Ömer devrinin en önemli gelişmesi ise Müslümanların hakimiyetinin fetihlerle birlikte hızla yayılması ve İslamiyet’in Arap yarımadası dışına taşmasıdır. Çok kısa sürede ve muazzam bir hızla elde edilen askerî başarılar sayesinde eski dünyanın meskûn ve medeni mahallerinin büyük bir kısmı müslümanların eline geçmişti. Bu durum İslam şeriatının sürekliliği ve genişlemesi önünde aşılması gerekli bir dizi problemin doğmasına yol açtı. İlk ve en esaslı problem, Hicaz ölçeğinde Mekke ve Medine şehirlerinde, Hz. Peygamber ile ilk Müslümanların yaşam tecrübelerinde tatbike konu olan hükümlerin bu yeni topraklarda da uygulanmasının imkânı idi. Hz. Ömer bu soru ekseninde gündeme gelen bir dizi problemi aşamalı bir icraatlar dizisiyle aşmak üzere adımlar attı. Bunlardan en önemlisi ve kalıcı etkiye sahip olanı, Müslümanların kendi yaşam alanlarını oluşturabilecekleri yeni şehirlerin kurulumu ve inşasıdır. Hz. Ömer fethedilen ülkelerde üç yeni şehir kurulmasını emretti: Irak’ta Kûfe ve Basra, Mısır’da Fustat. Hz. Ömer’in bu şehirlerin kurulacağı bölgelerin tespitinden iç planları ve iskân edilecek kabilelerin belirlenmesine kadar bütün detaylarla bizzat ilgilendiği nakledilir. Bu şehirler adeta birer Medine nüshası gibi düşünülmüş ve Hicaz’ın dışına taşan İslamiyet kendi doğallığını muhafaza edebilecek bir beşerî vasatta yürüme imkânı bulmuştur. Bu şehirlere ilk adımda Hicaz dışına intikal eden Müslüman Arap kabileleri iskân edilmiş, zamanla mevaliden Müslüman unsurlar da yerleşmiştir. Gayrimüslimlerin de gelişiyle her açıdan canlı merkezlere dönüşen bu şehirlerden mesela Kûfe’nin nüfusu Emevîler devrinin sonlarına doğru 300.000’ü aşmıştı.[5] İşte Hz. Ömer’in bu icraatları da İslam şeriatının mekân-aşırılığının tesisi yolunda elde edilmiş ilk tarihî başarılardır.

    İslam’ın ilk dönemlerinde siyasi ve idari merkez olmalarının yanı sıra ilmî faaliyetlerin de yoğunlaştığı şehirler Emsâr diye anılır. Mekke, Medine ve Şam gibi daha önceden de meskûn şehirlere ilaveten Kûfe, Basra ve Fustat sıfırdan kurulmuş, sahabenin yerleştiği bu altı şehir İslam tarihinin ilk devirlerinde en etkin merkezler olmuştur. Bu şehirler, daha sonraları “Ulemâu’l-emsâr” ve “Fukahâu’l-emsâr” olarak anılacak tâbiîn ve sonraki kuşaklardan âlimlerin yetişeceği merkez üsler olacak ve başta fıkıh olmak üzere dinî ilimler bu şehir merkezlerinde neşvünema bulacaktır.

     

    *Doç. Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

     

    [1] Sahabenin Hz. Peygamber’in sünnetiyle kurduğu ilişkinin muhtelif yönleri ve örnekleri hakkında bk. Bünyamin Erul, Sahabenin Sünnet Anlayışı (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1999).

    [2] Cessâs, el-Fusûl fi’l-usûl, IV, 31 (Kuveyt: Vizâratü’l-Evkâfi’l-Kuveytiyye, 1414/1994).

     

    [3] Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, II, 90-91 (Haydarâbad: İhyâu’l-Maârifi’n-Nu‘mâniyye, 1952).

    [4] Yahudilerde din adamları sınıfının ileri gelenleri Kohen ve Levili olarak isimlendirilir. Kuran’da “Rabbâniyyûn, ahbâr, ruhbân” (Âl-i İmrân 3/79; el-Mâide 5/44, 63, et-Tevbe 9/31, 34) diye kendilerinden bahsedilen zümre müfessirler tarafından bunlarla özdeşleştirilmiştir. Kohenler, Hz. Ya‘kūb’un on iki oğlundan Levi soyuna bağlı bulunan Hz. Hârûn’un soyundan gelen, İsrâil erkeklerinin oluşturduğu din adamı sınıfıdır. Levililer ise Hârûnoğulları dışındaki Levi soyuna bağlı İsrâil erkeklerinden meydana gelen ve Kohenlerin yardımcıları olarak görev yapan sınıftır. Bk.  Salime Leyla Gürkan, “Rabbâniyyûn”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/rabbaniyyun (31.05.2025).

    [5] Casim Avcı, “Kûfe”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/kufe (31.05.2025).