KORKU VE TEMKİN
Hasan Sevil
Türkçede korku tek bir kelimeden ibarettir ama bu kelime kullanıldığında birçok şey ifade edilmiş oluyor ve kelimenin anlam alanını belirlemek tamamen muhataba kalmış oluyor. Konuşulan mevzu ya da yaşanılan olay korku olarak isimlendirilmekle beraber anlık tepkiler için de korku kavram olarak kullanılabilir. Tabi ki kişinin gösterdiği her tepki için aynı kelime kullanılamaz. Türkçede korku kelimesinin karşılığı olarak kullanılan birtakım Arapça kelimeler birbirlerinden oldukça farklı anlamlar taşırlar, her ne kadar gündelik Arapçada bunlar da birbirlerinin yerine geçecek şekilde kullanılmakta ise de. Mesela “haşiye” fiili Türkçeye tercüme edildiğinde “korktu” anlamına gelmektedir, bununla beraber gündelik Arapçada “havf” kelimesi de kullanılır ki bu da korku demektir. Korkuya dair Arapça söz varlığında yer alan kelimelerin anlamları arasındaki nüansları görebilmek için Kur’ân-ı Azimmüşşan’a bakabiliriz. Burada bu kelimelerin eş anlamlı olmadıkları, farklı anlamlarının olduğu görülmektedir. Yazımızın temas ettiği önemli noktalarından birisi bu husustur. Arapçada korkuya dair kullanılan bazı kelimelerin sahip oldukları mana ve muhteva zenginliğinden hareket ederek ve bunları açıklayarak konumuzu tartışacağız. Bu bağlamda kavramları iki açıdan ele alacağız: Dinî literatür ve tasavvufi perspektif. Tasavvuf ilimler içerisinde daha özel bir konuma sahip olduğu için böyle bir ayrıma gitmiş olduk.
Öncelikle korkuyu tanımlayacak olursak, korku bizim tehdit algımız neticesinde ortaya koyduğumuz duygu ve düşünceler bütünüdür. Sadece zihinsel bir süreç değil, aynı zamanda insanda fiziki olarak etkileri de görülen bir durumdur. İnsanın mutluluk, korku, üzüntü gibi farklı ruh hâllerinde vücudunun salgısı değişir: Sevinçte de gözyaşı dökebilir, kederde de. Korku kimi zaman tehdit karşısında ortaya çıkar. Kişinin kendisini, hayatını, sağlığını, çevresini ilgilendiren tehditlerde korku durumu kendisini gösterir. Örneğin çevremizde olan bir yangından, elim bir hastalığa düçar olmaktan, canımıza kast edildiğinde güç olarak ona mukavemet gösterememekten korkarız. İnsanlar korktuğu zaman doğal olarak yaptıkları şey, korkuya karşı bir tutum içerisine girer: Bazen kaçar, bazen sığınır, bazen yerinde kalakalır. Tüm bu durumlarda bir tehdit söz konusudur. Korkuyla tehdit birbirlerine paralel ilerlemektedir. Bununla beraber bazen hayatımızı tehdit etmemekle birlikte bizim hayatımızda önemli olumsuzluklara sebep olacak, bizi üzebilen birtakım hadiseler yaşarız. Konfor alanımıza müdahalelerde, kayıplarda, elimizden kayıp giden şeylere üzülürüz, hüzünleniriz. Mesela bir yakınımızı kaybederiz, kendi konfor alanımızda daralmalar yaşarız, sevdiğimiz şeyden, sevdiğimiz yerden uzaklaşırız. Bu tür durumlarla karşılaştığımızda ortaya koyduğumuz tepkinin adı üzüntüdür, hüzündür, kederdir (bunlar arasında üzüntünün derecesine bağlı olarak nüanslar vardır, hiçbiri eş anlamlı değildir). Bu hisler bizim psikolojik dünyamızı etkiler. Aslında bizi derinden etkilemenin temelinde eşyayı benimsemek yatar. Eşyayla kurulan bir aidiyetin sonucunda bu kayıplar bir üzüntüye neden olur. Sevgi beslediğimiz şeylerden bize yönlenmiş olumsuzluklar karşısında hissedeceğimiz duygunun adı hüzündür. Bir incinmenin ve üzülmenin adıdır. Tüm bu duygular beşerî bir durumdur, insan olmamız nedeniyle bu duyguları yaşarız. Çoğu kere bunlara bizim nefsimiz de müdahil olur. Bu dâhil olma kendi nispi varlığımızı mutlak varlık olarak görmemizden kaynaklanır. İnsan yaşadığı hayatın merkezinde olması itibariyle kendinde mutlaklık zannını hissedebilir ve bu durum elbette, kendiyle ve mutlak varlıkla kurduğu ilişki açısından tehlike arz edecektir. Kendi sınırlılıklarını idrak ederek mutlak varlığın kendisindeki birtakım tecellilerinin var olduğunu hissedip bütün varlığın mutlak varlığa ait olduğunu fark etmesidir asıl olan.
Korku ve haşyet kelimeleri birbirlerinden farklıdır. Türkçede korku kelimesinin kapsayıcılığı, haşyeti bir tür korku gibi anlamamıza neden olmuştur. Havf manasındaki korku, tarif edildiği üzere bir tehlike karşısında insanın ortaya koyduğu duygusal ve bazen de fiziksel tepkidir. Tehdit genellikle kişide bu tehdidi uzaklaştırmayı ve bundan bizzat uzaklaşmayı doğurur. Tehditle başa çıkacağımız zaman bununla mücadeleye de girişilir. Kendini yeterli gördüğünde korku karşısında savunmaya geçilebilir. Psikolojik temelli korkularda bunların aşılması için mücadele gerekir. Bunlara dünyevi açıdan baktığımızda yöntemleri, tedavisi vs. vardır. Fakat haşyette böyle bir durum söz konusu değildir, uzaklaştırmayı doğurmaz. Haşyet bir azamet, büyüklük karşısında onunla ilişkilerini tanzim etmek ya da edememek endişesinde olmanın hâlidir. Bir nevi incitmemek endişesidir. Karşıdakini üzmekten, incitmekten korkmaktır ve bu tehditten doğan bir korku değildir. Tehdit değil, bilakis bir tedbirdir.
“Allah Korkusu”
Gündelik dilde sıklıkla duyduğumuz “Allah korkusu” ifadesinin gündelik dilde ve bazı mahfillerde bu denli kabul görüşünün temel sebebi Kur’an-ı Azimüşşan ile irtibatımızın zayıf olmasıdır. Allahu Teâla şöyle buyuruyor: “Allah onlara zulmetmez, onlar kendilerine zulmeder” (Yûnus, 10:44). “Allah onların üzerine vermiş olduğu nimeti değiştirmez, onlar içlerinde değiştirmediği sürece” (Râd, 13:11). Allah’ın ihsan ettiği nimetlerde olumsuz anlamda bir değişiklik varsa bilelim ki toplum kendi içinde bir hata yapmıştır. Korku kavramındaki bu sapma da söz konusu ilke ile ilişkilidir. Buradaki mesele, bireysel olmaktan çok toplumsaldır. Bu ayetlerde kişisel alan kast edilmemiştir çünkü Allah nimetini azaltarak kişiyi imtihan edebilir, imtihan için de iptila edebilir. Başa gelenler karşısında iki eylemi vardır kulun: Bunlardan birincisi sabır, ikincisi şükür. Bunun ileriki aşaması ise kulun Hakk’a kurbiyeti nispetinde teslimiyeti olabilir. O yüzden veliler şöyle denmiştir: “Tamulara atsan beni, ben yine İllallah derim” veya “Gelse celalinde cefa yahut cemalinde vefa, ikisi de cana safa.” Sadece korkulan ve ceza veren bir Tanrı tasavvuru bizim dini literatürümüzde yoktur.
Âdetler ve alışkanlıklar üzerinden anlaşılan din tasavvurunda “Allah’tan korkma” mevzusu, tehdit psikolojisiyle bakarak insanların bir yerde toplanma endişesinden kaynaklanır. Zahir ehli diye nitelenebilecek kişilerde yer etmiş bu korku merkezli Tanrı anlayışına karşı bir ayeti söyleyebiliriz: “Ey kendilerini israf eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar; hiç şüphesiz O gafur (çok bağışlayıcı), rahimdir (çok merhametlidir).” (Zümer, 39:53). Bu ayet kullara her daim ümit verir. Ayette “Allah’tan ümit kesmeyin” dendikten sonra, tekrardan “inne” denmiştir. Bu kelime kesinlik ifade eder, “hiç şüphesiz”, “kesinlikle” gibi anlamlara gelir. Allah Teâlâ ayette affını “inne” kelimesiyle vurguluyor. Akabinde ayetteki “cemîan” kelimesiyle günahların hepsini affedeceğini söylüyor. Ayette tekrardan “innehû” deniliyor, ve bu şekilde kesinlik ifadesiyle O’nun gafur (çok bağışlayıcı) ve rahim (çok merhametli) olduğu vurgulanıyor. Bu ayete iman eden kişi, ayetin karşısında haşyet duyar, havf anlamındaki korkuyu hissetmez. Affını, merhametini bu kadar kesin ifadelerle vurgulayan Allah’tan korkulur mu? Başka ayetlerde Allah “yakıcı azabından” da bahseder, tabi ki bu inkâr edilemez, ama nihayetinde en merhametli ve en affedici olan O’dur.
“Takva” kelimesinin tercümesinde de bu anlamda bir hata vardır, genellikle kelime “Allah korkusu” olarak Türkçeye aktarılır. “Takva” kelimesi Arapça “vikâye” mastarından türemiştir. Bu kelimenin lügat anlamı “korumak, muhafaza, himaye etmek, gözetmek”tir. Takvada, koruyacağın ve gözeteceğin şey Allah’ın çizdiği hudutlardır. Bu sınırları aşmamaya gayret göstermektir. Dolayısıyla O’na karşı takva sahibi olmak, O’nun hudutlarını gözetmek, aşmamak için gayret göstermek anlamına gelir. Bunların tamamı aslında, kavram olarak derlenip toplandığında “salih amel”, yani “düzgün iş”in kapsamına girer. Takva sahibi olan kişi Cenab-ı Hakk’a karşı ilim, düzgün iş, tam bir güven, O’na karşı haşyet içerisindedir. O’nun büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğünün, daha doğrusu hiçliğinin idraki içerisinde olması Allah’a karşı bir tazimdir. O’nun bu tazime hiçbir zaman ihtiyacı yoktur. Bu bakımdan haşyet, hadiseler karşısında sergilediğimiz genel tavırdır ve bu tavır da mutlak anlamda korku değildir.
Korku Değil, Haşyet
Tasavvuf erbabı şöyle demiştir: “Âşıkta keder n’eyler, gam halk-ı cihanındır.” Eğer talip bir yola sülûk ettiyse onun üzülmesi, kaybettiğinde hüzünlenmesi yahut kazandığında sevinmesi yoktur. Masiva için var ile yok arasında bir fark gözetemez bir sufi. Varlık ve yokluk, mutlak var olanın takdirindedir. O yüzden “tedbirini terk eyle, takdir Hudâ’nındır” denmiştir. Bu mutlak tedbirsizlik anlamına da gelmez, elbette dünyevi tehditler karşısında icap eden tedbirlerin alınması gerekir. Fakat fark, o tedbire itimat etmemekten gelir. Çünkü itimat, güven, yani emin olmak, iman etmek demektir. İman eden insan eğer imanında samimi olur ise mutlaka ve mutlaka Bir olana itimat edecektir. Bu itimadın neticesinde her şeyin O’ndan geldiğine, her şeyin O’nun takdiriyle olduğuna ve bir kul olarak bizim vazifemizin ancak ve ancak O’na kul olmaktan ve O’na güvenden ibaret olmaklığına inanırız. Bu inancın gereği olarak da işlerimizi doğru ve düzenli bir şekilde yapıp yapamamak endişesini yaşarız ve bu endişeyle O’nun büyüklüğünün, bizim hiçliğimizin farkında olmaktır haşyet. O’nun için Kur’ân-ı Azimüşşan’da haşyet kelimesi iman ve salih amelle doğrudan ilişkilendirilmiştir (Bakara, 2:62). Cennet diye tavsif edilen ebedî hayat ve mutluluktan başka bir ayette bahsedilirken “Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldu,” ifadeleri geçer ve ayetin devamı da şöyledir: “zâlike limen haşiye rabbeh”, yani “bu işte Rabbine haşyet duyanlara” (Beyyine, 98:8). Haşyet, yaratıcısının kuldan, kulun da O’ndan razı olmasına dayanır, bir tehdide değil. Bu tarafıyla, haşyet korku değildir çünkü Cenab-ı Hakk kulunu tehdit etmez. O’nun varlığı, vacibü’l-vücûd oluşu bizim için bir tehdit değildir, bilakis bizim için güven, dayanak ve iman noktasıdır. Kul O’nun büyüklüğü karşısında ancak O’na karşı haşyet duyar. Başka bir ayette “Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar haşyet duyarlar” (Fâtır, 35:28) beyanı vardır. Ayette geçen “ulema” ifadesiyle, Allah’ı bilenler kastedilir. “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisi hatırlanabilir bu noktada. Kendimizden, kendi hiçliğimizden, kendi izafiliğimizden her şey ve mutlak olana doğru tanınma maksadıyla bir gayret gösterirsek O bize kendini açacak, bizi kendisine dost kılacaktır. Nitekim Cenab-ı Hakk’a yaklaşmak O’na yakın olmakla, O’nu sevmekle olur. Ne kadar O’na yaklaşırsak, O bize daha yakın olur. Cenab-ı Hakk’ı tanımak için gösterebileceğimiz herhangi bir gayretin neticesinde O bize kendine ait, O’nu anlamaya yönelik bütün kapıları bizim imanımız ölçüsünde bize açacaktır. Ne kadar O’na güveniyorsak O kadar açacaktır. Allah’ı tanıyan O’ndan uzaklaşmaktan, O’nu incitmekten, O’nun emrini tutmamaktan, O’nu üzmekten, O’nun hoşnut olacağı şeyin tersini yapmaktan her zaman endişe içerisinde olur, kısacası daima haşyet üzere olur. Ama hiçbir zaman O, kulu için bir tehdit ve korku unsuru değildir. Bilakis O sevgililerin en güzelidir. Ve o sevgi, aslında O’ndan bize doğru gelmektedir.
Bir insan bir duvar örüyorsa, statik hesabını, mimari estetiğini, malzemesinin içeriğini doğru düzgün yapmadıktan sonra o duvar yıkılmaya mahkumdur. Kişinin ameli de böyledir. İman ve salih amel neticesinde haşyet ortaya çıkar. Biz her şeyi düzgün yaptıktan sonra, sevdiklerimize karşı içimizde onun beğenip beğenmeyeceğine dair bir endişe taşırız. Bu endişe, bir korku değildir. Karşıdaki kişi, beğenmese bile takdir eder çünkü burada düzgün ve güzel bir iş için bir gayret vardır. İnsanlar bile bu noktada gayrete merhamet gösterir. Cenab-ı Hakk hiç şüphesiz çok merhametlidir ve çok affedicidir. Tüm bunlara rağmen O’nun azameti, kibriyası, ulviyeti karşısında kişinin O’na karşı tevazu içerisinde başının eğik olması haşyettir. Kendini beğenerek benlik iddiasında bulunmak kişiyi zelil eder. Haşyet bu anlamda bir tevazudur. Haşyet, yapılan amelin hiçbir zaman O’nun şanına layık olmayacağının bir ifadesidir. Efendimizin “Ey ibadete yegâne layık olan sana gerektiği gibi ibadet edemedik, sana gerektiği gibi şükredemedik…” duasının bir tarafı haşyeti ifade eder. O kullarının taziminden müstağnidir. O’nun tazime ihtiyacı yoktur, bizim O’nu tazime ihtiyacımız vardır. Bundan dolayı Kur’ân-ı Azimüşşan’da Cenab-ı Hakk’a yakınlık kesbedenler, yani Allah’ın dostları evliyaullah için “onlara korku yoktur ve onlar üzülmezler” denir (Bakara, 2:38). Onlar için Cenab-ı Hakk’ın varlığı ve ahiret bir tehdit değildir, kavuşmadır.
Tehdit meselesinde bir hususun hatırlatılması faydalı olacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de tehdit gibi okunabilecek bazı ayetlerin var olduğu söylenebilir. Bu ayetler mutlak anlamda tehdit olarak görülemez. Hüznü ve korkuyu yaşamayacak olanları Allahu Teâla temelde iki özellikle anar: Birincisi iman ve ikincisi yapılan işin sağlamlığı, yani salih amel. Bu özellikler Allah’a karşı haşyet sahibi olanlar için de geçerlidir. Öyleyse imanı ve salih ameli olmayan kişilere karşı bir tehdit mevzu bahis olabilir fakat bunlara sahip kişiler için değil. Allahu Teâlâ’yı inkâr, O’nun vermiş olduğu nimetleri görmüş olsa da görmemek, söylememek ve duymamaktır. Cenab-ı Peygamberin nübüvvetini çok iyi bildikleri hâlde, görüp duyduğu hâlde söylemeyenler için bir tehdit elbette olacaktır. Ancak imanı olan, Allah’a güveni olan insanın korkacağı türden bir şey yoktur. Hakikatte bütün varlık O’na ait olduğu için ve bütün bu varlık içerisinde yegâne tasarruf sahibi O olduğu için bu varlıktan bir şeyleri kazanmak ve kaybetmek üzmez iman edenleri. Eşyanın, masivanın var ile yok olmasını takdir eden O’dur. O’na imanı olan bir insan izafi varlık ve yokluk arasında bir fark gözetmez. Kulun üzerine düşen iman edip işini düzgün yapması ve O’na güvenmesidir ve dolayısıyla iman bir bakıma O’na karşı güven, sevgi ve itimattır. Allah’a karşı bu iştiyakı duyan insan O’nun için her şeyi güzel yapar. Cenab-ı Hakk bunu yapmamızı emrediyor fakat bunu anladığı hâlde örtenlere bir azaptan bahsedilebilir. Bu azap sadece öteki dünya için değil, bu dünyada da vuku bulabilir.
İmanın insanın hayatına yansıması kişiyi havftan kurtarıp, haşyete sevk etmesiyle mümkün olur. Allah’a imanı tam olan, işini düzgün yapan ancak teslim olur. Teslimiyet tezahürü “onlara korku yoktur ve onlar üzülmezler,” beyanında geçer. Onların gerçek anlamda herhangi bir kayıttan dolayı üzülmediklerini, herhangi bir tehdit karşısında korkmadıklarını, cesur olduklarını görürsünüz. Bu açıdan bakıldığında bütün peygamberler cesurdur, bütün veliler cesurdur. Çünkü imanları ve amelleri tamdır, dolayısıyla teslim olmuştur. Zaten iman teslimi gerektirir. Ondan dolayı “Âşıkta keder n’eyler” demişlerdir. Burada mevzu bahis olan, yegâne olana aşktır, yani kalbi ancak onunla tatmin olabilecek mutlak ve kusursuz varlığa aşıktır. Bu imanın da ötesinde özel bir teslimiyet hâlidir.
Tasavvufî literatürde, hâl bahislerinde geçen havf ve reca mevzusundaki havf, insanoğlunun kendini hiçbir zaman güvende hissetmemesini ifade eder. Çünkü kişi akıbetini bilemez. Kendi akıbetimize dair bir itimadımız olsa da onu tam olarak bilemeyiz. Akıbetimizin ne olacağı ve kendimizle (yani nefsimizle) mücadelemizde her zaman kazanabileceğimiz, bunun nasıl biteceğine dair elimizde hiçbir güvence yoktur. Bununla birlikte insanlık aslında en temelde iki zümre olarak düşünülebilir: Ehl-i iman ve ehl-i küfür. Onun için ehl-i iman Allahu Teâla’dan her zaman hüsnü hatime, yani güzel bir son istemiştir. Bu dilek, haşyetten doğan bir şeydir. Akıbetin menfi olmasının havfî bir tarafı olduğu için böyle denmiştir. Havf ve recaya, korku ve ümit denmesinden ziyade “ümit ve ümitsizlik” de diyebiliriz. Bundan dolayı nevmit olamaz bir mümin. Ümitsizliğe kapılmak imanla küfür arasındaki gidiş geliş değildir. Bunun endişesinden dolayı hissedilen şeylerdir. Geleceği bilmediğimizden iman ile göç etmeyi umarız, bundan dolayı duyulan endişedir. Tehdit karşısında hissedilen bir korku değildir. Tasavvufta da insanoğlunun havf ile reca arasında olma meselesi sabit bir durum değildir, aşılan bir hâldir. Sonunda temkine varılır. Temkine gidildiğinde ise ümitsizlik kalmaz.