YENİ PLATONCU SEFER
Jonathan Egid*
Fikirler gayet maddesiz veya havai şeyler gibi gözükebilir. Çay, baharat ya da ipek gibi tüketim maddelerinin dünya üzerindeki ticaret dolaşımını anlayabiliriz fakat fikirlerin dünya üzerindeki hareketini bu şekilde kavrayamayız. Havai oldukları için fikirler tek başına alınıp satılamaz. Üstelik fikirler tüketilemez de. Bir filozofun çalışmasında “kullanılmış” bir fikir “tüketilmiş” sayılmaz, bir başka filozof bu fikri pek tabii kullanabilir, bir fikir yeterince kullanıldıktan sonra, tükenmek şöyle dursun, sadece dönüşür.
Demek ki fikirler yoldayken değişime tabi olur, aktarımları esnasında kendileri de dönüşür. İşte bu sebeplerden dolayı seyahat, felsefe için çok önemlidir. Dil, din ve tarih bariyerlerini aşma esnasında meydana gelen biçim değiştirme sayesinde, felsefi fikirler seyahat ettikçe kavramlar da yeniden hayat bulur.
Bu makalede bu süreçlere ışık tutmaya çalışacağız; Yeni Platonculuğun yeryüzündeki hikâyesi de faydalandığımız hususi örnek olacak. Bu örneği seçtim çünkü dünyanın birçok bölgesindeki birçok felsefi gelenek için Yeni Platonculuğun derin anlamları vardır; bunun yanında, Yeni Platonculuk bilmediğimiz bağlamlarda felsefi fikirlerin nasıl dönüştüğünü canlı biçimde gösterebilir.
Bazen “geç dönem Platonculuk” olarak da anılan Yeni Platonculuk, nous kavramına odaklanır; genelde “düşünce” ya da “akıl” diye tercüme edilen bu kavramın fiziksel dünyaya üstünlüğü vardır, odaklandığı bir başka fikir de tüketilemez çeşitliliği dâhilindeki tüm gerçekliğin bir şekilde bu tek ve maddesiz ilkeden ileri geldiğidir. Dünyadaki her şeyin bu bölünmez ve ilahi sebep dahilinde anlaşılıp açıklanması gerekir; Yeni Platoncular buna bazen “Bir”, bazen “İlk” bazen de “Tanrı” der. Bir, “varlık hiyerarşisinde” en tepede yer alır; bu hiyerarşide bu dünyanın daha az gerçek ve daha somut şeyleri soyut ilkelerin altında konumlanır, ki nihayetinde o somut şeyler soyut ilkelerden türer zaten. Peki ama nasıl? Tecrübemizin çeşitliliği ve çokluğu bu tek ilkeden türer ama bunu açıklamak Yeni Platoncuların karşılaştığı temel sorun olmuştur: İlahi bir zihin nasıl olur da kusurlu bir fiziksel dünya yaratır?
En büyük klasik Yeni Platoncu Plotinos’un Dokuzluklar metnine göre, “südur” süreci bu sorunu çözer. Südur da “Birin taşma süreci” olarak tarif edilir; gerçekliğin çokluğu “Bir”den taşar, ama o Birin zamanı aşan yapısını azaltmaz ya da değiştirmez. Plotinos’a göre üç südur katmanı vardır: birincisi nous, yani fikirler âlemi; ikincisi ruh, bu da ikiye bölünür, bir tarafta duyulur dünyayla duyu üstü dünyayı birbirine bağlayan “dünyanın ruhu”, diğer tarafta da her birimizin bedenini canlandıran “bireysel ruh”; üçüncüsü de maddi dünya, yani gerçekliğin “en düşük” seviyesi, ki Plotinos bunu Birin hakiki gerçekliğinin antitezi olarak görür.
Dokuzluklar’da ve Plotinos’un öğrencisi Porphyrius’un çalışmalarında, bu “düşüş” anlatısı yani Birin süduru vasıtasıyla gerçekliğin önce ruha sonra da duyular dünyasına düşüşü, inanılmaz derecede zengin ve karmaşık bir felsefi sistem dâhilinde vuku bulur, bu sistem sadece imgeler ve metaforlar açısından zengin değildir, aynı zamanda açıklayıcı güçlerle doludur. Aklın temel olmasında ve maddi dünyayı o akıldan üretmekte ısrar eden Yeni Platonculuk bir tür idealizmdir. Bazen “mistik” veya “dinî” diye tabir edilen bir felsefe biçimidir ve önümüzdeki macerada göreceğimiz üzere, dinî formu mistik formdan ya da felsefi formdan ayırt etmek zordur. Bir bakıma bu formlar samimi yol arkadaşlarıdır.
Yeni Platonculuğun kökleri MS. 3. yüzyılda İskenderiye’de faaliyet göstermiş Plotinos ve onun öğrencisi Porphyrius’un yazılarına dayanır; gerçi isminden anlayacağımız üzere temel fikirler Yunan felsefesine ve dinine ve Platon ve ötesine kadar gider. Yeni Platonculuk, o vakte kadarki tüm Yunan felsefesinin büyük bir sentezi gibi kabul edilebilir. Platon, Aristoteles, Sokrates-öncesi filozoflar, Helenistik kültürün unsurları ve din ve şiir gibi felsefi girişimin çeperindeymiş gibi görülen olguları kendinde toplamıştır. Bir yorumcunun belirttiği üzere, “Yeni Platoncular, Yunanlardaki felsefe, din ve hatta edebiyat geleneğinin neredeyse bütününü toplayıp, benimseyip yaratıcı bir şekilde harmanlamıştır.”
Plotinos ve Porphyrius dönemindeki İskenderiye, o zamanlar dünyadaki en büyük şehirlerden biriydi, ayrıca tüm zamanların en verimli entelektüel ortamlarından biri olarak kabul edilir, bunun nedeni de büyük oranda Yunan ve Sami dünyaları arasında yer almasıdır.
Birinci yüzyılda İskenderiyeli Philon, Yahudiliği ve Yunan felsefesini sentezleyip Yaratılış Kitabı’nın mecazi yorumlamasını yaparak bir Yahudi felsefesi ortaya koymuştur. Yahudilikle Yunan felsefesini yaratıcı biçimde sentezlemesi, geç antik dönem Etiyopya’sından Ortaçağ İran’ına ve Rönesans Floransa’sına kadar filozoflara bin yıl boyunca rehberlik edecekti. Plotinos ve öğrencisi Porphyrius İskenderiye’de faaliyet gösterirken Helenlerin geleneksel dünya görüşüne esas tehdit oluşturan din Yahudilik değil Hıristiyanlıktı. Belki de Hıristiyan doğmuş olan Porphyrius, genç dinin azılı bir düşmanıydı, Hıristiyanlara Karşı başlıklı bir metin kaleme almış ve geleneksel çok tanrılı tapınmayı ve faaliyetleri teşvik etmiştir. Fakat burada her iki taraf için de büyük bir ironi söz konusudur; çünkü Hıristiyanlık kısa bir süre sonra Yeni Platoncu olacak, Yeni Platonculuk da büyük ölçüde Hıristiyan genişlemesi sayesinde yayılacaktır. Akdeniz çevresindeki ilk kilise babaları başta olmak üzere Augustinus gibi figürler gençken Plotinos ve Porphyrius’u derinlemesine okumuş, Origenes de büyük ihtimalle Plotinos’un İskenderiye’de aldığı aynı eğitimi almıştır. Daha da önemlisi, öz değişimi, Teslisin yapısı ve İsa’nın kutsallığı gibi sorunları tartışan Hıristiyan teologlar, büyük oranda Yeni Platonculuğun kavramsal terminolojisini kullanmışlardır.
İskenderiye, Nil’in birçok ağzından biri üzerine kurulmuştur; burada dünyanın en uzun nehri Akdeniz’e dökülür. Nil’in kaynağı sorusu antik yazarlar için büyük bir muammaydı, 17, 18 ve 19. yüzyıl boyunca Avrupalı maceracılar bu kaynağı bulmaya azmetmişti. Dev şelaleler sebebiyle Nil’i geçmek imkansızdı, hevesli bir seyyah Mısır ve Sudan’daki Nil vadisinin çölle çevrelenmiş ovalarını geçip Etiyopya’nın sarp ama yemyeşil kanyonlarına ulaşmalıydı, nihayet burada Mavi Nil, Tana Gölü’ne yakın bir bataklıkta kaynağını bulacaktı.
Yeni Platoncu fikirler buraya Hıristiyanlık sayesinde geldi. Geleneksel biçimde “Dokuz Aziz” diye bilinen misyonerler, Doğu Akdeniz’deki zulümden kaçmış, uzun ve bunaltıcı bir yolculukla Kızıl Deniz kıyılarını geçmiş ve nihayet günümüz ölçeğinde Eritre’den kuzey Etiyopya’ya uzanan Aksum Krallığı’nın kıyı şehirlerine varabilmişti. Krallık 4. yüzyılda Hıristiyanlığa iman etmişti fakat İskenderiye’de Hıristiyanlar ve Yeni Platoncular arasındaki tartışmalar devam ediyordu.
Yeni Platoncu terminoloji, Aksumluların ve günümüze kadar erişen Etiyopya Hıristiyanlarının dilinin içine sızdı, bu da en başta Hıristiyan kutsal metinlerinin tercümesi sayesinde oldu. Yunanca konuşan Hıristiyanlar, “kişi” (Teslisteki kişiler manasında) demek için Yeni Platoncu hypostasis terimini kullanmayı uzun zamandır faydalı buluyorlardı; felsefi bağlamlarda genelde “öz” ya da “varlık” olarak tercüme edilen bir kavram bu. Bu terim, Aksumluların diline bahri olarak geçti, tam manasıyla “inci” demekti ama değişimin zemini olan bir şeydeki “öz”, “doğa” ya da “karakter” manalarına geliyordu. Bu kavram, Mısırlı ve Etiyopyalı “monofizit” Hıristiyanlar için son derece önemliydi; çünkü bu Hıristiyanlar (Ortodoks, Katolik ve Protestan kiliselerin aksine) İsa’nın insani ve İlahi doğalarının “ayrım olmadan, karmaşa olmadan, başkalaşım olmadan” bir hypostasis içinde birleştiğine iman ediyorlardı. Hıristiyanlığa geçtikten sonraki yüzyıllarda Aksum orduları Kızıl Deniz’i aşıp Güney Arabistan’a vardılar ve Yemen’in büyük kısmını fethettiler. Ancak, Yeni Platonculuğun yeryüzündeki macerası için önemli sonuçlar doğuracak yolculuk tam tersi istikamette yani Medine’den Aksum’a doğru gerçekleşecekti.
Yedinci yüzyılın başında Hz. Muhammed’in sahabeleri Aksum kralı Necaşi’ye sığındılar; Necaşi sahabeye kucak açtı ve peşlerine düşen Kureyş kabilesine onları teslim etmedi. Necaşi sayesinde hayatta kalan sahabeler, insanlık tarihindeki en cesur ve en etkileyici fetih seferlerinden birini başlattı, İslam âlemi Arabistan’dan batıda Fas ve Endülüs’e, doğudaysa Horasan’a kadar genişledi. Arapça sadece yüzyıl içinde göçebe kavimlerin şiirlerini dile getirmek için kullanılan ümmi bir dil olmaktan çıktı ve dünyanın en kültürlü ve en edebî dillerinden birine dönüştü. 8. yüzyıldan itibaren Abbasî seçkinleri bilimsel ve felsefi metinleri tercüme etme projesine giriştiler; bu proje öyle bir başarıya ulaştı ki 10. yüzyılda eğitimli bir Bağdatlı, Aristoteles’in o güne ulaşan eserlerinin hemen hepsini Arapça okuyabiliyordu.
Yunanca metinler Arapçaya sel gibi akmıştı, tabi peşi sıra birçok kelime de getirmişti (örneğin heyula, “madde” anlamına gelen Yunanca hyle kelimesinden gelir; felsefe kelimesi de hakeza). Birçok çevirmen filozof önemli teknik terimleri tercüme edecek ve anlamı daha sarih kılmak için Arapçada yan anlamlar bulacaktı. Sadece Arapça üretilen felsefede değil, genel hatlarıyla İslam teolojisinde de en uzun süreli ve en önemli etkiyi belki de Yeni Platonculuk bırakmıştır; İslam filozofları bu felsefeyi eşi benzeri görülmemiş şekilde geliştirmiştir.
Yunan bilimini İslam’la harmanlamayı hedefleyen büyük projesi dâhilinde Yeni Platonculukla ciddi ciddi ilgilenen ilk isim, “İslam felsefesinin babası” El-Kindî idi. Ancak İslam filozoflarının en büyüğü, hatta ortaçağın en büyük filozofu İbn Sina’nın sistemi dâhilinde bu süreç tam manasına kavuşur. İbn Sina, Tanrı ve Yaratılış arasında bir ayrım yapmış ve Yeni Platoncu südur teorisini benimsemiştir, böylece onların panteizm –Tanrı’nın ve doğanın tek ve bir olduğu düşüncesi- eğilimini bertaraf etmiştir. Ancak onun südur tasviri çok daha karmaşıktır: Plotinos’un aksine bir değil on tane akıl ya da nous sunar. Evvel Akıl maddesizdir ve bölünemez, Tanrı/Bir gibidir, ama Tanrı’nın aksine olumsaldır, Tanrı ona can verdiği için var olur. Bu evvel akıldan ikincisi türer ve ona kadar gider, her biri semavi bir cisimle özdeşleşir.
Yeni Platonculuğu reddedenler arasında da farklar vardı. İbn Rüşd’e göre Yeni Platonculuk felsefi açıdan hatalıydı ve gözüne kestirdiği Aristotelesçi sisteme nazaran çok düşüktü, Gazzâlî’nin Yeni Platonculuğa karşı çıkmasının sebebiyse neredeyse tüm felsefeye karşı olmasıydı. Gazzâlî, Filozofların Tutarsızlığı metninde Yeni Platonculuğa saldırırken İbn Rüşd bu eleştiriye Tutarsızlığın Tutarsızlığı metniyle karşılık vermiştir.
İslam felsefesinin bu geleneği dâhilinde fikirler muazzam bir coğrafyada seyahat eder: İslam dünyasının batı ucundaki günümüz İspanya’sında İbn Rüşd ve İbn Arabi’den Orta Asya’daki İbn Sina’ya kadar geniş bir alanı arşınlar. İkinci bir güzergâh daha da ileri gider. İsmailîler belki de ana akım İslam içindeki en sıkı Yeni Platonculardı; güçlü bir “apofatik” teolojiye tutunuyorlardı; Tanrı’ya atfedilen tüm “pozitif” nitelikleri reddediyorlardı, çünkü Tanrı’ya nitelikler atfetmek, bir şekilde onu bilmek anlamına gelecekti, bu da onun aşkınlığına halel getirirdi, bu yüzden daha savunulabilir “negatif” tarifi öne çıkarmaya çalışıyorlardı. Tanrı zamanda ya da mekânda değildir, bilgisiz değildir, herhangi bir şekilde sınırlı değildir. Kutsalı bu şekilde anlama tarzı Tanrı’nın toptan birliğini ve toptan aşkınlığını vurgular ve Tanrı’nın yaratımının çeşitliliğini artık bildiğimiz Birden südur etme kavramı çerçevesinde açıklar. Radikal felsefi teolojik konumlanmalarından dolayı zulüm gören İsmailîlerin birçok kolu farklı yerlere kaçar: Bazıları Yeni Platonculuğun geleneksel yuvası İskenderiye’ye, bazıları Yemen’e, bazıları da Batı Hindistan’a gider.
1656’da birçok Sanskrit âlim Varanasi’de bir araya gelir; Babür tahtının varisi şehzade Dârâ Şükûh, onları acilen toplamıştır. Dârâ Şükûh, Upanişadlar’ı Farsçaya çevirmelerini ister onlardan; âlimler mucizevi bir zaman zarfında yani yalnızca altı ayda tercümeyi bitirir. Bu hız Dârâ Şükûh’u memnun eder. Tüm dinlerin birliğini ispatlamaya ya da daha doğrusu sadece İslam’da mükemmel şekilde ifade edilmiş hakikatlerin aynısının diğer dinlerde de ifade edildiğini kanıtlamaya kararlıdır. Hayal kırıklığına uğramayacaktır. Tercüme tamamlandığında bu Upanişadlar derlemesine bir önsöz yazar, derlemeye de Sırr-ı Ekber adını koyar ve Upanişadlar’da tevhidin kaynaklarını bulduğunu iddia eder.
Dârâ Şükûh’un felsefi ve dinî cesareti sonunu getirecektir. Birkaç ay sonra kardeşi Âlemgir Şah, Dârâ Şükûh’u azleder ve sapkınlık ve mürtetlik suçlamasıyla onu zindana attırır. Bu suçlamalar, Sırr-ı Ekber’in girişine yazdığı en kışkırtıcı ifadelerden bazılarına dayanır. 9 Eylül’de idam edilir ama muhafazakâr ve asker zihniyetli kardeşi neredeyse elli yıl boyunca hüküm sürer, Babür İmparatorluğu’nu dünyanın en büyük ekonomisi hâline getirir ve en geniş sınırlarına ulaştırır.
Siyasette başarılı olamasa da Dârâ Şükûh’un sarayı muazzam entelektüel başarısıyla nam salmıştı, insanlık tarihinde en fazla filozof seyyahın bir araya toplandığı saraydı. Dârâ Şükûh’un kişisel “gurusu” Sermet Kaşanî adlı bir sufiydi, kendisi Ermeni ve Yahudi kökenliydi, İbn Sina sonrası en büyük İslam filozoflarından olan Molla Sadrâ’nın eğitiminden geçmişti ve Tevrat’ı Farsçaya tercüme etmişti. Sermet şiirlerinde “ben ne Yahudiyim, ne Müslümanım ne de Hindu” diyordu, bir tür daimcilikten, yani tüm dinlerin aynı özgün ve sabit hakikati ifade ettiğini dile getiren düşünceden dem vuruyordu, bu fikir maalesef Babür tahtının genç varisine pahalıya patlayacaktı.
Etkileyici bir dinî ve felsefi gelenekler yelpazesine sahipti ve bunlardan layıkıyla faydalanıyordu. Müslüman sufilere ve Hindu bilgelere ilaveten Hıristiyan Cizvitler de sarayda hazırdı ve bu aşamada küresel bir felsefi aktarım ve alışveriş ağının parçası olmuşlardı. 17. yüzyılda Etiyopyalı bilgelerin yazdığı felsefe eserlerinde onlardan bahsedildiğini görürüz; bu bilgeler, Japon filozoflarla tartışmalara giriyor ve geç skolastik felsefenin mantık cephanesini kullanarak gördükleri her yerde muhataplarını ikna etmeye çalışıyorlardı (gerçi pek başarılı da olamıyorlardı).
Babür sarayında temsil edilen Avrupalı tek entelektüel gelenek bu değildi. Saray hekimi Fransız bir seyyahtı: François Bernier; kendisi atomcu düşünür Pierre Gassendi’nin ateşli bir savunucusuydu, Gassendi de Avrupa’da bilim için epeyce seyahat etmişti. Bernier sadece en ileri tıbbi tedavileri uygulamıyordu, ayrıca Batı Avrupa’da Gassendi, Descartes ve diğerlerinin geliştirdiği “yeni bilim”den de son gelişmeleri aktarıyordu. Gerçekten de saraylıları tedavi etmekten ve Hint bilgelerle metafizik tartışmaktan bulduğu vakitlerde Descartes tercüme etmek en büyük hobilerinden biriydi. Yeryüzündeki muhtemelen en güçlü adam olan Babür imparatorunun sarayında zengin ve hâlihazırda küreselleşmiş felsefi bir tartışma gerçekleşiyordu; bu tartışmalarda sufilerin aktardığı Yeni Platoncu fikirler Batı Avrupa felsefesinin ve anatomisinin son gelişmeleriyle karışıyordu, ayrıca geleneksel Katolik teolojisi de dinî Hindu şiiriyle buluşuyordu.
Jonardon Ganeri’nin etkileyici bir makalede işaret ettiği üzere, tasavvufi İslam anlayışını ve Upanişadlar’ın Hinduizminin buluşmasını mümkün kılan “Dârâ’nın yaptığı şey aslında sufilik içinde başka bir göçün arkaik kalıntılarını keşfetmekti […] 1657’de Upanişadlar’ın ilk kez Farsçaya tercüme edilmesi muhtemelen Doğudan esen bir rüzgârla çıktıkları ilk seyahat değildi.”
Bilindiği üzere, Yeni Platonculuğun büyük kurucusu Plotinos, 243 yılında imparator III. Gordianus’un İran’a düzenlediği askerî sefere katılmıştır, rivayete göre esas maksadı da Hint felsefesini araştırmaktır. Mısır’da, Doğu seferleri sırasında ya da nihayetinde gelip yerleştiği Roma’da, Plotinos ne kadar Hint felsefesi öğrendi, buna dair maalesef hiçbir fikrimiz yok.
Bunun yanında birçok araştırmacı, Upanişadlar’daki fikirlerle Yeni Platonculuğun temel ilkeleri arasında çarpıcı benzerlikler tespit etmiştir. Dârâ Şükûh, ruhların inişi ve çıkışı motifini bizzat tarif eder; ruhların “inişi” Birdeki südur hareketiyle başlar, Nous (“akıl”) vasıtasından Ruha geçer, oradan da duyular dünyasına iner; bunun yanında “temaşa” sürecinde ters doğrultudaki hareketi de çıkış olarak tarif eder.
İslam ve Hinduizm arasında, Upanişadlar’ın ve sufilerin öğretileri arasında bir diyalog inşa etmeye çalışan Dârâ Şükûh, iki sistem arasında antik bir genetik bağ algılamış olabilir mi? Yeni Platoncu felsefenin özündeki bir şey, nihai tarihsel köklerine doğru çekiliyor olabilir miydi? Ganeri’nin işaret ettiği üzere, eğer durum buysa karşılaştırmalı ustalık eserine Mecmu-l Bahreyn demesi gayet makuldür; bu ifade “iki denizin kesiştiği yer” anlamına gelir, ayrıca Nil’in iki kolunun Hartum’da kesiştiği yerin de adıdır. Mısır’dan Etiyopya’ya, oradan Irak’a, Orta Asya’dan geçip Hindistan’a uzanan yolculuk döner dolaşır ve aynı yerde biter.
Peki biz bu yolculuktan hangi çıkarımları yapabiliriz? Öncelikle, fikirler seyahat eder. Gerçekten de fikirler çok geniş bir coğrafyada çok hızlı seyahat edebilir. Yeni Platonculuk, Etiyopya Hıristiyanlığının terminolojisini yüzyıldan kısa bir süre içinde şekillendirmişti; Dârâ Şükûh’un sarayındaki bir entelektüel de daha 17. yüzyılın sonunda Descartes’ı, Upanişadlar’ı ve Thomas Aquinas’ı okuyabiliyordu. İkincisi, fikirler gayet sıradan vasıtalarla seyahat eder; misyonerlere, doktorlara, ordulara eşlik eder, parşömenlere sarılıp elyazmalarına dizilirler ve alınıp satılırlar. Pek tabii, lanetlenirler, yüceltilirler, çoğaltılırlar, yakılırlar ya da çürümeye terk edilirler. Üçüncüsü, fikirler geçiş aşamasında dönüşür. İslam’ın ya da Etiyopya Hıristiyanlığının Yeni Platonculukla iştigali, yabancı fikirlerin taklit yoluyla benimsenmesi değildi, aksine bu fikirleri yaratıcı biçimde uyguluyorlardı; burada sahiplenme değil, yeniden yorumlama vardı. Belirli bir ırka ya da dilsel kültüre mensup diye kimse bu fikirler üzerinde hak iddia edemez: Yeni Platonculuk mirası, yüzyıllar içinde bu felsefenin canlılığını temin etmiş kişilere aittir: İsmini bilmediğimiz Etiyopyalı kâtipler, İbn Arabi ve İbn Sina, şehzade Dârâ Şükûh ve onun Ermeni Yahudisi sufi üstadı, kısacası, bu fikirleri aktaran, gündeme getiren ve tartışan herkes bu mirasa can katıp yeni bir enerji vermiştir.
*Doktor adayı, King’s College London.