TARİH, GEÇMİŞ VE ÇOCUKLUK

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Adem Beyaz*

    Tarih, süreç, gelişim ve ilerleme gibi kelimeler bizim için artık o kadar sıradan ki günümüzde kastettiğimiz anlamlarına sanki yüzyıllardır ve hatta bin yıllardır sahip olduğunu düşünebiliriz. İnsanlığın en eski anlatı, hikâye ve masallarının çoğunda elbette bir tarih anlatılır. Antik Yunan yazarlar Thukydides ve Herodot ile tarih yazımının ve tarihçilik mesleğinin başladığı kabul edilir. Tarih anlatıları o dönemden beri sahip olduğumuz en değerli edebi türlerden biridir. Sadece Batı dünyasında değil, Uzakdoğu’da ve İslam coğrafyasında da kendine has niteliğiyle ve zenginliğiyle üretilmiş bir türdür. Sözlü veya yazılı kültüre sahip ilkel sayılabilecek halkların bile tarih anlatıları vardır. Ancak özellikle modern dönem öncesindeki metinlere baktığımızda, belirli birkaç istisna dışında, aslında tarih ve geçmiş anlayışlarını birbirine karıştırdığımızı fark etmeyiz. Bizim şimdi tarih olarak gördüğümüz şey aslında o dönemdeki insanlar için bir geçmişten ibarettir. Biz tarihte bir süreç, bir gelişim ve hatta bir ilerleme görürüz. Bu yüzden olayların nedenselliği bizim için çok önemlidir, tarihlendirme önemli bir mevzudur, bir akış görmekten kendimizi alamayız, dönüşüm ve değişim ararız ve bulmaya çalışırız. Fakat sadece geçmiş mevzu olduğunda anlatılanların hepsi âdeta bir sepet içinde sunulur bize, sepetin ve sunumun estetik olması yani retorik elbette önemlidir, ne var ki illa bir nedensellik aranmaz, olayların tarihleri, sırası ve dizilimi sadece anlatımı kuvvetlendirmek için mühim olur. Kısacası sırf geçmişten bahseden bu anlatıların bir tarihselliği yoktur.

    Günümüzde kullandığımız anlamıyla tarih bu sebeple çok yeni bir kelimedir. Sadece birkaç yüzyıllık tarihi vardır. Bunun yanında süreç, gelişim ve ilerleme kelimeleri de farklı değildir, onların da iki ya da üç yüzyıllık geçmişi vardır. Bizim ansiklopedik Türkçe sözlüklerimizdeki maddeler bir kelimeyi açıklarken ilk kullanıldıkları tarihleri maalesef pek vermezler, bu kelimelerin her zaman dolaşımda olduğunu sanmamızın bir nedeni de budur. Ancak Batılı sözlükler bir kelimeyi açıklarken mevcut anlamıyla ilk kullanıldığı tarihi kesinlikle verir. Fransızca Robert ve İngilizce Oxford sözlüklerine baktığımızda süreç, gelişim ve ilerleme kelimelerinin kısa tarihini hemen saptayabiliriz. Bu iddia tuhaf gelebilir ancak Thukydides tarihinden tutun da Taberî tarihine kadar modern dönemden önce yazılmış tarih kitaplarını incelediğimizde bize ancak kayıt sunduklarını, hafızada yer etmiş olabildiğince fazla vaka anlattıklarını, yöntem olarak da sadece retoriği kullandıklarını tespit ederiz. Nedensellik dâhilinde bir süreç, gelişim ve ilerleme asla göremeyiz, çünkü bunlar modern zihnin kategorileridir.

    Bizim bu yazıda incelemeyi düşündüğümüz konu da şu: Böyle bir zihin yapılanması psikolojik açıdan hangi bakış açılarının ürünüdür ve çocukluk bu bakış açılarında nasıl konumlanır?

    Söz konusu kelimelerin günümüzdeki anlamı kazanmasında belki de en çok paya sahip olan kişi Alman filozof Hegel’dir. Tarihe bakış açısı eşsizdir, tarih artık sadece geçmiş değil, rasyonel bir süreç ve akıştır. Tarih bir hedefe doğru ilerler ve gelişir. Geist (biz buna bu yazıda “bilinç” diyelim) kendini gerçekleştirmek zorundadır. Tüm ilerleme, bilincin evrimindeki müteakip aşamaları takip eder. İnsan çocuk olarak hayata başlar ve hem dünyanın hem kendisinin ancak zayıf bir bilincine sahiptir; kendi içinde ve kendisi için ne olduğunun bilgisine ulaşmak için önce deneyimsel bilincin çeşitli aşamalarından geçerek ilerlemesi gerekir. Çocuk duyusal duygularla başlar; insan daha sonra genel temsiller aşamasına, ardından da anlama aşamasına geçer ve nihayetinde şeylerin ruhunu, yani gerçek doğasını tanımayı başarır. Manevi konularda, çocuk önce ebeveynlerine ve çevresine yaslanarak yaşar; ebeveyninin tavrı ona zorlayıcı gelse de onların kendisini doğru yola yönlendirme çabalarının bilincindedir. Daha sonraki bir aşama gençliktir; bu aşamada insan artık kendi içinde bağımsızlık arar, kendine yeterli hâle gelir ve doğru ve etik açıdan uygun olanın, yani gerçekleştirmesi ve başarması kendisi için esas olanın kendi bilincinde bulunduğunu kabul eder. Yetişkinin bilinci ise esas olanla ilgili daha da fazla ilke içerir. İlerleme bilincin gelişiminden ibarettir.

    Bu yüzden, dünya tarihi, esas içeriği özgürlük bilinci olan ilkenin gelişiminin müteakip aşamalarını temsil eder. Bu gelişim aşamalıdır; Bilinç bu gelişimde doğrudan değil, dolaylı biçimde belirir, aynı zamanda içsel bakımdan da farklılaşır, çünkü Bilinç bu esnada kendi içinde bölünür ve farklılaşır. Bu çeşitli aşamaların evrensel biçimlerindeki daha özel belirlenimi mantık alanına aittir, ancak somut yönüyle Bilinç felsefesinin bir parçasıdır. Soyut niteliklerine gelince, burada şunu belirtmek yeterlidir: Sürecin ilk ve dolaysız aşamasında Bilinç hâlâ kendini doğadan çıkarmış değildir ve burada özgür olmayan bir tikellik hâlinde var olur. Sadece ikinci aşamada kendi özgürlüğünün bilincine ulaşır. Ancak doğadan bu ilk uzaklaşma eksik ve kısmidir çünkü dolaylı olarak bir doğa durumundan kaynaklanır ve bu nedenle ona bağlıdır, temel anlarından biri olarak hâlâ onun yükünü taşır. Üçüncü aşama Bilincin bu belirli özgürlük biçiminden saf evrensel biçimine yükselişidir ki bu biçimde Bilinç kendi bilincine ve kendi doğasının farkına varır.

    Böylece, Bilincin gelişimindeki ilk aşama, çocukluk bilinciyle kıyaslanabilir. Bu aşamaya Doğu dünyasında rastlarız; Bilinç ve doğanın birliği burada hâlâ hüküm sürer. Bu doğal bilinç hâlâ doğadan çıkmış değildir ve henüz kendine yetemez; bu nedenle henüz özgür değildir ve henüz özgürlüğün ortaya çıktığı süreci yaşamamıştır. Bilincin evriminin bu başlangıç aşamasında bile, devletleri, sanatları ve bilginin başlangıçlarını buluruz; ama bunlar henüz kendilerini doğadan kurtarmış değildir. Bu ilkel ataerkil dünyada, Bilinç hâlâ temel bir özdür ve birey ona sadece tesadüfi bir özellik olarak bağlıdır. Birin iradesine göre, diğer herkes çocuklar veya astlar konumundadır.

    Bilincin ikinci aşaması ayrılmadır; Bilinç bu aşamada kendi içine yansır ve basit bir itaat ve güven konumundan çıkar. Bu aşama iki farklı bölümden oluşur. Birincisi Bilincin gençlik çağıdır, bu çağda Bilinç kendi için özgürlüğe sahiptir, ancak bu özgürlük hâlâ temel öze bağlıdır. Özgürlük henüz Bilincin derinliklerinden yeniden doğmamıştır. Bu gençlik çağı Yunan Dünyasına karşılık gelir. Bu aşamanın ikinci bölümü Bilincin olgunluk çağıdır, bu çağda bireyin kendisi için kendi amaçları vardır, ancak bunları sadece evrensel bir şeyin, Devletin hizmetinde elde edebilir. Bu Roma Dünyasıdır. Bu dünyada, bireyin kişiliği ile evrensel olana hizmet karşı karşıyadır.

    Sonra dördüncü olarak, Cermen Çağı yani Hristiyan Dünyası gelir. Eğer bu durumda da Bilincin gelişimini bireyin gelişimine benzetmek mümkün olsaydı, bu çağa Bilincin yaşlılığı demek gerekirdi. Ancak yaşlılığın bir özelliği, sadece anılarda, şimdiden çok geçmişte yaşamasıdır, bu yüzden benzetme artık geçerli değildir. Olumsuz yönleriyle bireysel insan varlığı maddi dünyaya aittir ve bu nedenle yok olmalıdır. Ancak Bilinç, kavramlarına döner. Hristiyan çağında, ilahi Bilinç dünyaya gelmiş ve artık tamamen özgür ve özsel özgürlükle donatılmış olan bireyde ikamet etmiştir. Bu, öznel bilincin nesnel Bilinçle uzlaşmasıdır. Bilinç, kavramıyla uzlaşmış ve birleşmiştir; içsel bir bölünme süreciyle doğa durumundan gelişmiş ve öznellik olarak yeniden doğmuştur. Bütün bunlar, tarihin yapısıdır; ampirik gerçekliğin buna karşılık gelmesi gerekir. Bu aşamalar, evrensel sürecin altında yatan temel prensiplerdir.

    Çocuk psikolojisi alanında başyapıtlar vermiş İsviçreli fizyolog Jean Piaget de insan zihnini tasvir ederken tam tersi ama benzer bir yöntem benimser. Hegel tarihteki halklar ya da insanlıkta bir çocukluk tasavvur ediyorsa Piaget de çocuklukta tarihsel halkların sürecini tasavvur eder. Onun geliştirdiği teoriye göre insan zihni bir dizi evrede gelişir; Piaget bunlara duyusal-motor, işlem-öncesi, somut, işlemsel ve formel işlemsel evreler adını verir ve bunların sırası kültürlere göre değişmez. Duyusal alanımızın dışında kaldığında bir nesnenin sürekli var olduğuna dair farkındalık duyusal-motor dönem sırasında gelişir ve nesne sürekliliği olarak adlandırılır. İşlem öncesi evre sırasında çocuk benmerkezcidir ve her ne kadar temel dil ve sayı kavramları öğrenilse de duyusal olmayan bakış açılarından şeyleri göremez. Somut işlemler evresinde çocuk hem dünya hem de kendisi hakkında nesnel düşünmeye ve belirli nesne ve durumlar hakkında tersine çevrilebilirlik, korunum ve sınıflandırma gibi işlemleri kullanmaya başlar. Formel işlemler evresinde bunlar soyut düşünme, hipotetik-dedüktif muhakeme ve olgun ahlaki muhakeme şeklini alır.

    Benzer düşünce tarzlarına başka alanlarda da rastlarız. Evrimsel biyoloji ve psikoloji bunun güzel bir örneğidir. Türün seçilimi hayatta kalma ilkesini gözetir, hayatta kalanlar ilerleme ve gelişim göstererek daha yetkin hâle gelirler ve mükemmelliğe doğru ilerlerler. Sosyolojinin kurucularından Auguste Comte da toplumsal örgütlenmeler ve toplumsal düzenlemeler söz konusu olduğunda ilerlemeci fikirler içeren tarihsel bir yasa arar. Pozitif Felsefe Dersleri eserinde Comte’un önerdiği yasaya göre tüm toplumlar üç entelektüel aşamadan geçer; birinci aşamada fenomenleri teolojik olarak yorumlarlar, ikinci aşamada metafizik, üçüncü aşamada da pozitivist olarak yorumlarlar. Buna göre, toplumlar bu genel tarihsel yasa uyarınca ilerleme gösterirler.

    Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud da zihinsel rahatsızlıkları filogenetik açıdan tasvir etmek istemiş ve Comte’un bahsettiği tarihsel evrelere benzer şekilde aşamalı bir süreç tasavvur etmiştir. Evrimci düşüncenin de etkilerini bariz biçimde gördüğümüz Freud’un tasviri biraz daha karmaşıktır. Freud öldükten çok sonra ortaya çıkan Filogenetik Fantezi isimli metinde, ruhsal bozukluklar ile insanlığın hayatta kalması için gerekli olan adaptasyon tarihi arasında bir ilişki olabileceği olasılığı tartışılır. Kaygı histerisi (1), konversiyon histerisi (2), takıntı nevrozu (3), demans prekoks (4), paranoya (5), melankoli-mani (6) rahatsızlıkları dünya tarihinin dönemleriyle özdeşleştirilir. Yaklaşmakta olan Buzul Çağı’nın dayattığı yoksunlukların etkisi altında, insanlık genel olarak kaygılı hâle gelmiş ve genele yayılan bir kaygıya kapılmıştır (1). Zorlu zamanlar ilerledikçe, varlığı tehdit altında olan ilkel insanlar, kendini koruma ve üreme arzusu arasındaki bir çatışmaya maruz kalmış olmalıdır; bu çatışma, histerinin çoğu tipik vakasında ifadesini bulur (2). Sonraki evrimi kurgulamak kolaydır. Özellikle erkeği etkilemiştir. Libidosunu daha ekonomik kullanmayı ve gerileme yoluyla cinsel etkinliğini daha önceki bir aşamaya geriletmeyi öğrendikten sonra zekasını etkinleştirmesi onun için başat hâle gelmiştir (3). Bundan sonraki aşamaları anlatmak için psikanaliz tekniğinin ayrıntılarına girmek gerekir, o yüzden konuyu burada kesiyoruz ama özetle şunu söyleyebiliriz: Üç aktarım nevrozuna yönelik yatkınlıklar Buzul Çağı’nın çetin koşullarıyla mücadelede edinilmiştir, narsisistik nevrozların altında yatan fiksasyonlar ise Buzul Çağı’nın sona ermesinden sonra ikinci kuşağa karşı babanın baskısından kaynaklanır. İlk mücadele uygarlığın ataerkil aşamasına yol açarken, ikincisi toplumsal aşamaya yol açar; ancak her ikisinden de fiksasyonlar kaynaklanır, bunlar da binlerce yıl sonra iki nevroz grubunun yatkınlığı hâline gelir. Dolayısıyla nevroz tarihsel sürece yayılan kültürel bir edinimdir.

    Bu anlatıların ortak özelliği, tarihin ilk dönemindeki insanlığı ilkellikle ve çocuklukla bir tutmaları ve bu durumu bir gerilik ve düşüklük olarak görmeleridir. Elbette rasyonel bir süreç, akış ve gidişat dâhilinde bu ilkel ve çocuksu durumdan çıkılacak ve olgunluğa erişilecektir.

    Freud’un meslektaşı ve sonrasında hasmı olacak Carl Gustav Jung da medeni insanın zihninin tarihsel olarak bir süreçten geçtiğini kabul etse de ilkellikle ve çocuklukla özdeşleştirilen zihin durumunu bir düşüklük olarak görmez. Jung için ilkel düşünce ve duygu tamamen somuttur; her zaman duyumla ilişkilidir. İlkelin düşüncesi kopuk bir bağımsızlığa sahip değildir, aksine maddi olgulara tutunur. En fazla analoji seviyesine yükselir. İlkel duygu da aynı derecede maddi olgulara bağlıdır. Her ikisi de duyuma dayanır ve ondan sadece hafifçe farklılaşmışlardır. İlkel insan, tanrısallık fikrini öznel bir içerik olarak deneyimlemez; onun için kutsal ağaç tanrının meskenidir, hatta tanrının kendisidir. İşte bu somut düşüncedir. Medeni insandaki somut düşüncenin aslında bir yeteneksizlik olduğunu söyleyebiliriz; nitekim duyuların ilettiği dolaysız aşikâr olgular dışında hiçbir şeyi kavrayamaz, ya da öznel duygu ile duyumsanan nesne arasında bir ayrım yapamaz.

    İlkel halklarla ilk temas kurduğumuzda veya bilimsel eserlerde ilkel psikoloji hakkında okuduğumuzda, arkaik insanın garipliği karşısında derinden etkileniriz. İlkel psikoloji alanında bir otorite olan Levy-Bruhl, “mantık öncesi” zihin durumu ile bizim bilinçli bakış açımız arasındaki çarpıcı farkı devamlı vurgular. Ancak medeni bir insan olarak şu olguları bir türlü açıklayamaz: Bir ilkel, deneyimin bariz derslerinden neden bir şey öğrenmez; en belirgin nedensel bağlantıları nasıl olur da kesin bir dille reddeder; ve olayları sadece tesadüfe veya makul nedensellik gerekçelerine bağlamak yerine neden kendi “kolektif temsillerini” içsel bakımdan geçerli kabul eder. Levy-Bruhl, “kolektif temsiller” ile yaygın biçimde kabul gören fikirleri kasteder; bunların hakikati ta en baştan kendiliğinden aşikâr kabul edilir; ruhlar, büyücülük, ilaçların gücü ve benzeri konulardaki ilkel fikirler buna örnektir. İnsanların ileri yaşta veya ölümcül olduğu kabul edilen hastalıklar sonucunda ölmesi bizim için tamamen anlaşılır olsa da ilkel insan için durum böyle değildir. Yaşlı kişiler öldüğünde bunun yaşlılık yüzünden olduğuna inanmaz. Çok daha fazla yaşamış kişiler olduğunu savunur. Benzer şekilde, kimse hastalık yüzünden ölmez, çünkü aynı hastalıktan iyileşen veya o hastalığı hiç kapmayan başka insanlar olmuştur. Onun için asıl açıklama her zaman büyüdür. Ya bir ruh ya da büyücülük adamı öldürmüştür. Birçok ilkel kabile sadece savaşta öldüklerinde doğal olarak öldüklerini kabul eder. Diğerleri ise savaşta ölümü bile doğal ölüm olarak görmez, çünkü düşmanın ya bir büyücü olması gerektiğini ya da büyülü bir silah kullanmış olması gerektiğini iddia eder. Bu grotesk fikir bazen daha da etkileyici bir biçim alabilir. Örneğin, bir Avrupalının vurduğu bir timsahın midesinde iki ayak bileziği bulunmuş. Yerliler, ayak bileziklerinin bir süre önce timsahın yuttuğu iki kadına ait olduğunu fark etmişler. Hemen büyücülük ithamı gelmiş; bir Avrupalının şüphesini asla uyandırmayacak olan bu oldukça doğal olay, Levy-Bruhl’ün “kolektif temsiller” olarak adlandırdığı o ön varsayımlar ışığında beklenmedik bir şekilde yorumlanmıştır. Yerliler, bilinmeyen bir büyücünün timsahı çağırdığını ve ona iki kadını yakalayıp kendisine getirmesini emrettiğini söylemişler. Timsah bu emri yerine getirmişti. Peki ya hayvanın midesindeki ayak bilezikleri? Timsahların emredilmedikçe asla insan yemediğini söylemişler. Timsah, ayak bileziklerini büyücüden sadece ödül olarak almış.

    Bu hikâye yanardöner açıklama biçiminin ürünüdür ve “mantık öncesi” zihin durumuna özgüdür. Biz buna mantık öncesi diyoruz çünkü bize böyle bir açıklama saçma ve mantıksız görünür. Nitekim ilkel insanın varsayımlarından tamamen farklı varsayımlardan yola çıkarız. Eğer biz de onun kadar büyücülerin ve diğer gizemli güçlerin varlığına inanmış olsaydık, sözde doğal nedenlere inanmak yerine, onun çıkarımları bize mutlak mantıklı görünürdü. Aslında, ilkel insan bizden daha mantıklı veya daha mantıksız değildir. Sadece onun ön kabulleri farklıdır ve onu bizden ayıran da budur.

    Rasyonel bir gidişatı olan bir süreç dâhilinde düşündüğümüzde ilkel ve çocuksu durum zorunlu olarak düşük görülür. Ayrıca antropolojik verilerin çok yetersiz olduğunu hesaba kattığımızda bu anlayış sadece hipotetik olacaktır. Ancak bir süreç dâhilinde düşünmediğimizde bu hipotetik düşüklük birden görkemli bir yüksekliğe bürünür.

    Platon özellikle Timaios ve Kritias diyaloglarında Atlantis adlı bir adadan bahseder. Geçmişte bilinmeyen bir dönemde mahvolan ve Platon devrinde artık mitsel bir niteliğe bürünen bu ada huzurun, refahın, zenginliğin ve dertsizliğin simgesidir. Antik dönemden bu yana edebiyat tarihçileri başka hiçbir yerde bahsi geçmeyen bu Atlantis anlatısını Platon’un icat ettiği hususunda hemfikirdir. Geçmişte böyle bir adanın ve ada üstündeki böyle bir yaşamın hiç olmaması bu hikâyenin değerini düşürmez; aksine, benzer başka hikâyelerle aynı zeminde buluşup süreç, gelişim, ilerleme ve çocukluk hakkındaki anlatımıza güçlü bir dayanak sağlar. Atlantis’e en çok benzeyen anlatıların başında El Dorado gelir. İspanyol fatihler Amerika kıtasını fethederken bu muazzam zengin ve müreffeh medeniyeti de ararlar. Ancak elbette yeri ve var olup olmadığı tartışmalıdır. Kral Arthur hikâyelerinde anılan Lyonesse ve Camelot diyarları da benzer unsurlar içerir. Zenginlik diyarı Lyonesse’in toprakları çok verimlidir, 140 tane kilisesi vardır ama nihayetinde denizin altına batmıştır. Camelot da tıpkı Atlantis ve Lyonesse gibi altın çağ, medeniyet ve erdemin zirvesidir. Hyperborea diyarında en canlı tasvirleri buluruz. Bir cennet olduğu söylenir, güneş ülkesidir, insanlar orada ebedî bir mutluluk içinde yaşarlar ve asla yaşlanmazlar. Altın çağla ve mükemmellikle özdeşleştirilir. Budist geleneğindeki Şambala da efsanevi bir diyardır, Himalayalarda ya da Orta Asya’da bulunur. Genelde saf diyar olarak tasvir edilir; huzurun, ahengin ve ruhani irfanın yeridir. Diğer anlatılardaki gibi maddi değil de manevi mükemmelliğin diyarıdır.

    Süreç dâhilinde ilerleyen tarihte değil de zamanı aşan bir boyutta bulduğumuz bu durumları da çocuklukla özdeşleştirebiliriz, ancak diğer anlatıların tersine burada çocukluk döneminin sevimli ve kıymetli yanlarını buluruz. Nostalji merceğiyle bakıldığında, çocukluk sıklıkla idealleştirilir. Yetişkinlik hayatının yüklerinden ve karmaşalarından uzak, daha basit, daha büyülü bir zaman olarak hatırlanır. Kişisel bir “altın çağ” gibi hissedilebilir. Ayrıca çocukluk merak, hayal gücü ve akılcı ve somut sınırların ötesindeki şeylere inanma konusunda güçlü bir kapasite ile nitelenir. Dünya, tıpkı efsanevi bir âlem bulma fikri gibi, olasılık ve sihirle dolu gibi gelir. Bu mitlerin çoğu, azamet, zenginlik, huzur ve irfana sahip yerleri tasvir eder. Bunlar bir tür cennet veya altın çağı temsil eder.

    Sonuç olarak, başlangıç hikâyelerinin neredeyse hepsini çocuklukla özdeşleştirebiliriz, gelişimsel bir süreç dâhilinde düşündüğümüzde bu anlatılar çocukluğu düşük ve yetersiz görecektir, ancak hikâyede yahut tarihte bir süreç görmediğimizde kayıp bir cennet şeklinde gözümüzde belirecektir.

     

    *Çevirmen, editör.