ÇOCUKLUK: MASUMİYET VE ACZİYET

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Hasan Sevil

    Masumiyet kelime manası itibariyle muhafaza edilen demektir. Çocukluğun en önemli sıfatlarından biri masumiyettir. Doğumundan başlayarak ileriki yaşlarına doğru, akli ve bedenî melekelerinin artmasıyla azalan masumiyet bir korunma anlamı içerir. Çocuğa gelebilecek muhtemel zararları engellemek manasında anlaşılmalıdır. Bu meyanda masumiyeti görebileceğimiz yerlerden biri çocukların yanı sıra  peygamberlerdir. Ehli sünnet itikadına göre peygamberlerin hususiyetlerinden biri de ismet sıfatıdır. İsmet sıfatı masumiyet kelimesiyle benzer bir anlamda değerlendirilebilir. İsmet,  Cenab-ı Hakk tarafından korunmuş, korunmakta olan anlamına gelmektedir. Peygamberlere de beşer açısından bakıldığında her ne kadar günah işleme potansiyeli var ise de onlar günah işlemezler. Ama beşer olarak her insanda günah işleme potansiyeli vardır. Fakat her şeyden önce masumiyet karinesi denilen –bugün modern hukukta suçsuzluk karinesi deniliyor– aslında fiili işlememek anlamına gelir. Yaratıcı tarafından yasaklanmış olan fiillerin hiçbirini işlememek manasındadır. Peygamberler günah işlemezler. Çünkü Cenab-ı Hakk onlara dokunacak zararları önlemiş, günaha gidecek yolları kapatmıştır. Âdeta bu duyguları beşerî anlamda varsa da yok gibidir.

    Cenab-ı Hakk bu hususiyeti çocuklara da vermiştir. Masumiyette peygamberlerle müşterektir çocuklar çünkü onlar da muhafaza-ı ilahi altındandır. Halk arasında “melekler onları muhafaza ediyor, çocukları koruyan melekler vardır” tarzındaki ifadeler bu masumiyeti ifade eden amiyane tabirlerdir. Her ne kadar çağdaş dönemde unutulmaya yüz tutsa da bizim yetiştiğimiz dönemde ve çevrelerde vardı, bugün de hâlâ söylenir. İşte bu şekilde sadece peygamberlere verdiği sıfatı aslında bütün insanlara vermektedir. Her doğan İslam yaratılışı üzerine doğar (Küllü mevlüdin yüledü ala fitratil islam). Aslında hadîs-i şerîfte geçen “yuled” ifadesi doğrulur anlamına gelir. İşte İslam fıtratı üzerine doğmak demek aslında şerri işlememek, şer olana meyletmemek demektir. İnsanın bu dünya hayatındaki meselesi de bu doğrulduğu İslam fıtratını, masumiyetini muhafaza edebilmektir. Yaratılış insana başta verilen muhafazanın korunmasıdır bir anlamda.

    Çocukların ikinci bir niteliği de, özellikle sabi olarak tarif ettiğimiz dönemdeki acziyetleridir. Sabilik dönemiyle kastedilen şey çocukların henüz sütten kesilmediği dönemdir. Çocukların bu döneminde hareket kısıtlılıkları vardır. Mesela ya yürüyemiyordur ya da yürüse bile bilinçli bir şekilde yapamıyordur. Bir diğer kısıtlılık da konuşamamasıdır. Birkaç kelime konuşsa bile meramını anlatacak bir yetkinliği yoktur; acziyeti vardır. Kendini koruyamaz, ifade edemez. Aynı zamanda, sevinç, korku gibi birçok şeyi bilmezler… Güldüklerinde mutlu olduklarını anlarız ama gerçek manada, tehdit durumundaki korkuyu bilmezler, o zaman bile bazen gülebilirler. Acziyetin içerisinde bunun alt başlıkları olarak sayabileceğimiz hususlar vardır: Konuşamamak, kendini ifade edememek, hareket serbestliği… Akli melekeleri kullanmak çok sonra gelir.

    Bu sabilik döneminden sonra eğitim öğretim, yani terbiye zamanı gelir. Bu dönem için terbiye tabiri daha yerindedir çünkü terbiyede arttırmak manası da mevcuttur. Çocuğun iyi davranışları arttırılabilir. Çocuğun ilk öğreneceği şey ahlak olur. Çevresindekilerle muhatap olduğunda, nasıl davranacağını öğrenir ve burada bir terbiye görür. Aynı şekilde otoriteyi, sevgiyi, düzeni ve tertibi öğrenir. Okul yaşına gelen çocuğun masumiyeti sabilik dönemine göre yoğunluğu azalmış bir masumiyettir. Çünkü çocuktaki akli melekeler geliştikçe masumiyetin de nispi olarak dozajı düşer. Dolayısıyla yaptığı birtakım yanlışlar, günah olarak değerlendirilmese de dünya hayatının kuralları içerisinde cezalandırılabilir. Fakat hâlâ masumdur. Ondan sonraki ergenlik döneminde çocuk değişmeye başlar. Sabilikten çıkmayla mümeyyizlik vasfı kazanmaya başlayan çocuğun buluğa ermesiyle birlikte duyguları da değişmeye başlar. Birtakım fizikî dönüşümler yaşanır. Mümeyyizlikte ise akli melekeleri gelişir. Böylece iyiyi kötüden fark etme, doğruyu yanlıştan ayırt edebilmeyi öğrenebilir. İşte bu mümeyyizlik vasfıyla neresi beyaz, neresi siyah, neresi gri ve nerede durması gerektiğine karar verebilecektir artık.

    Peki, insan neden bu dönüşümleri yaşar? Buraya kadarki evreyi, yani çocukluğu insan neden yaşar? Neden doğar doğmaz mümeyyizlik özelliği yoktur, doğurganlık özelliği yoktur, hareketleri kısıtlıdır, kendisini ifade edemez ve acziyeti vardır?  Elbette acziyet insanın geneli için vardır ama buradaki acziyet başkadır.

    Çokça söylendiği üzere eşyada ve hadisatta ciddi bir şekilde birbirine benzerlik söz konusudur. Cenab-ı Hakk âlemi yarattı ve yaratış bitmemiştir. Altı günde yarattı ve arşa istiva etti meselesi, altı günde yarattı ve sonra oturdu dinlendi şeklinde anlaşılmamalıdır! Mesela İbn Arabî Hazretleri, bu altı gün meselesini altı evrede yarattı şeklinde yorumlamıştır. Yaratılışın altı süreci vardır, altı aşamadan oluşmaktadır şeklinde izah etmiştir. Önceki evrelerden bizim haberimiz yoktur fakat biz yalnızca altıncısını müşahede etmekteyiz. “Elest bezmi”nden geldiğimize iman ediyoruz. Algılayabiliyor muyuz? Bizim gördüğümüz çocuğun ana rahmine düştükten sonraki süreçtir sadece. Biz çocuğun varlığını oradan itibaren algılayabiliyoruz. Aslında oraya kadar beşi tamamlanmış oluyor.

    Hâlbuki yaratış fiilî bir süreç olarak, durmaksızın tekrarlanan bir şeydir. İslam düşüncesinin, felsefesinin temeli devirdir. Yaratılış tıpkı Türk müziğinde olduğu gibi dairesel hareket çizmektir. Nitekim geldiğimiz yere gidişimiz de öyledir. Her bir insan için geldiği yere dönüş söz konusu olduğu gibi âlem için de her an ve mütemadiyen aynı şey söz konusudur. Yani bir küre nasıl ki atomlardan oluşur, yani küçük yuvarlaklardan oluşur ama neticede bütün o küçük yuvarlaklar büyük bir yuvarlağı oluşturur; her bir hadise de kendi iç dünyasında bu süreci yaşadığı gibi âlem dahi bu süreci yaşar. Her bir an yaratma söz konusudur. Cenab-ı Hakk daima yaratır. Dünyanın yaratılışına dair günümüzde yapılan “toz bulutu muydu, büyük patlama mıydı” gibi türden izahlar insanın aklınca yaptığı açıklamalardır. Âlem için bir başlangıç var fakat bir ezeliyet yoktur. İnsanın gidişi ezeliyetedir çünkü ezelî olandan gelmiştir. Ezelî olanın ilminde mevcut olduğundan dolayı ezelîdir. Ama vücut bulup bir şey olarak zuhuru ezelî değildir. Ve bu yaratılış bir noktada başlamıştır. Başladığı noktada, yani zamanın var edildiği andan itibaren, yaratılış başlamıştır ve yaratılış içerisinde birtakım dünyevi süreçler zikredilebilir. Ondan sonra bir hayat başladı. O var edilişin içerisinde çok büyük mahlukat da yaşıyordu. Çok küçükleri de vardı ama bugün bizim görmediğimiz zamanlarda yaşayan mahlukattı bunlar. Yapılan ilmî araştırmalar neticesinde bulunan fosil benzeri kalıntılar aracılığıyla birtakım devasa varlıklardan haberdar oluyoruz. Hepsi yeryüzündeki varlıklarına son verildiği andan itibaren iddihar edilmek, yani depolanmak üzere yer kabuğunun içerisine koyuldu. Bugün biz bunları kullanıyoruz. O gün başlayan şey hâlâ daha varlığını farklı bir şekilde devam ettiriyor. Nesli tükenmek üzere olan canlılar, yaşamın başladığı söylenen mekânlar, ormanken çöl olanlar, çölken orman olanlar, denizken kara olanlar, karayken deniz olanlar vs. hayatın devam ettiğinin delilidir. Bugün yeryüzünün üzerinde insanlar dünyaya zararlı gazlar salıyorlar, karbon ayak izi bırakıyorlar. Hiç ortada yokken bugün rüzgârdan, güneşten istifade ediliyor. Bu bir süreçtir ve bu durum da yaratmanın devamıdır. İnsanoğlunun aklına, bu kullanımların yönteminin düşmesi bile bu yaratılış sürecinin devamıdır.

    Bu süreç kıyamete kadar sürecektir ve hatta kıyamet de bu yaratılış sürecinin bir parçasıdır. Hiç bitmeyen mütemadi bir yaratılış sürecinin devamıdır. Muhiddîn İbn Arabî Hazretlerinin buyurduğu gibi her an yaratılıştadır. Bu yaratılış Cenab-ı Hakk’ın “kün fe yekûn” (Ol dedi, oldu) emri ile başlamıştır. Ve yine Hak Taala’nın belirleyeceği ana kadar, bizim için yani bu dünya için yaratılış süreci sona erecektir. Ezeliyete intikal edecektir. Bu varlıktaki bütün eşyada mevcuttur. Bir yerde cansız dediğimiz bir materyali, mesela kayayı düşünün. Rüzgârın, güneşin, yağmurun, karın etkisiyle yaratılmış diğer varlıkların müdahalesiyle şekil değiştirmektedir. Eriyor, kırılıyor, büzülüyor, toprak oluyor, okyanusun içine düşüyor, karada kalıyor. Sürekli bir değişim içerisinde yani. İki günü bir olan zarardadır sözü bir anlamıyla buna işaret eder. İşte hiçbir şeyin iki günü bir değildir, bir anı anıyla aynı değildir.

    Bütün yaratılmışlar içinde akıl sahibi olan insandır. Bu akil olanın ise varlığında, yani bu dünyada zuhur ettiği andan itibaren, ona biçilmiş yaratılıştaki hareket ve düşünce matematiği temelde ezeliyetle sınırlandırılmıştır. Zaten bütün dünya hayatı başından sonuna sınırlardan müteşekkildir. İslam fıtratı denilen şey üzerine yaratılan akil varlık, yani insan, bu sınırlılıkları uç noktada yaşayarak dünyaya geliyor ve zuhur ediyor. Artık burada duyularımızla algılayabildiğimiz, duyduğumuz, temas ettiğimiz, kokladığımız birisi olarak nispi bir varlık sahibi olur. İşte insanoğlu ne zaman ki o buluğ ve mümeyyiz dediğimiz, yani iyiyi kötüyü ayırt edebilecek, yaşa ulaştı, o vakit sorumlu kılınıyor. Buluğ bir şeye, bir noktaya ulaşmak demektir. Orada bir nokta belirlenmiş, yani oraya ulaştığında artık yaptığın her eylemden sorumlu kılınmaktasın. Bundan önce koruma, zarardan engelleme vardır.

    İşte bu süreç içerisinde insanoğlunun vazifesi, günümüzde sıkça kullanılan bir tabirle içindeki çocuğu öldürmemektir. İçinizdeki çocuğu öldürmemek, Cenab-ı Hakk’ın kudreti karşısındaki acziyetimizi, Allah-ü Teala’nın kudreti ve yapabilecekleri karşısında hareket noktasındaki kısıtlılığımızı, Allah-u Teala’nın ilm-i ilahisinin karşısında akıl düşünce kapasitesi olarak yetersizliğimizi ve sınırlılığınızı daima idrak ederek acziyetin her zaman bünyemizde olduğunu, itiraf etmek ve bu bilinçle yaşamak demektir. İçimizdeki çocuğu canlı tutarken korunması gereken diğer husus ise masumiyettir. Cenab-ı Hakk bir noktaya kadar bizi günahlardan ve zararlı şeylerden muhafaza etmektedir; biz de kendimizi günah ve zararlı şeylerden muhafaza edebilirsek ve güzel şeylerle donatıp, terbiyeyle teçhiz olabilirsek bu çocuğu canlı tutabiliriz. Yani yaratılışımızda zaten var olan iyiliği artırır, dünyada zuhurumuzda bizim içimize yerleştirilmiş olarak gönderilen bu emaneti muhafaza edebilirsek içimizdeki çocuğu öldürmemiş oluruz. Seyrüsülûk dediğimiz de bir anlamda budur. Yaratılışın gayesi de budur. Allah-ü Teala insanları kendine kulluk yapsın diye yarattı. Kulluk yapsınlar ifadesi “liyabudun” diye geçer. Buradaki “liyabudun” Arapçada muzari fiildir ve şöyle bir tarifi vardır: Hazır ve müstakbel, yani şu anda ve gelecekte. Şu andan itibaren ve gelecekte devam edecek durumu ifade eder. Bu anlamıyla kullukta bir süreklilik vurgulanır. Sahabeyi kiramdan bir zat, “liyabudun”u “yarifun” olarak yorumlamış. “Arefe” fiilinden, yani bilmeyi ve bilinçli olmakla ilişkilidir. Bu varlık alemindeki, daha doğrusu bu sınırlılıklar âlemindeki hayatiyetimizi bu şekilde devam ettirmemizdir kulluk.

    Çocuğun masumiyetini yorumlarken onu yanlış bir değerlendirmeye tabii tutmamak lazım. Mesela çocukların bilmeden de olsa birtakım yanlışlar yapabildiğini ve bu yüzden “nefs-i emmare”nin, yani kötülüğü emreden nefsin muhatabı olduğunu iddia edenler olabilir. Çocuk kötülüğü emreden nefisle yan yana getirilemez. Çocuğun sabi olduğu, yani masumiyetin hâkim olduğu dönemde, nefsaniyet ve bireysellik henüz ortaya çıkmadığı için masumiyet muhafaza edilmişlerdir. Çocuk nefs-i emmarenin tecellisi değil bilakis masumiyetin tecellisidir.                   Ne zamanki buluğa erer ve iyiyi kötüden ayırt etme yeteneğini kazanır, işte o andan itibaren nefsi devreye girer, kendisi olabilir. İnsan çocukluktan çıkıp kendisi, yani bir yetişkin olduğu zaman akıl ve dolayısıyla iman devreye girer. Aynı şekilde, nefis de Cenab-ı Hakk’ın hıfz-ı ilahiyesinden, yani masumiyetten çıkıp kendisini birtakım şeylerden korumak mükellefiyetinin yüklendiği andan itibaren devreye girer. O günden sonra insan kendinden sorumludur ve hakiki gerçek tabiatımız olan kötüden uzak durma, iyiyi kazanma tercihiyle karşı karşıya kalır. Burada insan ya iyiyi tercih eder ya kötüyü tercih eder: İşte tam orada kendisi devreye girmiş olur.

    Bizler yetişkin insanlar olarak bir arkadaşımızın bir başarısını yahut elde ettiği bir şeyi kıskanabiliriz. Bizim olmasını isteriz ama muhakememiz bizi orada engeller. Yaratılış gereği onun bize ait olmadığını ayırt edebiliriz. Çocukta ise bu durum olmadığı için başkasına ait bir oyuncağı alır benim diye bağrına basar. “O senin değil, arkadaşının” diye ne kadar anlatsan da çocuğa izah edemezsin. Terbiye edilmeye yakın bir zamanda çocuğun elinden makul bir şekilde alınıp diğer sahibine iade edilmesi terbiyesinin bir sürecidir. Çocuk o fiili yaparak öğrenir. Kendine ait olmayanı kendine aitmiş gibi davranarak mülkiyetin ne olduğunu öğrenir. Bunun da ötesinde kendi sahibini de öğrenmesi lazım gelir. O da bu terbiye sürecinin bir parçasıdır. Yaratılışın sürekli devam ettiğini belirtmiştik ve dolayısıyla çocuğun bu şekilde terbiye edilmesi de onun yaratılışının bir sürecidir.

    Aslında hayatı tek bir akış olarak düşünebiliriz. Yaptığımız çocukluk, gençlik, orta yaşlılık, ihtiyarlık gibi dönemlendirmeler tek bir süreçtir. Hayat başladığın andan itibaren sona doğru atılan bir adımdır. Varlığa geldiğimiz andan itibaren her gün her nefes eksilerek devam ediyor. Zirveden aşağıya inmek olarak yorumlamamak lazım bu gerçeği. Birtakım işlevleri açısından insan hayatı öyle değerlendiriliyor olabilir fakat bu bir yaratılış sürecidir. Anamızdan doğduğumuz gibi kalmıyoruz. Her yaşta başkayız. Her gün başkayız. Cenab-ı Hakk’ın nasıl ki “külle yevmin hüve fi şen” (O her an bir oluştadır) buyurduğu gibi biz de her gün birtakım ruhi ve bedenî değişiklikler yaşıyoruz. Bu Cenab-ı Hakk’ın tecellisidir. Dünya hayatının sınırlılıklarından geçiyoruz. Geçeceğimiz taraf –ki biz buna ahiret diyoruz, kabir hayatı diyoruz– işte bundan sonraki aşamaya geçiyoruz. Allah-ü Teala ayetlerinde ve Efendimiz hadis-i şeriflerinde bunu farklı şekilde izah etmişlerdir. Gittiğimizde de zaten onu kendi kuralları, kendi şartları kendi yaratılış süreci içerisinde yaşıyoruz. Çocukluk buradaki yaratılış sürecinde bizim üzerimizde zuhur edecek hadisatın ilk periyodundan ibarettir. İnsanın bu süreçte en çok kazanacağı şey de terbiyedir.