ANLAMI HAMİL OLARAK DOĞMAK: ÇOCUK BABANIN SIRRIDIR

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Ekrem Demirli

    Modern araştırmalar, çocukluğun zihinsel ve biyolojik bir konu olarak ancak modern dünyada ortaya çıktığını, özellikle yetişkinlik çağının sorumluluklarının ve imkânlarının tanımlanmasıyla birlikte çocukluğun anlamının ortaya çıkabildiğini dikkate alarak dinî hayatın egemen olduğu çağlarda “Çocukluk bilinen bir konu değildi” veya “Orta Çağ’da çocuk yoktur” gibi iddialarda bulunmuştur. İlk bakışta oldukça iddialı ve şaşırtıcı gelen bu yaklaşımlar, bir gerekçeye sahip olsa bile çocukluk konusunun Orta Çağ boyunca ele alınma tarzının kendine mahsus özelliklerinin olduğu da aşikârdır. Bu meyanda çocuk ve çocukluk, insan hayatının bir evresi olduğu kadar, aynı zamanda genel anlamıyla insanın evrendeki konumunu anlatan bir tabir olarak görülmüştür. Metafizikçi düşünürler için insan âlemde ortaya çıkan son tür olduğu kadar aynı zamanda gaye varlık olması itibarıyla bir anlamda “âlemin çocuğudur.” Bu yönüyle insanı âlemin çocuğu olarak görmek, biyolojik ve bazen de ahlaki özellikleriyle birlikte bütün âlem ile çok yönlü akrabalık ilişkisinde gelişen bir varlık olarak onu kabul etmek demektir. İnsan göksel katmanlardan başlayarak yeryüzüne ve oradaki bütün türlere kadar güçlü ilişkilerle örülmüş bir ‘çocuk’ olarak doğar.  Özellikle tasavvuf edebiyatında dikkatimizi çeken bir tabir ise bu son türün taşıdığı anlama işaret eder: “Çocuk babanın sırrıdır.”

    Sufilerce Hz. Peygamber’in bir hâdis-i şerîfi olarak aktarılan cümlenin farklı tarzları yaratılış bahsini sudur üzerinden açıklayan düşüncelerde bulunabilir. Evvelemirde cümle, doğan ile dünyaya getiren (sebepler) arasındaki ilişkiyi süreklilik ilişkisi, sebep ile sonuç arasındaki ilişkiyi sebep cihetinden açıklamayı amaçlayarak sebebe dikkatimizi çeker. Bu anlamıyla cümlenin en basit ve yalın anlamı, sebep-sonuç ilişkisi olarak, çocuğun onu dünyaya getiren ebeveynin bedensel ve karakter özelliklerini taşıyarak doğmuş olmasıdır. Her çocuk şu veya bu ölçüde ebeveyne benzer, ebeveynin birçok özelliğini izhar etmek üzere dünyaya gelir. Hiç kuşkusuz insanın evlenmesinin ve çocuk dünyaya getirmesinin ana saiki benzerini meydana getirmek, bu sayede kendini çoğaltmak, imkân ölçüsünde kendi varlığını baki kılmaktır. Ölümlü dünyada ölümsüzlüğe varabilmenin yollarından birisi hiç kuşkusuz çocuk dünyaya getirerek birkaç nesilde bile olsa yad edilmenin yollarını aramaktır.  Ahlakı beklentisiz ve karşılıksız davranışlar olarak açıklayan Platon’un “ebeveyn için çocuğu sevmek mümkün müdür?” şeklinde dile getirdiği eleştirinin dayanağı burada ortaya çıkar: İnsan bir benzerini meydana getirmek veya kalıcı olmak arzusuyla hareket ederek bir işe yöneliyorsa, bencilliğini aşarak ahlaki bir eyleme ulaşması mümkün müdür, değil midir?  Böyle bir ahlak anlayışında sorunun cevabı bellidir: İnsan için çocuk bir beklenti meselesidir ve açık veya gizli birçok amaç söz konusudur. Hâl böyle olunca insanın evlenmek, çocuk sahibi olmak gibi davranışlarının ahlak ve erdemler kapsamında değerlendirilmesi ya mümkün değildir veya istisnai hâllerde mümkündür. Herkes kendini ve taşıdığı sırrı izhar etmek ister, her insan potansiyelini açığa çıkartmak ister, bu amaçla çocuk sahibi olmak, çocuk için bir hayır olmaktan daha çok ebeveyn için iyiliktir. Bütün bir çoğalma ve tenasülü insan türünün bekası olarak görmek, insanın kendi varlığını korumak saikiyle hareket ettiğini düşünmek, derin bir analizle, yanıltıcı olmayacak bir iddiadır.

    Hiç kuşkusuz sözün akla gelen ilk anlamı böyle bir benciliği iktiza etse bile, cümlenin farklı geleneklerde kazandığı daha derin anlamlar vardır.   Her şeyden önce “çocuk babanın sırrıdır” cümlesi babanın ve annenin gerçekte bir sır ve anlam taşıdığını dikkate alarak insanı yücelten bir anlam taşır. Her insan bir sırrı hamil olarak dünyaya gelir ve nesilden nesle o sırrı aktararak büyük maksada hizmet ederler. Bu bakımdan insan fani iken müşterek olarak hizmet edilen sır -İslam’da insana yüklenmiş emanet veya o emanetin gerçekleşme araçları- dünya üzerinde deveran etmeye en azından ondan daha uzun bir süre kalmaya devam eder.  Öte yandan her insan bir anlamı hamil olarak dünyaya gelirken aynı zamanda kendisi bütün âlemin bir ürünü olarak varlığın anlamını kendinde taşır. Bu durum yani insanın alemin sırlarını hamil olarak dünyaya gelmesi onun bilgi imkânlarının nedeni hâline gelecektir. İnsan kendini bir özet alem gibi görür, kendisi ile öteki alem ve varlıklar arasında bir ilişki tesis eder, bu sayede günümüzde de geçerli olmak üzere insan-öteki ilişkisinin zemini ortaya çıkar. Bu bakımdan insan bir küçük dünya olarak var olmakla dünyayı tekrarlayan, yaratılışı yeniden hatırlatan bir şölenle dünyaya gelir.  Bir çocukla birlikte ortaya çıkan sır,  âlemin ve varlığın anlamıdır. Hâl böyle olunca insanın doğumu hiç kuşkusuz bütün âlemin doğumu gibi bir mucize olarak kabul edilerek şölen gibi telakki edilir.  Bu meyanda bir insanın-çocuğun doğumu Hz. Peygamber’in doğumunda en yetkin anlatımını bulurken doğum ile metafizik arasındaki ilişki burada kurulur: Bu doğum Hz. Peygamber’in bilfiil, öteki insanların bilkuvve olarak doğumlarını ihtiva ederken insanın değerini, var oluş gayesini, dünyaya bir müjde gibi gelişini anlatır. Meleklerin ve bütün göksel varlıkların bu doğuma şahitlik ettiği şeklindeki Süleyman Çelebi’nin dile getirdiği cümleler, sırrı taşıyanın gelişini müjdeler.

    Ahlakın Üç Seviyesi: Çocukluk, Gençlik ve Adamlık

    Müslüman düşünce geleneklerinde çocukluk aynı zamanda ahlaki yetkinleşmenin süreçlerinden birisi olarak bu kez aşılması gereken bir evre olarak kabul edilir. Bu meyanda çocukluk, özellikle fütüvvet yani gençlik (Avrupa kültüründe bir dinî-ahlaki kavram olarak şövalyelik gibi) ile karşılaştırılarak ele alınarak çocuğun behemehal fütüvvete intikal etmesi talep edilir. Çocuk ve çocukluk ne kadar saf ne kadar temiz bir muhteva taşısa bile yetişkin bir insana “çocukluk etme” veya “çocuklaşma” denildiğinde ciddi bir uyarıda bulunulmuş demektir.   Böyle bir durumda çocukluk, masum anlamından uzaklaşarak, düşüncesiz olmak,  yetişkin olmanın iktiza ettiği sorumluluk ve aklilik yerine sorumsuz hareket etmek, bencilce davranmak anlamına gelerek insan için nefs ve heva hâline gelir. Özellikle tasavvuf terbiye yönteminde insanın mücadele ettiği nefsani arzular, henüz yetişkinlik çağına erişmediğinde insan için mazur ve masum olan duygu ve hâllerin akıl çağında ahlaki sorun hâline gelmesiyle ilgilidir. Yetişkin insan çocuksu davranışı kendisine layık görmez, bazen çocuksu yanı olduğunu itiraf etse bile, insana yakışan şey, yetişkinlik, bu amaçla da çocukluktan uzaklaşmaktır. Hâl böyle olunca çocukluk insanın doğal bir şekilde uzaklaşmak istediği, daha çok sorumluluk üstlenerek yetişkinliğe intikal etmek istediği evrenin ismidir. Her ne kadar özellikle büyük sufiler çocukluk kavramının iktiza ettiği edilgenlik, sorumsuzluk gibi anlamları dikkate alarak insanın âlem içinde daimî bir çocuk, daha doğrusu bütün âlemin ürünü olduğunu kabul etseler bile, netice itibarıyla amaçlanan kavram çocukluk değildir. Bu meyanda Hallac gibi sufiler de ‘insanın çocukluğu’, sürekli çocuk olarak kaldığı ‘odalarda bakılan çocuklar’ olarak yaşadıkları anlatılır. Bütün bunlar, insanın edilgenliğini anlatmak üzere, ilahi kader ve tedbir karşısında hâlden hâle gelişini söylemek üzere ortaya atılan düşüncelerdir. Bu bakımdan daha çok dişilik kavramı kullanılacak, çocukluk ise başka bir bağlamda kalacaktır. Nitekim Hallac-ı Mansur “Annem babasını doğurdu” diye bilinen meşhur şiirinde nefs, beden ve akıl ilişkisini hatırlatarak insanın çocukluk evresinden aklın idaresine intikal etmesi gerektiğine dikkatimizi çekecektir. Edilgenlik dişilik üzerinden açıklanmaya başlayınca İbnü’l-Arabî’nin “Âlemde herkes-her şey dişidir” şeklinde dile getirdiği düşünce daha kapsamlı bir Tanrı-insan ilişkisinin zemini hâline gelecektir.

    Dedik ki insanın ahlaki ve zihinsel yetkinleşme sürecini anlatan ilk kavram çocuk veya çocukluktur. Bir insan için çocuk veya çocuksu dediğimizde gerçekte onun zihinsel olarak gelişmediğinden, kararlarını verirken ahlaki düzeyde olmadığından söz etmiş oluruz. Bu durumda insan akıllı olmadığı gibi akıl onda bir potansiyel olarak bulunur (Hallac’ın aklın bedende doğumu ve daha sonra bedeni yöneten ilke hâline gelmesi derken kast ettiği budur).  Potansiyel ancak belirli şartlar dâhilinde yetkinleşmeye ulaşabilecek, nihayetinde ise en yetkin hâline ulaşınca insan maksadına ulaşmış olacaktır. Çünkü insanın dünyaya gelişi ve sırrı getirmiş olması, sadece bir haberci gibi getirmek değil, ne taşıdığını bilen hâline gelmesiyle taçlanır, insan o zaman gayeye erer, o zaman başka birine; kendi çocuğuna sırrı emanet ederek görevini tamamlar. Bu itibarla çocuk olma hâli kelimenin köklerinden birisini teşkil eden sabavet-sabi’nin gösterdiği gibi taşkınlık, şekillenmemiş olmak demektir.

    Çocukluğun akabinde fütüvvet gelir. Fütüvvet gerçekte İslam ahlak ilkelerini anlamak bakımından olduğu gibi İslam’ın dünyayla ilişkisini anlamak bakımından merkezî bir kavram olarak görünüyor. Fütüvvet temel itibarıyla “diğerkâmlık” anlamına gelerek insanın kendinden bir süre uzaklaşmasını, içgüdüsel bencilliğini aşarak kendisiyle ‘başka’ insan üzerinden yeni ve gerçekçi bir ilişki kurmasını mümkün kılan ahlaktır. Fütüvvet insanın kendini öteki insan nezdinde tanımasının merhalesini tesis eder.  Bu sayede insan öteki insanla ilişkisinde iki şeyi birden yapmış olacaktır: Birincisi çocuksuluğunun onu çepeçevre sarmasından çıkarak basit ve iptidai duygularının çemberinden kurtulacaktır. Bu itibarla fütüvvet yani öteki insanla kurulan ilişki bir özgürleşme yolu haline gelerek insanın aklını büyültecektir. Ahlak ile akıl, akıl ile insanın özgürlüğü arasında kurulan ilişki çocukluğun bu kuşatıcı ve sınırlayıcı dünyasının dışına çıkma imkânıdır. Bu sayede insan öteki insan ile yardımlaşarak kendi çocukluğunu aşar, öteki insanı tanımakla kendi sırrını fark eder. İkincisi ise öteki insanı rakip ve düşman olarak görmek yerine onu ayna sayarak kendisini tanıma kendi çocukluğunun örtmüş olduğu insanlığını keşfetme imkânı fütüvvet ile bulunabilir.  Müslüman ahlakın hemen bütün örnekleri, büyük idealleri fütüvvet ahlakını temsil eder. Bu bakımdan fütüvvet ahlakın en ikna edici örneklerini içerir. İnsanın başka insanlara iyiliği öncelikle insan sevgisinden kaynaklanırken bu sevgi aynı zamanda insanın benliğine yönelir, orada teessüs eder. İşin bu kısmı yani çocukluktan gelen sahte ben sevgisiyle fütüvvet ile insanın kendine dönen gerçek insan sevgisi arasındaki farklılık ahlakın amacını anlamak bakımından çok mühimdir: Ahlak insanın kendini sevmesini, kendisiyle barışmasını, kendini kabul etmesini sağlayan bir süreçtir. Bu sürecin başında insanın kendinden uzaklaşması bir tür mağaradan çıkmak gibi aydınlığa doğru gitmeyi amaçlarken daha sonra zorunlu bir şekilde insan kendine döner ve kendini gerçek bir bilgiyle tanır, gerçek bir ahlak ile sever. Ahlak insanın kendini gerçekte sevebilmesini sağlayan bir düşünme ve eylem yolu olarak kabul edilir. Sonra bu sevginin bizzat insanın kendisine döndüğünü göreceğiz.  İslam geleneği fütüvvet ahlakını teşkilatlandırmış, bütün insanlara açılan yardım kurumları ortaya çıkmıştır. Bu meyanda akılda tutulması gereken çok önemli bir ilke ise Hz. Peygamber’in Hz. Ali’nin diğerkâmlığını anlatmak üzere söylediği “Feta yani yiğit Ali’dir” hâdis-i şerîfidir.

    Ahlakın üçüncü merhalesi ise adam olmak, insanın bulunduğu hâlde nasıl hareket edeceğinin herhangi bir ön formu olmaksızın zaman ve mekânı bilerek davranabilmek ahlakıdır. Bu anlamıyla “racül” olmak, herhangi bir cinsiyet ihtiva etmeksizin, evrensel ahlaka sahip olmayı, baştaki çocukluktan çıktıktan sonra bir miracı ikmal ederek gayeye ermeyi anlatır. Racül (adam; erkek değil) kadın ve erkek olmak üzere bütün insan türünün nihai makamını anlatan en üst ahlaki kavramdır. Bu yaklaşımla ahlak nihai formuna ulaşırken iki mühim kavram ortaya çıkar: Birincisi sürecin başını anlatan “vaktin oğlu” anlamına gelen ibnü’l-vakt iken öteki ise vaktin babası anlamına gelen ebu’l-vakit tabiridir. İbnü’l-vakt daha önce dikkat çektiğimiz üzere “insanın takdir karşısında edilgenliğini” anlatır. Bu anlamıyla ibnü’l-vakt şimdiki zaman üzerine odaklanarak hâl içine yapılması gerekenlere bakar. Özellikle insanı tarihin yükünden ve gelecek hayallerinden özgürleştiren ana kavram ibnü’-l-vakt yani yaşama bilinci kavramıdır.   Buna mukabil ebu’l-vakt ise insanın yetişkinlik ve kemalini anlatır. Bu anlamıyla ebu’l-vakt (vakitte tesir sahibi olan baba) insanın kemale ermesiyle alemde tesir sahibi hâline gelir.