ÇOCUK OYUNCAĞI


Henry Cowles*
Psikolojide “kuram kuramı” (theory theory) adı verilen bir kuram vardır. Bu, kuramlar hakkında bir kuramdır.[1] Kulağa gayet açık gibi gelse de, kuram kuramı sezgilere aykırı sonuçlara yol açar. Yaklaşık çeyrek yüzyıl önce psikologlar, bilimsel kuramların gelişimiyle çocukların düşünme biçimi de dâhil gündelik düşünme biçimi arasındaki önemli bağlantılara dikkat çekmeye başladılar. Kuram kuramcılarına göre, bir çocuk dünyaya dair bir kuram inşa ederek ve bunu deneyime karşı sınayarak öğrenir. Bu anlamda çocuklar küçük bilim insanlarıdır: Gözlemlerden yola çıkarak varsayımlarda bulunur, bu varsayımları deneysel olarak test eder ve sonra elde ettikleri kanıtlara göre görüşlerini gözden geçirirler.
California Üniversitesi, Berkeley’den bir kuram kuramcısı olan Alison Gopnik’e göre bu benzetme çift yönlü işler. “Sadece çocuklar küçük bilim insanları değildir,” diye yazar 1996 tarihli “The Scientist as Child” (Bilim İnsanı Olarak Çocuk) başlıklı makalesinde, “bilim insanları da büyük çocuklardır.” Nereye baktığınıza bağlı olarak, bilimsel yöntemi bir çocukta görebilir ya da bir bilim insanında içindeki çocuğu fark edebilirsiniz. Her iki durumda da kuram kuramı, temel öğrenme süreçleriyle bilimsel kuram geliştirme arasındaki bağlantıları görmeyi kolaylaştırır.
Bu durum oldukça şaşırtıcıdır aslında. Sonuçta, bilim insanları düşündükleri gibi düşünebilmek için uzun ve zorlu bir eğitim sürecinden geçerler. Sonuçları kesindir; yöntemleri titizlikle yürütülür. Çoğumuz, bilim insanları için bile bilimsel düşünmenin zor olduğunu düşünürüz. Bu algılanan zorluk, (en azından yakın zamana kadar) öncü araştırmalara destek sağlayan bilimsel uzmanlığa yönelik toplumsal saygıyı güçlendirmiştir. Aynı nedenle kuram kuramının etkisi de bu kadar güçlüdür. Bilim bu kadar zorsa, çocuklar, hatta bazı kuram kuramcılarının iddiasına göre bebekler bile, nasıl olur da bilim insanları gibi düşünebilir? Gerçekten de, Erik M. Conway ve Naomi Oreskes’in “şüphe tüccarları” olarak adlandırdığı çağda (Trump çağından bahsetmiyorum bile), bilimi çocuk oyuncağı gibi göstermek tehlikeli değil midir?
Bu soruyu sağlama almak için bir adım geri atalım. Çocukların bilim insanı olduğu iddiaları, bilimin ne olduğuna dair belli bir varsayıma dayanır. Kuram kuramcıları ve çoğumuz için bilim, kuramlar üretmekle ilgilidir. Bunu nasıl yaptığımız, genellikle “gözlem yap”, “varsayım kur” ve “test et” gibi kısa bir adım listesiyle gösterilir; bu adımlar son yüzyıldır posterlerde kullanılır ve tartışmalarda tekrarlanır. Peki, bilimin bir dizi adımdan, bir yöntemden oluştuğu fikri nereden çıktı? Görüldüğü gibi, bu anlamda “bilimsel yöntem” tarihini bulmak için Isaac Newton’a veya Bilim Devrimi’ne kadar geri gitmemize gerek yok. Çoğumuzun, hatta çoğu bilim insanının sahip olduğu bilim imgesi, şaşırtıcı bir yerden, modern çocuk psikolojisinden gelir. Bugün bildiğimiz biçimiyle bilimsel yöntem, yalnızca bir yüzyıl önce yapılan çocuk psikolojisi çalışmalarından doğmuştur.
Yirminci yüzyılın başında, psikologlar yeni disiplinlerinin yöntemlerini, çeşitli “öteki zihinleri” inceleyerek geliştirmekle meşguldü. Çocuklar, uygun denekler olarak öne çıktı. Çocukların zihinsel gelişimini incelemek, psikologlara kendi düşünme biçimleri olan bilimsel düşünme de dâhil olmak üzere bir düşünme modeli sundu. Araştırma yöntemlerini, inceledikleri çocukların zihinlerinde gördüler. Böylece bilim her zaman çocuk oyuncağı olmuştur. Bu, bilimin kolay, yedeklenebilir ya da ortadan kaldırılması gereken bir şey olduğu anlamına gelmez. Aksine tam tersidir. Bu biçimlendirici ana döneme geri dönmek, yöntemi de dâhil modern bilimin otoritesini güçlü bir şekilde aydınlatır.
1910 Mart’ında, bilimsel yöntem değişti. Virginia Woolf’un “Mr. Bennett and Mrs. Brown” (1924) adlı denemesinde dokuz ay sonra meydana geldiğini ileri süreceği insan karakterindeki dönüşümün aksine, bilimsel yönteme ilişkin bu fikir değişikliğinin nedenini biliyoruz. Bunun nedeni, Amerikalı filozof John Dewey’in 1910’da yayımlanan How We Think (Nasıl Düşünürüz) adlı küçük kitabıydı. Daha doğrusu, Dewey’in kitabının ortasında yer alan bir paragraftı; burada kendisinin “tam bir düşünce eylemi” dediği şeyi dikkatle analiz etmişti. Dewey’in çocukluk öğrenimini özetleyen kısa şeması, modern bilginin aksi kabul edilemez temsili hâline gelecekti. “İnceleme sonucu,” diye yazmıştı:
Her örnek, daha az ya da çok açık bir şekilde beş mantıksal olarak ayrı adımı ortaya koyar: (i) hissedilen bir güçlük; (ii) bu güçlüğün yeri ve tanımı; (iii) olası bir çözüm önerisi; (iv) önerinin sonuçlarının akıl yürütme yoluyla geliştirilmesi; (v) kabulüne veya reddine götüren daha ileri gözlem ve deney; yani inanma veya inanmama sonucuna ulaşma.
Bu modern bilimsel yöntemdir. Dewey’in sıralaması o zamandan beri bilim eğitiminin büyük ölçüde yapılanmasını sağlamıştır. Tarihçi John Rudolph, How We Think’in ardından bu adımların bilim ders kitabı yazarları tarafından, bilim insanlarından ve öğrencilerden beklenen çalışmaların pratik bir özeti olarak nasıl benimsendiğini göstermiştir. Pratik bir kısaltmaydı bu. Daha önce bilimsel yöntemi sunan yazarlar, John Stuart Mill, William Whewell ve diğer 19. yüzyıl mantıkçılarının yoğun metinlerine dayanıyordu. Dewey onlara, kitaplarına doğrudan ekleyebilecekleri çok daha özet ve ekonomik bir anlatım sunmuştu.
Hikâye orada kalsa oldukça basit olurdu: Yazar kitabını yayımlar, başkaları faydalı bulur, kitap o zamandan beri insanların bilimi düşünme biçimini etkiler. Ama hikâye daha karmaşık ve ilginçtir; çünkü Dewey, tanımladığı adımların bilimsel yöntemin standart temsili hâline gelmesinden memnun değildi. Zaten kitabına “Bilim insanları nasıl düşünür” ya da “Nasıl düşünmeliyiz” dememişti. Kitabın adı “Nasıl Düşünürüz”dü. O çok sık alıntılanan paragrafı ve kitabın tamamını, sıradan düşünmeyi, insanların günlük yaşam sorunlarını çözme biçimini tanımlamak amacıyla yazmıştı.
Bu yüzden Dewey, “tam bir düşünce eylemi”ni sıradan örneklerle somutlaştırmıştı. Birinde, bir toplantıya yetişmek için şehrin diğer ucuna en hızlı nasıl gidilebileceğini hesaplamayı anlatır. Bir başka örnek bulaşık yıkamak hakkındadır. Dewey’in iddiası, bu gündelik etkinliklerden en yüksek düzeydeki kuramsallaştırmaya kadar tüm düşünme süreçlerinin, ayrı ayrı tanımlanıp incelenebilecek ortak özellikler taşıdığı yönündeydi. How We Think, her tür düşünme sürecini düzenli olarak öngörmek ve yönlendirmek zorunda olan öğretmenler ile diğer ilgililer için yazılmıştı.
Dewey’in kendisi bu uygulama konusunda âdeta bir uzmandı; Chicago Üniversitesi Laboratuvar Okulunu kurmuş ve on yıl boyunca yönetmişti. O zamanlar ve bugün Lab School olarak bilinen bu okul, ilerlemeci eğitim hareketi olarak anılacak akımın en önemli merkezlerinden biriydi. How We Think yayımlandığında Dewey, New York’taki Columbia Üniversitesine geçmiş olmasına rağmen, kitap birçok açıdan 1896’da kuruluşundan 1904’te ayrılana dek Lab School’da öğretmenler ve öğrencilerle çalışarak edindiği derslerin bir ürünüydü.
Okul üç anlamda bir “laboratuvar”dı. Birincisi, daha sonraki Montessori geleneğinde olduğu gibi, Dewey’in vizyonu çocukların yaparak öğrendiğiydi. Özellikle, öğrenmenin yolu denemekten geçiyordu. Lab School’da bu, çocukların küçük yaştan itibaren çeşitli derslerde laboratuvar usulü çalışmalar yapması demekti. Mutfakta çalışarak kimya öğrendiler; botanik ise bahçede bitki yetiştirerek edinildi. Dewey ve meslektaşları boyunca “deney” ve “laboratuvar” terimlerini geniş anlamda kullandılar. Onlara göre her öğrenme eylemi, önemli bir açıdan deneysel olarak görülüyordu.
Öğretmenler de Lab School’da deneyler yaptılar. Bu ikinci anlamda okul, pedagojinin bir “laboratuvarı”ydı. Öğretmenlerin denekleri, sınıflarındaki çocuklardı; yeni fikir ve materyalleri onlarda denediler. Ardından müfredatı, çocukların öğrenme alışkanlıklarına uygun görünen şekilde ayarladılar. Dewey, öğrenci ve öğretmen deneylerini aynı paranın iki yüzü olarak görüyordu. Okul kurulduktan kısa süre sonra 1897’de yazdığı “Pedagojik İnanç Bildirimim”de, “Materyali sunma ve işleme yasası,” diyordu, “çocuğun kendi doğasında örtük olan yasadır.” Sınıfta deney yapmak, öğrenci ile öğretmen arasında dinamik bir süreçti.
Dewey’in kendi çalışması da deneyseldi. Çocuklar deney yaparak öğreniyor, öğretmenler deney yaparak öğretiyor, Dewey ise deney yaparak felsefe yapıyordu. Bu üçüncü anlam, Dewey’in 1894’te Chicago Üniversitesi rektörüne “tam bir deneysel okul” önermesini aklına getirdiği anlamdaydı. Böyle bir okul vaadi, onu Michigan Üniversitesinden uzaklaştırmaya yardımcı oldu. Dewey’in gördüğü gibi, “Okul, soyutlanmış ve denetim altında tutulan, doğrudan deneysel olan tek sosyal yaşam biçimidir.” Bu nedenle, “eğer felsefe bir gün deneysel bir bilim olacaksa, bir okul inşası onun başlangıç noktasıdır.” Okullar, felsefeye laboratuvarların fiziğe olduğu gibi: Bilgi üretimi için kontrollü mekânlar olarak hizmet eder.
Dewey başlangıçta eğitimi ve bilimsel anlayışı dönüştürme hırsıyla yola çıkmamıştı. 1894 sonbaharında ailesinden önce Chicago’ya vardığında, kendi çocukları için bir okul bulması gerekiyordu. Bu somut ihtiyaç zamanla Laboratuvar Okulu’na dönüştü. O sırada ilk eşi Alice’a yazdığı bir mektupta “Zihnimde büyüyen bir okulun tasviri var,” demiş ve eklemişti: “Böyle bir okul için gerekli malzeme ve yöntemler artık dağınık hâlde, el altında duruyor.” Daha sonra tasarladığı müfredatlarda olduğu gibi, bu durumda kendi çocuklarının eğitimi için duyulan pratik ilgi, Dewey’in teorik atılımının yolunu açtı.
Atılım basitti. Öğretimi geliştirmek amacıyla çocukları incelemek, Dewey’e “çocukluğun doğuştan ve bozulmamış tutumu”nun bilimsel düşünceyle pek çok ortak yanı olduğunu gösterdi. Çocukların dünyaya yaklaşımı, onun ifadesiyle, “bilimsel zihnin tutumuna yakın, çok yakındı.” Kuram kuramından bir asır önce, Dewey çocukları ve bilim insanlarını yalnızca benzetmeyle değil, paylaştıkları gerçek bir tutum üzerinden de bir araya getiriyordu. İki grubun ortak paydasını ortaya çıkarmak, Dewey’in çalışmalarının odak noktalarından biriydi.
Çocuklara bakmak, bilim insanları hakkında çok şey açığa çıkarıyor gibiydi. Okulunu üç anlamda bir “laboratuvar” olarak kullanmak, Dewey’e yalnızca biliş ve öğretim hakkındaki fikirlerini test edebileceği bir mekân sağlamakla kalmadı, aynı zamanda bilimin kendisi hakkında yeni şeyler keşfetme imkânı verdi. Çocukların çalışmasını izleyerek, Dewey kendi düşünme yöntemine dair içgörüler kazandı. Kendiliğindenlik ve toplumsallık, Dewey’in çocuklarda gördüğü ve bilimde de tanıdığı başlıca özelliklerdi.
Çocuklara ve öğretmenlere sınıfta tam serbestlik tanımak, hem kendiliğindenliği besledi hem de Dewey’in bunu gözlemlemesine imkân sağladı. 1915 tarihli The School and Society (Okul ve Toplum) adlı kitabında bir resim dersini anlatırken, öğrencilere verilen her türlü talimatın “hazır olarak sunulmadığını; önce bir ihtiyaçtan doğduğunu, sonra deneysel yolla ortaya çıktığını” özellikle vurguladı. Bu yaklaşım, öğrencilere özgün çözümler üretme fırsatı verdi ve bu da öğretimde ve öğrenmede kendiliğindenliğin rolü hakkında yeni içgörülere yol açtı. Çocukların “iletişim içgüdülerinin serbest oyunu”nu gözlemleyerek, Dewey öğretimin ve bilimin de aynı şekilde kendiliğinden olması gerektiğine karar verdi.
Bu içgüdü dilinin işaret ettiği, ilgili dönemin psikolojisindeki başlıca varsayımlardan biriydi: Evrim teorisi. Charles Darwin’in Türlerin Kökeni’ni (1859) yayımlamasından sonraki on yıllarda, dönemin birçok psikoloğu zihnin incelenmesi üzerinde evrim teorisinin etkilerini ortaya koymak için çalıştı. Dewey’in kendiliğindenliğe verdiği önem de bu ortak projeden kaynaklanıyordu. Hem doğal hem de zihinsel dünyada evrim, tesadüfe kilit bir rol yüklemişti. Türlerin değişimi için rastgele varyasyonlar gerekliyken, zihinsel gelişim için kendiliğinden fikirler elzemdi. Çocukları oyun oynarken izlemek, Dewey’i kendiliğindenliğin bilimsel ilerleme için de kritik olduğuna ikna etti.
O bu farkındalıkta yalnız değildi. 19. yüzyılın sonlarında beşerî bilimlerin tümünde, bilim insanları “öteki zihinlere” bakarak kendi zihinlerini keşfettiler. Dewey gibi, pek çoğu insan doğası ve insan zihni hakkında açıkça evrimsel görüşleri savundu. Bu görüşler, insan akıl yürütmesinin kökenlerini ararken insan dışı hayvanların zihinlerini incelemelerine olanak tanıdı. İnsanlarla insan dışı akrabaları arasındaki, ne kadar uzak olursa olsun, kalıtsal bağlar; başkalarının zihinlerini özenle inceleyerek kendi zihnimiz hakkında her zaman öğrenilecek bir şey olduğunu vaat ediyordu. Günümüzde evrimsel psikoloji olarak anılan disiplinin ilk yıllarında, bilim insanları kendi yöntemlerini yeni şekillerde düşünmeye başladılar.
Örneğin, bu dönemde psikologlar tarafından geliştirilen “labirentteki fare” düzenini ele alalım. Bugün farelerin labirentte gezinmesini izlemek, bilimin doğası üzerine düşünmekten oldukça uzak gibi görünse de, bu tekniğin geliştirildiği 1900 civarında farelerin akıl yürütmesi söz konusu olduğunda çok şeyin bahis konusu olduğu düşünülüyordu. Cihazın geliştirilmesine yardımcı olan Clark Üniversitesinden lisansüstü öğrenci Willard Small, farelerin ödülü ararken sağa ve sola dönerken kendisinin “deneysel akıl yürütme” dediği şeyi sergilediklerini görebildiğini hissetti. Kendi başlarına bir deney idealinin peşinden giden Small ve meslektaşları, gözlemledikleri hayvanlar da dâhil, her yerde deneyi gördüler.
Fareler, bu yıllarda psikolojinin coşkulu hayvan koleksiyonunun yalnızca bir parçasıydı. Gelişmekte olan bilim, zihinlerinin mekanizmalarını ve sınırlarını incelemek için kedileri, köpekleri, kuşları, maymunları ve evet, hem yetişkin hem çocuk insanları yakalıyor, bir süre tutuyor ve test ediyordu. Tüm bu süreç boyunca, onları inceleyen psikologlar aynı soruyla karşı karşıya kaldı: Başka zihinlerde olup bitenlerin ne kadarı, nasıl gözlemlenebilir? Bu sorunun yanıtlarından biri Sigmund Freud’un psikanaliziydi; diğeri John Watson’ın ve sonrasında B. F. Skinner’ın davranışçılığıydı. Tüm bu araştırmacıların anladığı gibi, öteki zihinlere bakmak her zaman kendi zihnini derinlemesine keşfetmenin bir yoluydu.
Çocuk psikolojisi –o dönemde “çocuk incelemesi” (child study) deniyordu– bu açıdan bir istisna değildi. Yeni ortaya çıkan diğer beşerî bilimlerde olduğu gibi, çocuk incelemesinin gerçek denekleri alanın tek odak noktası değildi; çocuklar sıklıkla temsilî olarak kullanılıyordu. Birçokları için çocuğun zihni, kendi zihinlerini görebilecekleri bir pencereydi. Utanma duygusundan yoksun ve sahtekârlık yapamayan (ya da öyle düşünülen) çocukların, yetişkin zihninin iç işleyişini açığa çıkardığı düşünülüyordu. Kendilerini gözlemleyen bilinçleri, yetişkinlerin laboratuvarda kendiliğinden davranmasını engellerken, çocuklarda böyle bir endişe yoktu. Bu nedenle çocukların davranışları, yetişkinlerin artık gizlenmiş olan psikolojilerinin birer görünümü olarak görülüyordu.
Bazı bilim insanları daha da ileri gittiler. Evrimci düşüncenin egemen olduğu bu çağda bazıları çocuk incelemesini, bütün halkların ve kültürlerin ortak geçmişini gösteren bir pencere olarak gördüler. Bu görüşe göre çocukların oyunları, insan atalarımızın –bazen insan dışı atalarımızın bile– özelliklerini ve davranışlarını simgeliyordu. Bilim insanları, çocukluğun ham duygularını insanın tarih öncesine dair kanıtlar olarak yorumladılar. Bir başka ve çoğunlukla rekabet hâlinde olan görüşe göre ise çocukların oyunları yetişkin yaşamı için zorunlu bir hazırlık niteliğindeydi. Kardeşler arasındaki oyun-kavgalar, daha sonra daha büyük önem kazanacak çatışmalara hazırlık sağlıyordu. Her durumda, 20. yüzyılın başındaki psikologlar, çocukların kendiliğinden etkinliklerini geniş dünya hakkında ipuçları olarak gördüler ve bunlara geniş kapsamlı anlamlar yüklediler.
Dewey, Lab School’u bu heyecan verici ve ilham dolu atmosfer içinde kurdu. Burada yürüttüğü çalışmalar, onun “tam düşünme eylemi” fikrinin ve dolayısıyla modern bilimsel yöntemin temelini oluşturdu. Çağdaşlarının çoğu gibi, o da psikolojinin ilerleyişinin anahtarını çocukların öğrenmesinde aradı. Dewey ve diğerleri, alanın gelişebilmesi için yeni ve çoğu zaman alışılmadık fikirlere açık olması gerektiğini düşünüyordu. Başka bir deyişle bilim insanları, çocuklardan ipucu almalı ve beklenmedik, hatta saçma görünen fikirlere karşı uyanık kalmalıydı.
Kendiliğindenlik, Dewey’in çocuklardan öğrendiği derslerden biriydi. Düşünmenin yoğun toplumsal doğası ise bir diğeriydi. Çocukların “iletişim içgüdülerinin serbest oyununu” incelemek, ona çocukların hem yaparak hem de konuşarak öğrendiğini göstermişti. Çocuklar sınıfa, öğretmenlerin dikkat gösterdiği bireysel hedefler ve ilgilerle girerler; ancak en iyi, grup hâlinde, bir araya gelip fikir alışverişi yaparak öğrenirler. Dewey’in Lab School’u desteklemek için verdiği ve The School and Society adlı kitapta bir araya getirilen bir dizi konferansında, dikkatinin büyük bölümünü sınıftaki öğrenciler arasındaki etkileşimlere ayırmıştı.
Dewey, Columbia’ya gittikten sonra, meslektaşı ve yakın arkadaşı George Herbert Mead, öğrenmenin toplumsal doğası hakkındaki bu içgörüleri daha da geliştirdi. Sosyal psikolojinin kurucu isimlerinden biri olan Mead, uzun kariyeri boyunca toplumsal etkenleri incelemeyi bir toplumsal bilgi kuramına dönüştürdü. How We Think ile aynı yıl yayımlanan “Social Consciousness and the Consciousness of Meaning” (Sosyal Bilinç ve Anlamın Bilinci, 1910) başlıklı makalesinde Mead, anlamın, hatta belki benliğin bile, var olduğu sosyal bağlam dışında var olmadığını öne sürdü. Felsefi terimlerle ifade edersek, anlam hakkındaki bu görüş Amerikan pragmatizminin tanıdık bir yankısıdır. Pedagojik açıdan ise bu görüş, öğretim ve öğrenmenin ilişkisel niteliğine yeni bir vurgu getirmiştir.
Daha sonraki “Scientific Method and Individual Thinker” (Bilimsel Yöntem ve Bireysel Düşünür, 1917) başlıklı makalesinde Mead, en soyut bilimsel uğraşların bile toplumsal değerler ve amaçlarla dolu bir dünyada köklendiğini belirtti. Bilim insanları için de çocuklarda olduğu gibi, bilgi arayışındaki ilerleme, ortak araştırmacılar topluluğunda hedefleri ve yöntemleri birlikte geliştirmeyi gerektiriyordu. Bunun doğurduğu sonuçlar radikaldir. Mead’in bakış açısını uç noktasına götürürsek; bilgilenme ve öğrenme iç içe geçtiği, tüm öğrenme ise toplumsal olduğu ölçüde, hiçbir zaman tek başımıza bir şey bilmediğimizi söylemek mümkündür. Bu durumda, özel düşüncelerimiz bile toplumsal ilişkiler tarafından şekillenir. Çocuklukta öğrenme süreci, bize yalnız dahi imgesinin yakalayamadığı bir şeyi gösterir ve sonuçta bilimsel topluluğun gerçeklerine çok daha yakın görünür.
Kuram kuramcıları bir çocuğun zihninde bilimi gördüklerinde, aslında hep orada var olan bir şeyi görüyorlar. Çoğumuza ilkokulda öğretilen o bilimsel yöntem adımları, bizzat ilkokul öğrencileri üzerinde yürütülen araştırmaların bir ürünüydü. Çok gerçek bir anlamda, bilime ve yöntemine yüklediğimiz idealleri, nasıl düşündüğümüzü daha iyi anlamak amacıyla çocukları inceleyen bir grup psikoloğa borçluyuz.
Bir düzeyde, bu gizli tarih şaşırtıcı olmamalı. Psikologların inceleme konularını araştırmak için kullandıkları kategoriler, kendilerini insan olarak tanımlamak için kullandıkları kavramlarla kaçınılmaz olarak örtüşür. Sonuçta hepimiz bir zamanlar çocuktuk; buna psikologlar da dâhil. Çocukların yeni bir sorunla karşılaştığında ya da bir görevi başarmaya çalışırken yaptığı her şeyi bizler de yaptık ve hâlâ yapıyoruz.
Asıl şaşırtıcı olan şey, çocukluk psikolojisi ile bilimsel çalışma arasındaki yaratıcı, olanak sağlayıcı bağları gözden kaçırmış olmamızdır. Çocukların yeni şeyleri öğrenme biçimlerinin, bilimsel araştırmanın ilerleyişine benzer olması aslında çok açık olmalıydı. Açıklanması gereken şey, çocukların kuram kuramcılarına nasıl “küçük bilim insanları” gibi göründüğü değil, bu benzerliği nasıl olup da görmeyi bıraktığımızdır. Bunun yanıtının bir kısmı, dışarıda var olan bilim miktarıyla, yani bilimsel üretimin büyüklüğüyle ilgilidir. Bugün 1900 yılına kıyasla çok daha fazla bilim, çok daha fazla uzmanlık alanında yayımlanıyor. Bu kadar fazla bilimsel üretim karşısında, gelişmeleri takip etmeye, hele ki onları derinlemesine değerlendirmeye yetecek zaman bile yoktur. Bilim insanlarının kendileri bile bilim karşısında çaresiz kalıyor. Bir çocuk buna nasıl ayak uydurabilir ki?
Niteliksel bir boyut da var. Neyin bilim sayılıp neyin sayılmadığını tanımlamanın riskleri artık her zamankinden daha yüksek. İklim inkârcılığı ve aşı karşıtlığı çağında, bilimi çok geniş bir açıyla tanımlama fikri, politik açıdan kuşkulu değilse bile, akıllıca görünmüyor. Bilimi işler kılan yöntemin bebeklerin kafasında bile bulunduğu düşünülürse, bilimsel otoriteye ne olur? Bu kaygılar mutlaka yeni değil, fakat günümüzde kuram kuramcılarının iddiaları hiç olmadığı kadar sezgilere aykırı hâle gelmiş görünüyor.
Bugün bilim, erişilebilirlik ile otorite arasında sıkışmış durumda. Tekrar edilebilirlik krizleri ve veri madenciliği iddiaları, “araştırmalar diyor ki” veya “bilim bize gösteriyor ki” gibi klişelerle birlikte kullanılıyor. Ancak çoğu bilim insanının gayet iyi bildiği sır, “bilim”in aslında bize hiçbir şey söylemediğidir. Bilim bir mesaj değil, oldukça etkili bir araçtır. Dewey bilimi böyle gördü: Bilim, bilim insanı denen belirli bir grubun söylediklerinden ziyade, bir şeyleri söyleme biçimidir. Bilim bir tür akıl yürütme tarzıdır. En başta çocukları “küçük bilim insanları” yapan şey de buydu.
Bilimin nasıl tek bir yöntemle özdeşleştiğinin hikâyesi ise hâlâ anlatılmayı bekliyor. Geçmişte ve bugün, soru bu yöntemin ne kadar kapsayıcı olduğu ve onu kimin kullanabileceği sorusudur. Çocukları bilim insanları olarak görmek, bilimi küçümsemek anlamına gelmez. Aksine, bilimsel yöntem ile çocukların oyunu arasındaki ilişkiyi kurmak, bilimi çevremizdeki dünyada harekete geçirmenin yeni yollarını hayal etmemize yardımcı olabilir.
*Doç., Michigan Üniversitesi, Tarih Bölümü.
[1] Bu makalenin orjinali AEON’da yayınlanmıştır