KORKUNUN YÜZLERİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Murat Erşen*

    [G]ürleyen gökyüzünün Jove olduğuna inanıldı…

    Böylece Jove şimşeğin korku dolu krallığını elde etti, insanların ve tanrıların kralı oldu…

    Otorite felsefesi burada başlar.

    Giambatista Vico, Yeni Bilim, 379-386

    İnsan dünyada dışarı konulmuş (ex-posed), dışarıya açık olarak bulunur (Heidegger’in ifadesiyle Befindlichkeit). Dışarıya açık olarak bulunmak çevreleyen dünyanın bizi etkilemesine, bizi müteessir etmesine sebep olur. İnsan dışarıda savunmasızca sergilenmiştir, maruz bırakılmıştır, tehdit altındadır, kırılganlıktan ve incinirlikten oluşur, adeta şiddeti davet eder gibidir (bkz. Lévinas’ın Yüz fenomenolojisi). Bu yüzden şimdiden insanın -diğer canlı varlıklarla paylaştığı- temel duygunun muhtemelen korku olduğunu öne sürebiliriz.

    Şunu söylemiş olduk: “Dünyada olma” bizi dünyaya bağlayan, dünyaya katılmamızı olanaklı kılan, nesneleri anlamlı bulmamızı ve dolayısıyla herhangi bir şeyin tehditkâr olarak algılamamızı sağlayan temel duygusal bir doğaya sahiptir. Yine Heideggerci bir terminolojiyle, Dasein dünyayı duygusal tonalite (Stimmung) içinde deneyimler. Öyleyse bizi çevreleyen dünya nesnel olarak belirmez, daha ziyade bizim -hiç de nötr olmayan- anlam ufkumuzu temsil eder, anlam ufkumuza damgasını vuran da en başta duygular, duygulanımlar, heyecanlardır. Başka bir deyişle, duygu durumlarımızdaki değişimlerden etkilenmeyecek, bu dünyanın dışına çıkıp nesnel bir karşılaştırma yapma imkânı bulabileceğimiz verili olmayan bir dünya yoktur. Duygusal bir eğilim içinde olmak, dünyayı bir görünüşü altında görmektir ve dünya özel bir görünüş altında olmaktan başka türlü görülemez. Fakat bu, duyguların salt psikolojik fenomenler olduğu manasına gelmez, aksi hâlde dünyayı değil, yalnızca zihinsel yaşantımızı aydınlatırlar. “Eğer dünya, bir anlama sahip olabilen ya da bir anlamdan yoksun olabilen bir şey olarak anlaşılıyorsa, bir heyecan/duygu değişimi aynı zamanda dünyada bir değişim olarak görülmelidir.”[1] Wittgenstein’ın Tractaus’daki (§6-43) formülasyonu bu olgunun en açık ifadesidir. “Mutlu insanın dünyası, mutsuzunkinden başka bir dünyadır.” Aynı şekilde korku dolu bir dünya da bize bambaşka görünecektir.

    Korku bize dünya hakkında temel bilgileri, yani dünyanın en azından bazen tehlikeli olduğu bilgisini sağlar. Bu alarm sistemi, tehlikeli durumlar karşısında bizi hazırlıklı olmaya sevk eder. Ancak korku ile nesnesi arasında uyumsuzluk baş gösterdiğinde, bu his yargı yetimizi dumura uğratarak işlevini yitirir, yaşamsal olanakları daraltır. Demek ki, “duygu tek başına bir eylem değildir. Bizi bir davranışa iten, bu davranışa belirli bir ruh hâli ve renk veren içsel bir enerjidir. Bu enerji, bilişi, duygulanımı, güdülenmeyi, değerlendirmeyi ve bedeni eş zamanlı olarak etkiler.”[2] Yani duygular, doğru olsalar da yanlış olsalar da birer “bilgi”dir, birer bilişsel öğedir. Helenistik dönemde Stoacı ve Epikürcü filozoflardan başlayarak duyguların incelenmesinin bir ihtisas hâline gelmesinin ahlaki sebebi buydu. Yanlışlık duyguda değil, ona dair yorumda ya da yargıdadır. Öyleyse duygulara ve korkuya hâkim olma vaadi mümkündür. İnsan duyguları akıl süzgecinden geçirebilir ve yanlış bilgileri doğru bilgilerden ayırabilir. Yapılacak şey ilkin, ister içsel ister dışsal olsun bir şeyin iyi mi kötü mü olduğunu değerlendirmek ve ardından nasıl tepki verileceğine karar vermektir. Doğayla bütünleşmeyi, değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabulleniş ve dinginlikle karşılamayı, duyguların idaresini ele almayı sağlayan şey bu yaşam düsturudur. Demek ki korkuyla özgürlük arasında doğrudan bir bağ vardır. Özgürlük her şeyden önce yanlış korkulardan kurtulmaktır.

    Evrimsel açıdan baktığımızda ise, korkunun bir “armağan”, “en mükemmel rehber”, bir “süzgeçleme sistemi”, “birinci savunma hattı”, manipülasyon ve kandırılmaya karşı bir panzehir olduğuna şüphe yoktur. Korku hissetme yetisine sahip olmasaydık her türlü tehlikeye karşı savunmasız kalırdık; hayatta kalma ve üreme şansımız olmazdı.[3] Ancak duygular bizim en hayvani ya da yabani tarafımızı temsil ediyormuş, doğal ve doğrudanmış gibi görünseler de aynı zamanda toplumsal inşalardır ve içinde yaşadığımız kültürün inançları ve beklentileriyle dokunmuştur. O hâlde duygular toplum ya da kültür öncesi olmak şöyle dursun birbirleriyle iç içe geçmiş kültürel anlamlar ve toplumsal ilişkilerdir. Belli bir duyguya sahip olmanın ve bu duyguyu göstermenin uygunluğunu belirleyen normlar kültürden kültüre değişiklik gösterir ve toplumsal statüye göre de değişir:[4] “Kullandığımız dil ve bedenlerimizi anlamak için kullandığımız kavramlar, dinî inançlarımız ve ahlaki yargılarımız, moda, hatta zamanımızın siyasi ve ekonomik koşulları hep duygu rejiminin etkisi altındadır.”[5] Hemen korkuyu düşünürsek, korkuda kendimizin dışında bizi olumsuzlayan bir şeyle karşılaşırız ve en büyük tehdit elbette bizzat yaşamın kendisinin ortadan kalkmasıdır, dolayısıyla en büyük korkumuz ölüm korkusudur. Tam da bu yüzden “bütün insan kültürleri hayatın ölüm bilinciyle ve ölüm korkusuyla yaşanabilir kılınması için tasarlanmış mahir tertibatlardır.”[6] Bu yüzden tehlikeye dair içine doğduğumuz iyice yapılandırılmış inançlara ve değer yargılarına sahibiz. Tehdit ya da tehlike en çok bilinmeyenle, bireysel ya da toplumsal bütüne yabancı olanla bağlantılıdır. Bu yabancı ya da ötekinin kültürel ve politik tarifi, aynı anda korku, öfke ve nefret gibi olumsuz duygular yelpazesini harekete geçiren toplumsal duygu rejimini tanımlar. Dolayısıyla korku, özgürlük ve güven arasındaki çatışmanın tetikleyicisidir. Sara Ahmed’in deyişiyle bir “duygusal tesir politikası” söz konusudur: “Korku sanki dışarıdan gelip içeriye doğru ilerliyormuş gibi, kendisini hisseden bedenleri içine hapseder; bu şekilde etrafı sarılmış, içi korkuyla dolmuş bedenler inşa eder. Ne var ki korku, bedenleri ortak ya da dostça bir hisle bir araya getirmez.”[7] Bu bakımdan iktidarın korunmasında ve güvenlik politikalarının aklanmasında korkunun çok önemli bir rolü vardır.

    Korkunun toplumsal ve politik olarak yaratılıp beslenmesine dair en önemli örnekleri her zaman olduğu gibi sinemada bulabiliriz. M. Night Shyamalan’ın The Village (2004) adlı filminde, küçük, ücra bir köyün sakinleri tıpkı 19. yüzyılda Pennsylvania’nın Amerikalı yerleşimcileri gibi bir hayat sürmektedir. Ancak dış dünyaya kapalı bu köyün etrafındaki ormanda yaşayan isimsiz insansı yaratıklar köye korku salmakta ve köyden ayrılmanın önünde bir engel olarak durmaktadır. Öyle ki, koruma amacıyla köyün çevresine gözetleme kuleleri ve uçlarında yağ lambaları olan uzun direkler dikilmiştir. Hatta yaratıkları cezbettiği için kırmızı renk yasaklanmıştır. Gelgelelim filmin sonunda yerleşimcilerin 19. yüzyılda yaşamadıkları, modern şehirciliğin şiddet dolu suçlarının kurbanı olmuş bu insanların, toplumun dışında kendi topluluklarını kurdukları, yaratıkların da aslında gençleri dış dünyadan uzak tutmak isteyen yaşlıların uydurdukları bir efsane olduğu ortaya çıkar. Bilinçli olarak inşa edilmiş, belirli kurallarla sınırları çizilmiş bir ahlakı temel alan bir kurulum söz konusudur. Orada bir “yerde” korkunç bir şey olduğu fikri toplumları birlik olarak bir arada tutar. Korkudan korkmanın grup üzerinde bütünleştirici bir etkisi olduğu gibi aynı zamanda başka gruplara karşı düşmanlık geliştirir. Korku ortaklık/topluluk/cemaat için bir kaynak hâline gelir. O hâlde korkunun sürdürülmesi topluluğun varoluşunun devamı için bir ön koşulmuş gibi görünebilir. Korkunun belirsizlikle, özellikle de görünmez yabancının tehdidiyle ilişkisinin çarpıcı bir şekilde sergileyen diğer bir yapım, bir düşman alegorisi olarak okunabilecek Tepenin Ardı (Emin Alper, 2012); belirsiz bir düşmanın yaydığı korkunun nasıl ötekiye karşı öfke ve nefrete dönüştüğünü anlatan Dee Rees’in Philip K. Dick’s Electric Dreams serisinden Kill All Others’ıdır. İktidar güvenlik politikalarını haklı çıkarmasının yolu halkın içine korku tohumları ekerek, otoritesini bu korkudan beslenen nefret ve düşmanlığa dayandırmaktır. Geçen yüzyılın başında filizlenen her türlü faşizmden günümüzde hızla yükselen sağ popülizme ve Covid salgını sırasında deneyimlediğimiz kapanmaya kadar her türlü baskıcı uygulama korku duygusunu başarıyla kullanır ve rasyonel açıklamaların önünü alır.

    Siyaset felsefesi açısından baktığımızda, duyguların, en başta da korku duygusunun ortak dünyanın, toplulukların ve kolektiflerin kuruluşunun tam merkezinde yer aldığı iyice açık hâle gelir. Modern çağdaki temel kopuş, insanı doğal hâlde toplumsal bir varlık olarak görmeyen sözleşmeci düşünürlerin asli bir jestiyle, özellikle Hobbes’un devletin kuruluşunun kökenine bir pathosu, yani “şiddetli ölüm” korkusunu koymasıyla vuku bulur.[8] “Doğa hâli bir şok terapisidir.” Tebaanın yönetilmeye razı olması doğa korkusuyla eşleştirilen anarşi korkusundan ileri gelir. Bu modelde korku, devletin kurulması için bir zorunluluktur: Korku anarşinin “bedeli” olur ve sivil toplumun vaadi korkunun ortadan kaldırılmasıdır. İnsanlar korkusuz yaşayabilmek için özgürlüklerinden vazgeçerler. Böylece korku bir yönetim teknolojisi işlevi görür.[9] Alman hukukçu ve filozof Carl Schmitt de aynı güzergâhı izleyerek, devletin kendi varoluşunun gerekçesini insanların birbirlerine yapabileceklerinin korkusunda bulması temasını sürdürür. Ona göre, her hakiki siyasal teori insanın kötü ve tehlikeli bir varlık olduğunu kabul etmelidir. Müzakere yoluyla ihtilafların üstesinden gelmek pek olanaklı olmadığından, siyasi bir eylem, insanın ve toplum kendi varoluşunu sürdürmesinden, onu tehdit edenleri yok etmesinden, içerideki tüm düşmanları, yani homojen birlikle uyuşmayan herkesi bertaraf etmesinden ibarettir. Öyleyse siyasalın kendisi dost ve düşman ayrımıyla tanımlanır. “Herhangi bir dinsel, ahlaki, ekonomik, etnik ya da başka bir karşıtlık, insanları dost ve düşman olmak üzere etkili biçimde ayırmayı başaracak denli güçlü ise, politik bir karşıtlığa dönüşür.” Machiavelli’de de korku siyasetten ayrılmaz. Prens zaten sahip olduğu güce halkın rızasını sağlamak için korkuyu kullanır: “Kişi hem korkulan hem de sevilen olmalıdır; fakat ikisinin bir arada olması zordur, sevilen olmaktansa korkulan olmak daha güvenlidir.” Yine Vico için de medeniyetin ortaya çıkışı, yıldırımlardan korkan insanların korkularının kaynağı olarak yüzlerini gökyüzüne dönmeleridir. Yarattıkları bu tedirgin edici teolojik fabla önce kendileri inanıp korktular ve bir araya gelip tapındılar. Aslında ilahi gözün tehditkâr bakışı altındaki bu dünyasal panoptikon bütün göksel dinlerde yinelenir. Her şeyi gören görünmeyen bir varlık cezalandırıcı yetkesiyle bu dünyaya ve öteki dünyaya hükmeder.

    Tam da bu noktada korkunun metafizik (ya da teolojik) ve psikolojik tarafına dair yeni bir hat belirir. Unutulmamalıdır ki bilgi meyvesini yiyen Adem’in ilk tepkisi utançtan ziyade korkudur: “Adem, ‘Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim’ dedi.” (Tekvin 3:10). Fakat burada hemen belirtmek gerekir ki genelde korku ile kaygı arasında temel bir fark olduğu ileri sürülmüştür. İster gerçek olsun ister hayali, korku, yatağın altındaki bir yılan, saldırmakla tehdit eden bir ayı gibi gayet somut ve kesin bir şeyle ilgilidir; oysa kaygı (angst) henüz bilinmeyen ve belirsiz olanla ilgilidir Kierkegaard’ın açıklamasına göre, Adem iyi ve kötü arasındaki ayrımı henüz bilmediği için eylemini yasağı çiğnemenin hazzıyla açıklamak mümkün değildir; yine de yasağın cazibesine kapılmıştır. Bilmediği, anlamadığı bir durum onda kaygı yaratmıştır; özgürlüğün olanağını ortaya çıkaran yasak, onu kaygılandırır. Kierkegaard’da olduğu gibi Heidegger’de de kaygı otantik bir varoluşa ulaşmanın sıçrama tahtasıdır, çünkü ölüme-doğru-olmak’ın ve hiçlikle karşılaşmanın idraki insanda kaygı yaratır ve bu imkânın doğru kullanılması hakikatin kapısını aralar.

    Korku, metafizik ağırlığının ve bir yönetim teknolojisi olmasının yanı sıra münhasıran içinde yaşadığımız çağı karakterize etmek için teorileştirilmiş, hatta modern hayatın bir semptomu olarak merkezi bir rol kazanmıştır. “Korku kültürü” (Furedi), “Endişe çağı” (Dunant ve Porter), “Risk toplumu” (Ulrich Beck) tanımlamaları hemen akla gelenlerdir. Aslında bunun temel sebebi yine insanın kültürel bir varlık oluşu hasebiyle hayvanlardan farklı olarak hissettiği “ikinci derece”, “geri dönüşmüş” ya da “türev” korkulardır. Toplumsal varlık olarak insan doğrudan tehditler dışında dünya algısı çerçevesinde beklentilerini şekillendirerek davranışına rehberlik eden böylesi korkularla mücadele eder. Bu algının şiddetine göre dünya birden görünür ve görünmez, yakın ve uzak sayısız tehdidin kol gezdiği güvensiz bir yer hâlini alır. Tehlikelere karşı savunmasız olma hissiyatı gerçek tehlikelerin büyüklüğü ya da yapısından çok mevcut savunmaya olan güven eksikliğinden kaynaklanır. “Güvensizlik ve savunmasızlık içeren böyle bir dünya imajını içselleştirmiş bir kimse hakiki bir tehdit olmadığında bile sürekli olarak tehlikeyle doğrudan karşılaşmaya uygun yanıtlara başvuracaktır; ‘türev korku’ kendi kendini yürüten bir yetenek edinir.”[10] Bu korkunun pençesindeki insan en büyük korkuları olan ölüm korkusu, öteki korkusu ve delirme (zihnine, hafızasına, yargı yetisine güvenmeme, bunama vs.) korkusunu derinleştirir ve genişletir. Bedeni, malı mülkü, aklı, yaşam güvencesi (gelir, istihdam), geleceği (hastalık, yaşlılık, ekonomik kriz), dünyadaki yeri ve toplumsal hiyerarşideki konumu (statüsü), kimliği (sınıf, cinsiyet, etnik, dinsel) tehlike altındadır. Tabiat her cepheden saldırmaktadır: Depremler, salgınlar, hastalıklar, su baskınları, kasırgalar, toprak kaymaları, kuraklıklar, sıcak dalgaları. Ekolojik kriz kapıda olduğu gibi nükleer felaket hiç de tahayyül dışı bir olasılık değildir. Savaşlar, terörist saldırılar, göçmen krizi, toplumun ve adaletin yozlaşması, siyaset kurumunun çökmesi, öngörülemez teknolojik gelişme, yiyeceklerin yapısıyla oynanması, kirlilik, şiddet suçu, tecavüz, trafik kazaları vs. liste uzayıp gider. Bunun dünyayı algılayışımızda ve anlayışımızda yarattığı değişimi, Aydınlanma döneminin ütopyacı ideallerinin günümüzde yerini post-apokaliptik, distopik gelecek tasavvurlarına bırakmasında kolayca tespit edebiliriz.

    Don Delillo’nun ünlü taşlaması Beyaz Gürültü, tarihin her bakımdan en korunaklı döneminde (şu muhakkak ki özellikle Batılı insan geçmişe kıyasla, savaş, hastalık, acı ve ölüm gibi deneyimlerin hayli uzağında; kişisel güvenliği görülmedik ölçüde artmış durumda) her an ölüm korkusuyla burun burunaymış gibi yaşayan modern insanın bir tablosunu çizerek, başımıza gelmiş olan musibetlerin ötesinde, olabilecek her şeye musallat olan bir risk kavrayışının dünyaya bakmanın bir yolu olarak bizi nasıl korkuya sevk ettiğinin alametlerini koyar ortaya. Tehlike kapıdadır ve daha da kötüsü kimse tehlikeden azade değildir. Korku kültürüne ya da korku bulaşmasına yol açan şey tam da, fiili, somut bir tehlikenin bulunmadığı fakat her şeyin kesinlikten yoksun olduğu bir hâldir. “Esas mesele her gün etrafımızı kuşatan radyasyon türü. Radyonuz, televizyonunuz, mikrodalga fırınınız, kapının hemen dışındaki elektrik hatlarınız, otobandaki hız kontrol radarınız. Yıllardır bu düşük dozların tehlikeli olmadığını söyleyip durdular bize . . . Nükleer atıkların dökülmesi, akıntısı, sızıntısı. Er geç seni öldürecek olanlar evinde hemen etrafında olan şeyler…. Ben bir üniversite profesörüyüm. Televizyondaki o sel felaketlerinde bir sandalın içinde kürek çekerek kendi sokağında dolaşan bir üniversite profesörü gördün mü hiç? Eski ve saygın bir isme sahip üniversite civarında kurulu, güzel ve düzgün bir kasabada yaşıyoruz. Blacksmith gibi yerlerde öyle şeyler olmaz.”[11]

    Bu yüzden Bauman’ın deyişiyle “akışkan modern dünyada yaşamak, günlük kaybolma, yok olma, ortadan kalkma ve ölme provası” ile   “sona erme” deneyimiyle tanışmayı, “mutlak başkalık”la karşılaşmayı olabildiğince erteleme ve momento mori yükümlülüğünden kaçma arasında amansız bir mücadeleye dönüşmüştür. Sağlıklı yaşayarak ömrü uzatma, yaşlılığı geciktirme veya genç görünme, güzel olma, spor, beslenme, estetik ve tıp takıntı hâline gelmiş, fetişleşmiştir. Hatta bu kültür ister istemez yakın insani ilişkileri de risk çerçevesine oturtur. “Kültürel soğuma”, “soğuk yakınlık”, “cool conduct” diye çeşitli isimlerle vaftiz edilebilecek bu fenomenin sonucu olarak, bireyler ilişki kalıplarını değiştirerek kendilerine yönelik riski en aza indirmeye çalışır. Badiou bu durumu acı bir istihzayla betimler:

    “Bütün riskleri kapsayan bir aşk sigortası: Âşık olacaksınız, ama internette gezinip işinizi öyle iyi hesaplayacaksınız, eşinizi önceden öyle doğru seçeceksiniz ki -kesinkes fotoğrafını görecek, ayrıntılarıyla beğenilerini, doğum tarihini, burcunu vb. bileceksiniz-, bu sayısız öğeyi bir araya getirdiğinizde ‘Hah işte, onunla bu iş risksizce yürür’ diyebileceksiniz… Oysa ben aşkın ortaklaşa bir zevk olduğuna, neredeyse herkes için yaşama yoğunluk ve anlam kazandıran bir şey olduğuna inanıyorum, bence aşk bütünüyle risksiz bir düzende yaşamın zenginliği olmaktan çıkar. Bu bana biraz da bir ara Amerikan ordusunun yaptığı ‘sıfır ölüm’lü savaş propagandasını anımsatıyor.”[12]

    Böylece risk ve korku algısının yarattığı kırılganlığın getirdiği güvenlik arayışı, bedensel hareketliliği daralttığı gibi bir deneyim yoksulluğuna, kamusal alanın çöküşüne, insani ilişkilerin ve ritüellerin çözülmesine neden olur.

    Medya, toplumun riski algılayış biçiminin şekillenmesinde ciddi bir rol oynarken, tehlike enflasyonu, güvenliğin yüceltilmesine yol açar, fakat sınırın belirsizliği korku-güvenlik ilişkisini kısır döngüye sokar. Bu sebeple, politik retorikte özgürlük ile korkunun gittikçe birbirinin karşıtı hâline gelmesi hiç de tesadüf değildir.

    Öte yandan Auschwitz, Gulag ya da Hiroşima’yı deneyimlemiş nesiller ya da hemen yanı başımızda Filistin’deki ağır çekim soykırıma şahit olan bizler için korkuyu kötülüğün ikizi olarak tasavvur etmenin garip bir tarafı da yok. Ama kalbiyle aklı arasındaki irtibat kopmuş ve duygularını eyleme dökmekten acizleşmiş günümüz insanı korkuların ve kötülüklerin üstüne gitmektense bunlar karşısında kendi kabuğuna çekilip yalnızlaşıyor, tahammül edilemez kötülükler karşısında donuk öfkeler ve şefkat patlamalarıyla kifayet ederek eylemsiz bir “iç yorumcu”[13] konumunda esir kalıyor. Bu tutumun hâkim ekonomik ve siyasal sistemler ve sosyal medya tarafından beslenip, güçlendirdiğini ise söylemeye bile gerek yok. Zira kötülüğün kaynağı aynı zamanda korkudan da en çok kazanç sağlayandır.

     

    *Çevirmen ve editör.

     

    [1] Lars Svendsen, Sıkıntının Felsefesi, çev. Murat Erşen, (İstanbul: Bağlam, 2008), s. 131. Duygusal eğilim konusunda daha ayrıntılı bir izah için bkz. age., s. 128-140.

    [2] Eva Illouz, Soğuk Yakınlıklar, çev. Özge Çağlar Aksoy, (İstanbul: İletişim, 2011), s. 15.

    [3] Bunun yanı sıra korkunun bir de, sıkıntı ve merakla bağlantılı olan arzu edilir bir tarafı da vardır: “Korku dünyaya renk katar. Korkusuz bir dünya ölümüne sıkıcı olurdu. Biyokimyasal açıdan konuşursak, korku, merakla bağlantılıdır, bu da heyecan verici filmlerin ve deneyimlerin neden çok eğlenceli olduğunun önemli bir sebebidir… Hiç kuşku yok ki bir roman, bir film ya da bir bilgisayar oyunuyla birinin aklını başından almanın keyifli bir tarafı vardır. Korku dolu olan, başka bir şeymiş, dolayısıyla her günkü yaşamın sıkıcılığını gideren bir şeymiş gibi gelir.” Lars Svendsen, Korkunun Felsefesi, çev. Murat Erşen, (İstanbul: Redingot, 2008), s. 100, 102.

    [4] Duygusal kapitalizmi ve homo sentimentalis’in yükselişini masaya yatıran Illouz’un son derece yerinde tespitiyle “sosyal düzenlemeler çoğunlukla duygusal düzenlemelerdir… Dünyadaki pek çok toplumu düzenleyen temel ayrım ve fark –kadınlar ve erkekler arasındaki– duygusal kültüre dayanır ve kendisini bu yolla tekrar üretir.” Böylece örneğin korku duygusu da cinsiyet ayrımlarının ürettiği sosyal hiyerarşiyi sürdürür: Korku erkeğe yaraşan bir duygu değildir, ondan beklenen daha ziyade “cesaret, serinkanlı bir akılcılık ve kontrollü bir agresiflik”tir. Age., s. 15.

    [5] Tiffany Watt Smith, Duygular Sözlüğü, çev. Hale Şirin (İstanbul. Kolektif, 2018), s. 19.

    [6] Zygmunt Bauman, Akışkan Korku, çev. Cumhur Atay (İstanbul: Ayrıntı, 2020), s. 43.

    [7] Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası, çev. Sultan Komut (İstanbul, Sel, 2015), s. 84-85.

    [8] Thomas Hobbes, Elementa Philophica DE CIVE Yurttaşlık Felsefesinin Temelleri, çev. Deniz Zarakolu (İstanbul: Belge, 2007), s. 25: “İnsanların karşılıklı korku yoluyla toplum içinde birleşecekleri doğru değildir; tersine eğer birbirlerinden gerçekten bu kadar çok korkmuş olsalardı, birbirlerini görmeye bile tahammül edemezlerdi. ( . . . ) bu kelimeyle gelecekteki kötülüklere ilişkin tüm öngörüleri kastediyorum. Buna göre sadece kaçmak değil ama aynı zamanda korkudan doğan güvensizlik, kuşku, tedbirli olma ve önlem alma da korkmuş bir insanın karakteristik özellikleridir.”

    [9] “İşte duygu, ideolojik analize tam bu noktada dâhil olur. Fikirlerin yapısı, asla açığa vurulmadan, yalnızca aşılanmalıdır. Egemen rasyonalite elbette aktarılmalı, ama bu daima üstü örtülerek, gizlenerek, çarpıtılarak yapılmalıdır. Bu sebeple bu rasyonalite başka bir mecraya ihtiyaç duyar: Duygulanımsal bir kayda dönüştürülmesi gerekir. Tabi kılınmış sınıflar, ‘genel’ çıkar illüzyonunu kendi çıkarları sanmalı, üstelik bu yanlış anlamaya tutkuyla sarılmalıdırlar. Kendilerini bastıran iktidar mekanizmalarına duygulanımsal olarak yatırım yapmaya kanmaları, buradaki çelişkiyi de hiç fark etmemeleri gerekir. Kendilerine uygulanan tahakkümün gönüllü araçları hâline gelmelidirler. Bu koşulları sağlamanın en etkili yolu, toplumun iktidar yapısıyla uyumlu hissetme ve eyleme biçimlerini gündelik yaşamın alışıldık dokusu içine kazımaktır. İdeoloji en iyi, oluşturduğu fikir yapısı yaşandığında, yani üzerine düşünülmeden edime geçirildiğinde (Bourdieu’nun “habitus”unda olduğu gibi) çalışır.” Brian Massumi, Duygu Politikası, çev. Hakan Erdoğan (İstanbul: Otonom, 2019), s. 98-99.

    [10] Z. Bauman, age., s. 9-10

    [11] Don DeLillo, Beyaz Gürültü, çev. Handan Balkara (Ankara: Dost 2002), s. 228 ve s. 153. Bu temanın daha ayrıntılı bir serimi için bkz. Lars Svendsen, Korkunun Felsefesi, çev. Murat Erşen (İstanbul: Redingot, 2017), s. 67-97.

    [12] Alain Badiou-Nicolas Truong, Aşka Övgü, çev. Orçun Türkay (İstanbul: Can, 2011), s. 15-16.

    [13] Bu konuda bkz. David Rieseman, Yalnız Kalabalık, çev. Yeşim Erdem (Ankara: Heretik, 2016) ve Stjepan G. Mestrovic, Duyguötesi Toplum, çev. Abdullah Yılmaz (İstanbul: Ayrıntı, 1999).