ÇOCUKLUK: KEŞİF Mİ İCAT MI?


Mustafa B. Bozkurt*
Fransız tarihçi Philippe Ariès, 1960’da neşrettiği L’Enfant et la Vie Familiale sous l’Ancien Régime [Eski Nizam’da Çocuk ve Aile] kitabında[1] daha sonraki yıllarda çok tartışılacak bir inceleme yaptı ve çocukluğun “icat edilmiş” bir şey olduğunu iddia etti. Ona göre tarihin geniş bir kısmında, neredeyse Aydınlanma Çağı’na kadar çocukluğa özel bir anlam atfedilmemişti. Çocukluk mefhumu bir “sosyal kurgu”dan ibaretti. O, bu hususta pek çok delil serdetmektedir, ancak en meşhuru Orta Çağ sanatına ilişkindir. Gerçekten de uzun asırlar boyunca Avrupa sanatı, çocuk figürlerini yetişkinlere benzer bir şekilde tasvir etmişti. Pek çok ikon ve freskte çocuklar, çocuk olmaktan çok “cüce yetişkinler”i andırıyorlardı. Orta Çağ insanı için çocuk “küçük yetişkin” demekti. Çocukluk sürecine dair algımızı sorgulatan bu çalışma ilerleyen yıllarda mümbit bir tartışma ortamını doğurdu.
Günümüzde tam tersine “çocuk-erkil” bir aile yapısının hâkim olduğunu söylemek mümkündür. Anne babalar bütün hayatlarını çocuk merkezli olarak inşa etmektedir. Çocukların eğitimi için borç hanelerine yazılan yüksek rakamlar, her gün yenisi icat olunan birbirinden pahalı oyuncaklar, özel eğitim setleri, detaylı kurslar, akademide çocuk eğitimine yönelen sayısız araştırma, her gün yenisi tanıtılan bilişsel programlar, çocuklara hasredilmiş oyun alanları, parklar, okullar, klinikler… Gerçekten de tüm bunlar tarih boyunca örneğine pek rastlamadığımız olgulardır. Şu hâlde Ariés haklı olabilir mi? Gerçekten de çocukluk modern bir sosyal kurgu mudur? Bunu anlayabilmek için çocukluğun tarihine geniş bir bakış atmak gerekmektedir.
“Bir Çocuk Büyütmek İçin Bir Köy Gerekir”: İnsan Yavrusunun Bakımı
Pek çok canlı için yavrulamak kaçınılmaz bir dürtü, popülasyonun geleceği için atılmış bir adım hatta hayatın temel fonksiyonlarından biridir. Yavrunun korunması pek çok canlı için hayattan daha önemli görülür, hastalıklı yavrularını elemekte tereddüt etmeyen canlılar bile söz konusu tehlike altındaki sağlıklı yavruları olduğunda canlarını tehlikeye atabilirler. Popülasyon için “sağlıklı yavrular” hayati öneme sahiptir. Bu nedenle yavru bakımı pek çok canlı için olmazsa olmazdır. Her şeyden önce bu açıdan çocuğun önemsiz görülmesi, çocukluğa karşı kayıtsız kalınması pek akla yatkın görünmemektedir. Ancak bunun günümüzdeki kadar “titiz” bir bakım olmayabileceğini de akılda tutmak gerekir.
Tabiatta pek çok hayvan hayati becerilerle dünyaya gözlerini açar. Sözgelimi ilkbaharda doğan bir buzağı birkaç saat içinde titreyen ayaklarını yere sağlamca basar, bir sonraki bahar neredeyse annesi kadar iri yarı hâle gelir. Bakım süresi en uzun canlılardan fil yavruları bile doğumdan birkaç saat sonra kendi başlarına yürüyebilir ve sürüye katılabilir. Oysa insan yavrusunun sağlıklı bir biçimde yürümesi için neredeyse iki yıl beklemek gerekir, öte yandan yavrunun kendi kendini besleyebilmesi, kendi başına yaşayabilecek erginliğe ulaşması için harcanan zaman rahatlıkla 15 yılı geçer. Hatta erginliğe erişmiş yavrular bile neredeyse 20’li yaşlara kadar anne babalarının gözetimi altında bulunurlar. Bu tabiat için anormal bir maliyettir. Ancak bu maliyetin bir gerekçesi vardır. İnsan beyni oldukça büyük olduğundan ona alan tanımak için yavru erkenden doğmalıdır. Anne, tam olarak ayakta durabileceği gelişkinliğe erişinceye kadar yavruyu karnında tutamaz. Bir şekilde bu gelişkinliğe uygun bir süre olan 21 ay boyunca hamile kalmış olsaydı bile böyle bu büyüklükte bir yavruyu dünyaya getiremez. Dolayısıyla yavru dışarıda, adeta bir dış gebelik gibi annesinin kucağında büyür. İsveçli Zoolog Adolph Portmann’ın “ikincil yavru bakımı” olarak isimlendirdiği bu süreç Antropolog Dunsworth’ün öncülüğünde yapılan 2012 tarihli bir çalışmada da teyit edilmiştir.[2] Daha anlaşılır bir biçimde ifade etmek gerekirse insanda hamilelik çocuğun anne karnından çıkmasından sonra da devam eden bir süreçtir.[3] Bu süreç insan sosyalleşmesinin temel dinamiklerinden biri olmuştur. Yavrular daimî olarak bakım istediğinden iş bölümünün önemli bir kısmı yavruları gözetmektir. Toplumun belirli üyeleri avlanmak, belirli orman meyvelerini ve tahılları toplamak gibi işlerle ilgilenirken çocuklara bakmak, gençlere yol göstermek, onları eğitmek bütün topluluğun ortak faaliyeti hâline gelmiştir. Nenelerin, teyzelerin hatta dayı ve amcaların rolü çocuğun yetişmesi için önem kazanmıştır. Toplumsal rollerini oynamakta zorlanan ihtiyarlar bile belki de çocuk bakımındaki rehberlikleri ve yardımcılıkları sebebiyle korunmuş, ölüme terk edilmemişlerdir. Dolayısıyla bir toplum olarak yaşama ihtiyacının temelinde çocuk bakmanın zorluğunun yattığını söylemek yanlış olmaz. [4] Hillary Clinton’un “First Lady” olarak yazdığı It Takes A Village, bu düşünceyi doğrulayan bir Afrika atasözüne atıfta bulunur: “Bir çocuğu büyütmek için bir köy gerekir.”
“Çocuk Rızkı ile Gelir”: Çocuk Emeğinin İstihdamı
Çocukların zayıflığı ergenliğe kadar tamamen etkisiz oldukları anlamına gelmez. Avcı-Toplayıcı toplumlarda çocukların onlu yaşlara kadar ufak tefek tohum ve meyveleri toplamak gibi faaliyetlere katıldıkları görülmektedir. Tabii ki bu sınırlı bir katılımdır, bu yıllar çocuklar için daha çok büyüklerini seyretmek ve yeni beceriler kazanmak zamanıdır. Hiç şüphesiz bu, daha önce çocukların bu işlerle hiç iştigal etmediği anlamına gelmez, yakın akrabalarımızdan alınan örnekler bunu göstermektedir. Sima de Los Huesos’ta bulunan Neandertal çocuklarına ait dişler ve bu dişlerdeki kesikler çocukların erken yaşlarda post işlemek gibi faaliyetlerde yer aldığını gösteriyor. Neandertal çocukları muhtemelen Homo Sapiens yavrularından çok daha önce sosyal hayatın bir parçası hâline gelebiliyorlardı hatta neredeyse yürümeye başlar başlamaz kesici aletlerle çalışmaya başladıkları düşünülmektedir. [5]
Çocuk emeğine duyulan ihtiyacı artıran en büyük gelişme ise tarım ve yerleşik yaşam olacaktır. Tarım devrimi ile çocuklar artık ev işlerine yardım etmek, basit zanaatlarla uğraşarak alet üretimine katkıda bulunmak, hatta geç çocuklukta doğrudan tarlalarda çalışmak suretiyle ekonominin bir parçası hâline geliyorlardı.[6] Yerleşik olmayan nüfuslar genelde mahdut sayıda çocuk sahibi olmakta, bunların bakımı için daha titiz davranmaktaydı. İki sene arayla çocuk doğurmak bir avcı-toplayıcı için felaket olabilirdi. Bu nedenle takriben dört senede bir çocuk sahibi oluyor, çocukları çok daha geç sütten kesiyor, çeşitli yöntemlerle düşük yapıyor ve hatta belki de zamansız gelen çocukları öldürmek zorunda kalıyorlardı. Bu kontrol metotları olmasa bile protein ağırlıklı diyetleri sebebiyle kadınlar erkenden menopoza, ileri yaşlarda ergenliğe giriyorlardı. Öte yandan tahılla beslenen nüfuslar daha erken ergenliğe girdikleri gibi, doğan çocuklar sütten erken aylarda kesilip yumuşak tahıl lapalarıyla beslenebiliyorlardı. Tarım demek geniş arazilerde çalışmak üzere emeğe duyulan ihtiyaç demekti. İnsanlar hayvanları ve diğer insanları -köleleştirmek suretiyle- evcilleştirirken, bu sürecin ilk kurbanları bizzat kendi çocukları olacaktı. Çocuklar artık gözetilmesi gereken bir yükten çok emeklerinden yararlanılacak bireyler olarak görülmeye başlanmıştı. Belki de “çocuk rızkı ile gelir” sözü biraz da bunu kastetmektedir. [7]
Çocuk emeğine duyulan ekonomik açlık zamanla farklı oranlarda ortaya çıktı. Sıklıkla çocuklar yoğun bir emeğe ihtiyaç duyulmayan el işine dayalı tezgahlarda, tüccar ve esnafların yanında çıraklık gibi nispeten hafif işlerde çalışarak meslek edindiler. Ne var ki Sanayi Devrimi’ne gelindiğinde -tıpkı Tarım Devrimi gibi- çocuk emeğine duyulan ihtiyaç yeniden yükseldi. 1851 senesinde on beş yaşından küçük çocukların tekstil sektöründeki oranı erkeklerde %19.4, kız çocuklarında %41.3 idi. Çocuklar neredeyse 7-8 yaşlarında iş başı yapıyor, günde on üç buçuk saat çalışıyordu. Sözgelimi bir çocuk 1830’larda bir pamuk fabrikasında günde 500’den fazla iplik yapmak zorundaydı. 19. yüzyılın önemli bir bölümünde Belçika’daki Valonya madenlerinde, İngiltere’de Yorkshire, Cumberland ve Lancashire’da madenlerde kız ve erkek çocuklar birlikte çalışıyordu.[8] Bu, aynı zamanda pek çok çocuğun ağır yaşam koşulları altında yaşaması, hatta hayatlarını işyerlerinde kaybetmeleri anlamına geliyordu. Günümüzde bu durumun tamamen ortadan kalktığını söylemek güçtür; çocukların en az %10’u [takriben 160 milyon çocuk] işçi olarak çalışmakta, genellikle üçüncü dünya ülkelerinde yaşayan bu çocukların yarısı tehlikeli sektörlerde faaliyet göstermektedir.[9]
Modern toplumlar neredeyse ittifak hâlinde yaz aylarını okullar için bir tatil süreci olarak kabul eder. Bu alışkanlığın yazın çocukların daha fazla oyun oynayabilmesi haricinde herhangi bir gerekçesi yoktur. Hatta kışın soğuk günlerinde okula gitmemek pek çok açıdan daha mantıklı görülebilir. Ancak yaz tatili çocukların yazın aileleri ile tarlada çalıştıkları devirden kalma bir alışkanlık olarak vazgeçemediğimiz bir unsur olmayı sürdürmektedir.[10]
“Melek Oldular”: Çocuk Ölümleri ile Yüzleşme
İkinci yüzyılda yaşayan Epiktetos şöyle diyordu: “Çocuğunuzu öptüğünüzde kendinize şunu söyleyin; sabaha belki de ölmüş olur.” Evet, çocukların çokluğu aynı zamanda çocuk ölümlerinin de artması anlamına geliyordu. Yetersiz beslenme, doğum sırasında ortaya çıkan komplikasyonlar, hayvanlarla iç içe yaşamanın getirdiği (zoonoz) hastalıklar ve her şeyin başında sabit yerleşimin getirdiği hijyenden uzak yaşam tarzı çocukların çok erken yaşlarda ölmelerine sebebiyet veriyordu. Çocuk kaybı oranı uzun asırlar boyunca neredeyse hiç azalmadı, hatta zaman zaman çok ciddi boyutlara ulaştı. Çocuk ölümlerinin sıklığı herkes için bir sorun teşkil ediyordu. İngiltere Kraliçesi Anne 17. yüzyılın sonunda on yedi kez hamile kalmış, bu hamileliklerin 12’si düşükle sonuçlanırken, 5 çocuk bebek yaşlarda hayatını kaybetmişti. Şüphesiz Anne’in yaşadığı istisnai büyüklükte bir trajedidir, ancak o yıllarda çocuk kaybı herkes için bir gerçekti, bu acı gerçekten güçlü bir monark olsanız da kurtulamıyordunuz. Günümüzde de isimleri konulur konulmaz hayata gözlerini yuman amcaların, teyzelerin, halaların hikâyeleri köy yaşamını yeni terk etmiş şehirli Türklerin aşina olduğu bir öyküdür. Dahası bu hikâyelere “ölümün gece gerçekleştiği, evin büyüklerinin rahatsız edilmemesi için sabaha kadar beklendiği” gibi detaylar da eklenir. Ariés bu durumu şöyle değerlendirir:
“… beş küçük veledin annesi olan bir kadının yatağının başında duran ve onun korkusunu şu sözlerle yatıştıran bir komşumuz var: ‘Sizi rahatsız edecek kadar büyümeden yarısı veya belki de hepsini kaybetmiş olacaksınız,’ garip bir teselli! İnsanlar olası bir kayıp olarak kabul edilen bir şeye fazla bağlanmaya izin veremezlerdi. Bu günümüz duyarlılığını şok eden bazı yorumların sebebidir.” [11]
Çocukların tarım toplumundaki yerini gösteren ilginç bir örnek Ariés’ye hak verir gibidir: Çatalhöyük kazı alanı. İlk şehirlerden olduğu kabul edilen Çatalhöyük’te ölüler evin içerisine gömülüyordu. Çatalhöyük evleri ocağın yandığı “kirli alan” ve ailenin yaşadığı “temiz alan” olarak ikiye ayrılırdı. Sit alanında yapılan kazılar, kirli ocak alanında daha çok “erken yaşta ölen çocuklar”ın gömüldüğünü göstermiştir. Kazı Başkanı Ian Hodder durumu şöyle değerlendiriyor; “belki de çocuklar belli bir yaşa gelip sağ kalana ve soyağacının bir parçası olana dek tam bir birey olarak görülmezlerdi.”[12]
Çatalhöyük’te gördüğümüz oldukça yaygın bir davranış tarzıdır. Çok değil yarım asır önce Anadolu taşrasında doğmuş insanların sıklıkla tam doğum tarihlerini bilmediklerini hatırlayalım. Zeytin zamanı, zemheri soğuklarında gibi doğum tarihlemeleri ebeveynlerin takvim konusundaki bilgisizliklerinden çok, çocuğun doğum anına verdikleri düşük önemden kaynaklanıyordu. Çocuk ancak yaşayacağı belli olduktan sonra anlam kazanıyor, onunla ancak o tarihten sonra yakın bir ilişki kuruluyordu. Yeni doğan bebek, tam bir belirsizlik alanındaydı. Yine Anadolu’dan örnek verilecek olursa geçtiğimiz yüzyıl pek çok çocuk -şehirde doğanlar bile- nüfusa geç yazılır veya daha önce ölmüş olan kardeşlerinin kimlikleri ile yaşamaya devam ederdi.
Bu durumun tam manasıyla bir kayıtsızlık yarattığı söylenemez. Agrigento Arkeoloji Müzesinde bulunan M.S. 100’lere tarihlenen bir çocuk lahdinde dramatik bir “son nefes” sahnesi resmedilmiştir. Tasvirde -muhtemelen- çocuğun endişeli babasını, kederli annesini ve ailenin diğer fertlerini acı çekerken görürüz. Çocuk ölümünün yarattığı acı her çağda aynıdır. Sözgelimi, 13-16. yüzyıllar arasında Müslüman yazarlar çocuk ölümlerinden bahseden pek çok risale kaleme almıştır. Anlaşılan o ki Bubonik vebanın Ortadoğu’da kol gezdiği bu dönemde Müslüman ulema kederli aileleri teselli etmek için böyle eserler kaleme almak zorunda kalmıştı. Nitekim bizzat İslam Peygamberi de üç erkek çocuğunu [Abdullah, Kasım, İbrahim] toprağa vermişti. Kaynaklar onun bebek yaşta ahirete giden mahdumu İbrahim’in ardından şöyle buyurduğunu kaydeder:
“Göz yaş döker, kalp teessür duyar. Biz, Yüce Rabbimizin razı olduğu sözden başkasını söylemeyiz. Vallahi ey İbrahim! Senin ayrılığın bizi fazlası ile mahzun etti.”[13]
Ayriyeten Orta Çağ’da Müslüman bilgelerinin vurguladığı gibi Hz. Peygamber’in üç çocuğunu kaybeden bir kadını cennetle müjdelediği bir rivayet mevcuttu.[14] Şüphesiz çocuk kaybına dair en büyük teselli cennette onunla buluşabilme düşüncesidir. 14. yüzyılda yazılan bir şiir kitabı olan Pearl [Perle], benzer bir şekilde anonim yazarın kızının kaybından duyduğu acıyı yansıtır. Baba kızının yasını tuttuğu bu uzun şiirde çocuğunun “ne Pater Noster duasını ne de Tanrı’yı memnun etmeyi” öğrendiğini, henüz iki yaşında olduğunu söyler ve Hz. İsa’ya atıfla kendini şöyle teselli eder:
“İnsanlar O’na bir geçit yaptılar ve çocuklarını kutsanmaları için ona getirdiler
Havariler onları azarladı; “Efendi’yi aramakta çok cüretkarsınız” dediler.
Fakat İsa dedi: ‘Korkmayın, çocukları kırmayın, engellemeyin, Tanrı’nın krallığı böylesi kimseler içindir, şüphesiz kurtulanlar masumlardır.”[15]
Görüleceği üzere Ariés, çocukların ölümüne kayıtsız kalındığını söylerken abartılı bir çıkarımda bulunmaktaydı. Evet acı çekiliyor, ancak belki bugünkü kadar derinleşmeden hayatın olağan akışı içerisinde kayboluyor ya da bir şekilde teselli ediliyordu.
Çocuklar Tahtı Nasıl Ele Geçirdi?
Onyedinci yüzyılda yaşayan Fransız rahip Pierre de Bérulle çocukluğu “insan doğasının ölümden sonra en rezil ve kepaze hâli” olarak tanımlar. Bu tanımlama rahibin çocuklara kişisel husumetinden çok, klasik bir bakış açısını yansıtır. Açgözlülükleri, kibirleri ve bencillikleri ile çocuklar hakikaten baş belası olabilir. Dahası Hristiyanlık “ilk günah” öğretisi ile çocukların hiç de saf olmadığını, en azından vaftiz olana kadar günahı yüklendiklerini ima eder. Aziz Augustin İtiraflar’da şöyle der: “Kimse günahtan masun değildir, velev ki dünyada yalnız bir gün yaşayıp ölen bir çocuk olsun.” Stearns’ın üzerinde durduğu gibi İslam çocuklara karşı daha anlayışlı, onların masumiyetine daha fazla işaret eden bir dindir. Ancak özellikle ahlak kitaplarında çocukluk bencillikle, saflıkla, gerçekleri fark edememekle yan yana anılır. Dolayısıyla çocukların mutlak masumiyet ve iyiliği gibi bir düşünce oldukça yenidir. Zaten çocuk “terbiyesi” de bu yönlerin törpülenmesi anlamına gelir.
Terbiye bütün çağların ortak sorunudur, bütün toplumlar -zaman zaman dayağın da dahil olduğu bir repertuarla- çocuklarını terbiye etmenin yolunu aramıştır. Aydınlanma bu arayışın yeni bir safhasını temsil eder. Thérèse Levasseur’den olan beş çocuğunu Hôpital des Enfants-Trouvés adlı yetimhaneye terk etmesine rağmen Emile adıyla bir çocuk terbiyesi kitabı yazmaya cüret eden Rousseau şöyle der:
“Tanrı her şeyi iyi yaratır, ancak insan onu bozar (…) Yine de eğitim olmaksızın insan yarım kalır. Doğumundan itibaren kendi hâline bırakılan biri geri kalan herkesten daha fena bir adama dönüşür.” [16]
Rousseau’nun sözü, Avrupa’da değişen bir bakış açısını yansıtır bu açıkça ilk günah düşüncesinin reddi ve “çocuk masumiyeti”nin doğuşudur. Yine de “terbiye” önemini yitirmez, yalnız Aydınlanma ile birlikte çocukluk meselesi yeniden ele alınır, pek çok yazar çocuk eğitimi alanında kalem oynatır. Sözgelimi Rousseau’dan farklı olarak hiç çocuğu olmayan Locke da Some Thoughts Concerning Education [Eğitime Dair Bazı Düşünceler] eserinde çocukların bakım ve gözetimini konu edinir. Çocuk eğitimi dönemin popüler konularından biriydi. 1779’dan itibaren çocukların hatta bebeklerin eğitimi için Budapeşte’deki Angyalkert [melek bahçesi] gibi irili ufaklı kurumlar açılıyor, 1837’de Alman pedagog Fredrich Fröbel çocukların oynayarak öğrenebilmeleri ve okula hazırlanmaları için “Kindergarten” adıyla ilk “çocuk bahçesi”ni, bugünkü adıyla anaokulunu kuruyordu. [17]
Tarih boyunca çocuklar ve çocukluğa ilişkin kayıtlar da son derece mahduttu, biyografik mahiyetteki eserlerde bile çocukluk yılları üstünkörü geçilirdi. Anlaşılan o ki insanlar kendi çocukluklarına dair anıları bile pek kayda değer bulmuyorlardı. Çocuklar ve çocukluğa dair anlatılar da Aydınlanma ile revaç bulur. 1837’de Charles Dickens, başrolleri çocuk olan ilk modern roman olan Oliver Twist’i kaleme aldı. Victor Hugo’nun “L’enfance” şiirinde annesinin acılar içinde ölümünü fark etmeyen masum bir çocuk resmediliyordu. Hugo’nun “Kolomb Amerika’yı, ben çocukluğu keşfettim,”[18] dediği rivayet edilir, nitekim Les Misérables [Sefiller] romanının ana karakterlerinden Cosette emeği sömürülen masum bir çocuktur. Bir diğer çocuk karakter olan Gavroche[19] ise bir barikatta marş söylerken öldürülür. Artık çocuklar hayatın aktörleri olarak karşımızdadır.
Çocukların kazandığı bu yeni rol, her zaman Hugo’nun resmettiği kadar gerçekçi değildir. Fransız Devrimi’nin ayak sesleri duyulurken ilginç bir biçimde aristokratik alışkanlıkların da çocuksulaştığı görülmektedir. 18. yüzyılda Jean Antoine Watteau ve Jean Honoré Fragonard gibi Rococo ressamları aristokratları salıncaklarda sallanırken, mandolin çalarken teatral bir masumiyet içinde resmediyorlardı. Bu yüzyılda topluma hâkim olan Burjuva sınıfı çocuklarını küçük prens ve prensesler gibi giydiriyor, çay partileri, minyatür müzik kutuları, küçük süs kılıçları çocukları, şekerleme ve çikolata yemek aristokratlardan çocuklara devredilen imtiyazlar hâline geliyordu. Bugün dahi süren “prenses” ve “prens” çocuk figürleri, sözgelimi padişah kıyafetleri ile sünnet sırasını bekleyen gürbüz erkek çocukları, balon eteği ile düğünlerde boy gösteren kız çocukları 18. yüzyıldan kalma çocuk modasının ürünüdür.
Oyuncaklar ve Kreşler: Çocukları Şımartmak
Ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısında anaokulunun mucidi Fröbel, “Fröbel Hediyeleri” olarak bilinen eğitsel oyuncakları piyasaya sürdü. Oyuncak sektörü bu yüzyılın yeni gerçeğiydi. 1800’lerde pek çok fabrika mekanik figürler, seri üretim oyuncaklar ve tren setleri ile oyuncak sektörünün temelini attı. 1902’de Richard Steiff’ın icat ettiği ilk ayı oyuncağı “Teddy Bear” ise sektör için yeni bir çağın doğduğunu müjdeliyordu. Daha önce zengin ve soylu çocuklara has olan oyuncaklar her sınıftan çocuğa ulaşabildi. Artık çocuklar yetişkinlerin aletlerini taklit eden basit tahtalar yerine çok daha kompleks oyuncaklarla oynuyordu. Ariés çocukların eskisinden daha fazla “şımartıldığını” söylemekte haklı sayılabilir. Artık insanlar çocuklara daha fazla “titizleniyordu.” Ne var ki “çocukları şımartma” konseptinin de tamamen yeni olduğunu söylemek mümkün değildir.
Oyuncaklar her zaman son derece çeşitlidir, çocuklar tabii nesnelerle oynadığı kadar el yapımı oyuncaklarla da eğlenir. Sadece bunun bir ekonomik sektöre dönüşmesi için 19. yüzyılı beklemek gerekmiştir. Kayseri’deki Kültepe-Kaneş yerleşiminde bulunan 4000 yaşındaki seramik çıngırak ya da onunla hemen hemen yaşıt olan ve İtalya-Pantelleria’da bulunan taş bebek modern bir Barbie oyuncağı ya da Action-Man figürü ile hemen hemen aynı amaca hizmet eder. Louvre müzesinde bulunan mermer levhada sopalar ve toplarla golf benzeri bir oyun oynayan -ve hiç de Ariés’in Orta Çağ cüceleri kadar sevimsiz görünmeyen- çocuklara denk geliriz. Viyana’daki Sanat Tarihi Müzesinde dramatik bir sahneyle karşılaşır, bir çocuk lahdinde fındıklarla oynayan bir grup haylaz çocuğu seyrederiz, Roma’daki Ulusal Müzede bir scooter yahut yürüteçle oynayan bir çocuğu, yanında da kaz seven bir başkasını görürüz, yukarıda bahsi geçen yas lahdinin öbür yüzünde -muhtemelen- babasının gözetiminde bir koça bağlanmış çocuk arabasına binen bir çocukla karşılaşırız (Bugünün çocukları için akülü arabanın muadili olarak görülebilir). Doğal nesneler, yontma ve kilden oyuncaklar, hayvanlar… Oyuncak repertuarı tarih boyunca son derece renklidir.
2017 senesinde Şanlıurfa’da Soğmatar köyünde yapılan kazılarda erişilen bulgular Ariés’nin iddialarını sarsar cinstendir. Arkeologlarımız burada 5000 yaşında bir oyuncak araba ve üzerinde kuş motifi olan bir çıngırak buldu. İlginç olan ise bu oyuncakların bir çocuk mezarında bulunmasıydı. Soğmatar’da Bronz Çağı’nın zorlu şartları altında yaşayan zavallı ebeveynler kaybettikleri çocuğun yasını tutmakla kalmıyor, onu son yolculuğuna çok sevdiği oyuncaklarıyla uğurluyorlardı.[20] Evet, insanlar her zaman çocuklarıyla -belki çağımızın “helikopter ebeveyn”leri kadar değil ancak kendilerine mahsus- duygusal bağlar kuruyor ve ellerinden geldiğince onları iyi yetiştirmek ve mutlu etmek için çaba gösteriyorlardı. Öncelikleri farklı olsa da çocuklarını tamamen yok saydıklarını düşünmek için haklı bir gerekçemiz yoktur. Ariés’ye bir haklılık payı ayırsak dahi Soğmatar’ın gözü yaşlı ebeveynlerinin çocuklarını bizden daha az önemsediklerini söyleyebilir miyiz?
*Tarihçi, yazar.
[1] Philippe Ariés, Centuries of Childhood: A Social History of Family Life, Çev. Robert Baldick, Alfred A. Knopf, New York, 1962
[2]Dunsworth, erken doğumun kafatasının genişliği/pelvik açının darlığından ziyade annenin vücut enerjisinin tükenmesine ilişkin bir hadise olduğunu iddia etmektedir.
[3] Dunsworth, H. M., Warrener, A. G., Deacon, T., Ellison, P. T., & Pontzer, H. (2012). “Metabolic hypothesis for human altriciality. Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America,” 109(38), s.15212–15216.
[4] Sarah Blaffer Hrdy, Mothers and Others: The Evolutionary Origins of Mutual Understanding, Harvard University Press, 2011, s.175-209.
[5] Rebecca Wragg Sykes, Neandertal: Soydaşlarımızda Hayat, Sevgi, Ölüm ve Sanat, çev. Mehmet Doğan, Kolektif Kitap, İstanbul, 2024, s.82-83.
[6] Peter N. Stearns, Childhood in World History, Routledge, New York, 2006, s.11.
[7] James C. Scott, Tahıla Karşı: İlk Devletlerin Derin Tarihi, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2021, s.107-108.
[8] Colin Heywood, A History of Childhood: Children and Childhood in the West from Medieval to Modern Times, Polity Press, Cambridge, 2018, s. 202-206.
[9] [Çevrimiçi Kaynak, 22.05.2025] https://www.ilo.org/projects-and-partnerships/projects/child-labour
[10] Hâlihazırda memleketimizde mevsimlik tarım işçilerine çocukları da eşlik etmektedir. Dolayısıyla bu “alışkanlık” pratik yönlerini hâlen daha koruyan bir alışkanlıktır.
[11] Philippe Ariés, Centuries of Childhood: A Social History of Family Life, s. 38.
[12] Ian Hodder, Çatalhöyük: Leoparın Öyküsü, çev. Dilek Şendil, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2024, s.218.
[13] Sahih-i Buhârî, XXIII, 1303
[14]“…Peygamber (…) üç çocuğu ölen bir kadın cehennem ateşinden emin olur” buyurdu. Bunu işiten bir kadın sordu ‘şayet ikisi ölürse?’, Hz. Peygamber cevapladı: ‘ikisini kaybeden de cennettedir’.” [Sahih-i Buhârî, XXIII. Bâb (Kitâb’ul-Cenâiz), XII., 1249:1250.]
[15] Sophie Jewett, The Pearl: A Modern Version In The Metre Of The Original, 1908 [E-Book]
https://www.gutenberg.org/cache/epub/13211/pg13211-images.html
[16] Jean Jacques Rousseau, Emile or On Education: Introduction, Translation and Notes, çev. Allan Bloom, Basic Books, New York, 1979, s. 37.
[17] Peter Weston, Friedrich Froebel: His Life, Times § Significance, Roehampton, 2000, s.15-16
[18] Heywood, age., s.48.
[19] Gavroche karakteri, Fransız Devrimi’nin çocuk şehidi Joseph Agricol Viala’ya işaret ediyor olabilir.
[20] Yusuf Albayrak, “Soğmatar Nekropolü 2017 Kazı ve Temizlik çalışmaları”, XL. Kazı Sonuçları Toplantısı, 3. Cilt, 07-11 Mayıs 2018, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2019, s.662.