YERYÜZÜ BİR BAHÇE DEĞİL!

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Brandon Keim

    Dünyanın en güçlü korumacılarından bazıları yaban doğadan vazgeçiyor ama büyük bir hata yapıyorlar.

    Birkaç yıl önce, biyolog bir arkadaşıma, çevreci ortamlarda yeni moda olan eğilimlerden biri hakkında ne düşündüğünü sormuştum: El değmemiş doğa bir yanılsama mıydı, çok sevdiğimiz bakir doğa aslında hiç var olmamış köhne bir inşa mıydı? Ahşap iskeledeki görevini henüz tamamlamıştı; burası, son buz çağından sonra şekillenmiş sevimli ve küçük bir turba bataklığı içinden geçen ve gönüllülerin baktığı bir yoldu; burası günümüzde Doğu Maine’nin en büyük alışveriş merkezinin yakınında bulunuyor.

     

    Bir süre düşündükten sonra bu eğilimin akademik anlamda bir karşılığı olduğunu söyledi, fakat meseleye pek odaklanmamıştı. Ne var ki bataklık gibi insan faaliyetinden etkilenen yerler özeldi ve korunmaları gerekiyordu; diğer yerler çok daha az etkilense de onlar da daha az özel değildi ve korunmaya ihtiyacı vardı.

    Yaşamının çoğunu doğal dünyayı korumaya adamış birinin basit ve pratik bir cevabıydı bu. Şimdiki hissiyatımı söyleyeyim size: Koruma idealleri saldırı altında, üstelik saldıranlar da hareketin bizzat tayin ettiği öncüler: Yeşil modernistler (bir başka deyişle yeni korumacılar, post-çevreciler ve eko-pragmatistler), gezegenimizin efendiliğini benimsemek zorunda olduğumuzu ve dünyayı dev bir bahçe gibi yeniden tasavvur etmemiz gerektiğini savunan bir grup etkili düşünür.

    Vahşi doğaya bağlılığınızdan vazgeçin diyorlar. Öyle bir şey yokmuş; aksini düşünmek de verimliliğimizi azaltırmış. Yaban doğaya gelince, böyle bir şey belki insan ihtiyaçlarına cevap vermek için tasarlanmış ve düzenlenmiş bahçelerimizin kıyısında köşesinde olabilir, ama özellikle ehemmiyet arz etmez. Vahşi hayvanları ve bitkileri bizzat kendileri için mi değerli görüyorsunuz? Bundan da vazgeçin. Bu hisler de çok demodeymiş; hatta insanlığın yeryüzü üzerindeki muazzam egemenliğiyle nitelenen Antroposen çağında ölü olduklarını bile söyleyebilirmişiz.

    İnsanlık muazzam bir güç icra ediyor. İnsan faaliyetleri, yeryüzündeki fotosentez faaliyetinin yaklaşık dörtte birine, mevcut tatlı suyun da yarısına hükmediyor. Okyanus akıntılarını ve atmosfer davranışlarını dönüştürüyoruz, o kadar çok kayayı yerinden ediyoruz ki erozyon sürecine denk neredeyse. İnsanların ve evcil hayvanlarımızın biyo-kütlesi, yeryüzündeki diğer memelilerin toplamının biyo-kütlesini gölgede bırakıyor; plastiklerimiz, okyanusun derinine işlemiş durumda. Diğer canlıları öyle bir yıkıma sürüklüyoruz ki 65 milyon yıl öncesiyle, yani bir asteroidin dünyaya çarpıp dinozor çağının sonunu getirdiği zamanla yarışıyoruz.

    2050’ye geldiğimizde dünyanın nüfusu 10 milyar olacak ve bu insanların hepsi, günümüzde sadece belirli bir kitlenin tecrübe ettiği yaşam kalitesini isteyip arzulayacak. Gezegenimizi tanımlayacak çok sıra dışı bir sınama var önümüzde. Yeşil modernistlerin doğru gözlemlediği üzere, bununla yüzleşmek yeni fikirler ve araçlar gerektirecek. Ayrıca, insan dışı yaşama karşı derin ve kalıcı bir saygıyı da beraberinde getirecek, bu saygı da en az birbirimize duyduğumuz saygı nispetinde olacak. Nitekim, güç üstünlükle aynı şey değildir.

    Eğer insanlığın biyolojik bir asteroitten daha fazlası olma riski varsa, doğaseverler “doğaya, parklara ve yaban alanlara dair idealist anlayışlarından vazgeçmemeli” ve “biyo-çeşitlilik uğruna biyo-çeşitliliği korumayı” bırakmamalıdır. Dünyanın en büyük koruma örgütü Doğayı Koruma Derneği’nin baş bilim insanı Peter Kareiva da yazdığı öncü bir makalede buna dikkat çekmişti. Ancak, yazar Emma Marris’in “küresel, yarı vahşi, delidolu bir bahçe, ama başında biz varız” düşüncesini de bu idealler yerine koyamayız.

    Bu sözler iyi niyetli görünse de antroposen çağı için yeterli değil. Biz daha fazla yaban alana muhtacız, daha azına değil. İnsanlığın rolünü küresel bahçıvanlık gibi görmek zararsız ve hatta çekici gözükse de sanayi toplumunun temel kusurunun bu fikirde saklı olduğunu unutmayalım: Sadece insan çıkarlarının önemsendiği bir etik anlayışı bu. Evet, burada bir proje var; ama bir bahçe için değil, bir mezarlık için.

    Yeşil modernizm yeni bir şey değil. Son yirmi otuz yıl boyunca koruma meselesinde dile getirilen iddiaları bünyesinde toplar; Marris’in Rambunctious Garden: Saving Nature in a Post-Wild World [Delidolu Bir Bahçe: Yabanlık Sonrası Bir Dünyada Doğayı Korumak] (2011) ve Love Your Monsters: Postenvironmentalism and the Anthropocene [Canavarlarınızı Sevin: Çevrecilik-Sonrası ve Antroposen] (2011) eserlerinin yayınlanmasından sonra da popüler hâle gelmiştir. Bahsi geçen bu eserler, Kaliforniya merkezli Breakthrough Institute adlı kurumun modern eğilimli bir düşünce grubunun yazdığı makalelerden oluşuyor. Ekolojik yıkımı önlemede korumanın yetersizliğine dair genel bir hüsranın ve paradigma değişiminin medyadaki temsilcisi konumundaki Doğayı Koruma Derneği’nden Kareiva’nın tutumunu da eklediğimizde Amerikan gazeteci Keith Kloor’un ekoloji ruhu namına savaşma çağrısı için sahne tamamlanmış olacaktır.

    Bu mücadelede modernistler stratejik ve taktiksel silahlar kuşanmışlardı. Onların nazarında korumacılar aşırı kötümserdi, tükeniş hikâyelerine takılıp kalmışlardı: Eriyen buzullardaki kutup ayıları azalıyor ve ekosistemler geri dönüşü olmayacak bir şekilde değişiyordu. Onlara göreyse doğa dirençliydi. Ormanlar tekrar gürleşebilirdi. Kutup ayıları da sıcakla baş edebilirdi. Ayrıca, korumacılar daha gerçekçi olmalıydı, umutları hiç de uygulanabilir durmuyordu, insandan yana taraf tutmalılardı. Doğayı korumak insanın rağmınaydı.

    Kareiva ve diğer yazarlar (çevre araştırmaları hocası Michelle Marvier ve Doğayı Koruma Derneği bilim araştırmaları müdürü Robert Lalasz) “Korumacılar, insan gelişimini ve insani amaçlar için ‘doğanını kullanımını’ kabullenmek zorundalar” diyor. Yeşil modernistler, bir iş birliği çağrısı yapıp “ekosistem hizmetleri”ni vurgulamıştır; bu sayede doğa bize sunduğu faydalar nispetinde ölçülüp düzenlenecektir. Korumacıların teknolojiden korktuğunu da iddia etmişlerdir; bize refah sunacak ve ekolojik izlerimizi silecek teknolojinin nimetlerinden yararlanmaya pek niyetleri yoktu.

    Aslında bu fikirlerin çoğu çok radikal değildir. Balıkçılık sınırlamalarından çevresel etki raporlarına kadar her alanda zaten bariz olan yönetimsel bir yaklaşımın 21. yüzyıl versiyonunu temsil ederler. Yeşil modernizmi çok tartışmalı hâle getiren şeyse el altından ideoloji değiştirmesidir: İnsan çıkarları birden her şeyin üstünde tutulmaya başlamıştır. Bunu meşrulaştırmak, ekoloji tarihini baştan yazmak anlamına gelir.

    Yeşil modernistlere göre ana akım korumacılar maalesef 19. yüzyılda benimsenen insan elinin kirletmediği bakir yaban alan görüşüne takılıp kalmıştır. Nostaljiye kapılıp gitmişler ve bu yüzden insanlığın ekolojik etkisinin tarihsel boyutlarını bir türlü kavrayamamışlardır: Etkisiz olmasının yanında sanrılar da yaratan bir doğa tapınması maalesef tek icraatları olmuştur. Kareiva ve arkadaşları “Korumacılar saf, insan öncesi manzaralara dönüşü vadedemezler” diyor. “Korumacıların bayıldığı yaban yani ‘insanın kirletmediği’ yerler asla var olmadı, en azından son bin yılda, ya da belki de daha fazla bir zaman zarfında.”

    Sepya renkli gözlükleriyle bakmaya alışmış doğa savunucuları, doğanın daha az saf bölgelerini yani bizim faaliyetlerimize ev sahipliği yapan manzaraları ve sahaları sanki görmezden gelirler. Kuzeybatı Pasifik’te bir afet veya kesim sonrası kendiliğinden yeniden büyüyen ormanlarda (bu ormanlara ikinci nesil denir) bir çocukluk geçirdiğini hatırlayan Marris’e göre “Ekolojistler ve korumacılar bu tarz ormanları uzun süredir göz ardı ediyorlar.” “Saf yaban” cazibesine kapılıp bir afet sonrasın kendiliğinden büyüme olgusunu hesaba katmıyorlar.

    Google Akademik sayfasında “ikinci nesil orman” yazınca yaklaşık 54 bin sonuç çıktığını düşündüğümüzde son derece tuhaf bir ifade bu; bazı korumacıların çevre bilincinin böyle “göz ardı edilmiş” yerlerde filizlendiğini de hemen söyleyebiliriz. Şair ve çevreci Gary Snyder, Marris’le aynı yerde büyümüştür, yani Seattle’ın kuzeyindeki bir “kütük çiftliğinde.” Bu isim dev birinci nesil ağaçlar kesildiğinde geride kalan kütükleri toplama olgusundan elde edilen bir ifadedir. Ormancı ve aktivist Bob Marshall’ın gayretleri sayesinde 1964’te Vahşi Doğa Yasası çıkmış ve Amerika eyaletlerine göre düzenlenmiş bir yaban hayat sistemi oluşturulmuştur; Marshall, 1930’da “ulaşılamayacak derecede yüksek” saflık standartları yüzünden ikinci nesil ormanların korumasız kalacağını söyleyerek önceden uyarılarda bulunmuştur. Modern çevreciliğin kurucu babası Aldo Leopold da özellikle ilginç bir figürdür; A Sand County Almanac [Bir Kum Yöresi Almanağı] (1949) başlıklı etkili kitabında Dust Bowl[1] dönemindeki bozkırların doğasının günlüğünü tutmuştur.

    Bir avcı ve ormancı olan Leopold başlangıçta geleneğe göre yaşayan biriydi; doğayı bir kaynak olarak görüyordu, ağaçların, balıkların ve kuşların bizim için —ama sorumluluk dâhilinde— var olduğunu düşünüyordu. Fakat bu idealin yetersiz olduğuna kanaat getirdi, bir kurdu öldürmek üzerine yazdığı “Dağ Gibi Düşünmek” adlı makalesinde bu dönüşümü gözlemleyebiliriz. Kurdun gözlerinin ferinin söndüğünü gördükten sonra “Ne dağ ne de kurt böyle bir manzaraya razı değildiler” diye yazmıştır.

    Bir de Thoreau var tabii; korumacıların aziz himayecisi ve antroposen ideologlarının gözde hedefi; kentin yanı başında yaşarken yaban doğanın erdemlerini yücelttiği için onla dalga geçiyorlardı. Ama bu sayede daha tesirli hâle geliyordu. Thoreau, “bizimkinden başka bir medeniyet” buldu ve “dünyanın selameti yabandadır” dedi, yani ikinci nesil ormanlarda ve demiryolu boylarında. Fakat bu düşünceler yeşil modernizme uymaz, tıpkı korumacıların sevdiği “engellenmemiş” durumun gerçek tanımını vurgulamanın uygun olmadığı gibi.

    Bu ifadeden kastımız, “dokunulmamış” değil, “kısıtlanmamış”tır. Vahşi Doğa Yasası’nda da belirtildiği üzere Yaban, insan faaliyeti yüzünden doğal süreçlerin ciddi ölçüde azalmadığı yerlerdir. En iyi şekilde vahşilik ölçeğinde anlaşılabilir ki bu vahşilik kelimesi İskandinav dillerinde “irade” ile eş anlamlıdır. Thoreau, çevre tarihçisi Roderick Nash ve korumacı nesillerin nazarında vahşilik, kendi iradesi olan bir şeydir. Özgür ve özerktir, insan denetiminden bağımsız var olur. Pek çok korumacıyı cezbeden de budur: sadece Kuzey Kutbu Ulusal Vahşi Yaşam Sığınağı ya da Amazon ormanlarının kalbi değil, her gün gördükleri manzaranın vahşi yaşamı ya da bataklıklardaki yürüyüş yolları onları çeker. Bazıları el değmemiş doğaya takılıp kalmış olabilir, ama birçoğu vahşiliğe gerçekten aşıktır ve yabanı takdir etmekten çok daha pragmatik sebeplere sahiptir.

    Bunlar bir yana, fedakâr korumacı karikatürü yeşil modernizmin ikinci öncülünü ortaya koyar: 21. yüzyıl insan faaliyeti, bin yıldır yaptığımız faaliyetlerin devamı niteliğindedir. Korumacıları büyüleyen bu sanayi öncesi sözde bakir manzaralar zaten çoktan değişmiştir, bu da yaban doğa idealini saçma kılar.

    2011’de New York Times’ta yayınlanan bir yazıda Kareiva, Marris, çevreci bilim insanı Erle Ellis ve ekolojist Joseph Mascaro, “Bazı çevreciler, antroposeni tanım gereği bir felaket olarak algılar; çünkü, bütün insani değişimleri bakir bir cennetin yozlaşması olarak görür” diyor. “Ancak insanlar ekosistemleri bin yıllardır değiştiriyorlar.” Breakthrough Institute’ün kurucuları Michael Shellenberger ve Ted Nordhaus da Love Your Monsters adlı çalışmalarında benzer bir şeye işaret ederler: “Yeni ekolojik krizler ve insanların on binlerce yıldır insani olmayan bir doğa biçimlendirme yöntemleri arasındaki fark kapsam ve ölçekle ilgilidir, türle değil.”

    Doğanın bu kitlesel değişiminin gözde bir örneği Amazon’dur. Muhtemelen birinci nesil ormanın altındaki tarih öncesi ekim tarlalarının ve sulama kanallarının keşfedilmesi on yıl önce bir heyecan seline neden olmuştu. Charles Mann’ın 1491: New Revelations of the Americas Before Columbus [1491: Kolumbus Öncesi Amerika’dan Yeni Keşifler] (2005) kitabı ve antropolog Michael Heckenberger’in çalışmaları sayesinde bilinen bu keşifler nedeniyle ekoloji tarihinin yeniden yazılması gerekebilirdi. El değmemiş yabanlık şöyle dursun, büyük Amazon yağmur ormanları, dünyanın tatlı akciğerleri, yakın zamana kadar kullanılıyordu. Kareiva 2007’de Science dergisinde yazdığı bir makalede “Bakir yağmur ormanları tamamen hatalı bir ifade olabilir” diyor.

    Fakat bu anlayış son derece tartışmalı. Amazon’un bazı kısımları, zamanında gerçekten evcilleştirilmiş olsa da bu kısımlar son derece küçüktür: Uçsuz bucaksız bir yabanın içindeki çok sıkışık parsellerdir. Amazonlardaki yerleşik yerlerin ölçeği, antroposen ölçeğine yaklaşamaz bile. Hatta bazı arkeologlar, Amazonlardaki insan inşalarının savana tarzı görece kuru yerlerde gerçekleştiğini, dolayısıyla bu başarının pek de önemsenmeyeceğini söylemiştir. O insanlar sadece tarım yapıyorlardı, saha mühendisliğine girişmemişlerdi.

    Mesele sadece arkeolojik çatışma da değil. Geçmişteki sınırlı insan etkileri ve antroposen ölçeğinde insan faaliyeti arasındaki sınırları bulanıklaştırmak, günümüzde hâlâ var olan küçüklü büyüklü yaban ortamları da tehlikeye sürükler. Bu yüzden yaşam tarzları arasındaki farklar da silinir. Doğanın sınırlı ve uyumlu yönetimi, örneğin bölgesel yangın rejimlerini taklit etmek için kasten çıkarılan yangınlar veya var olan su döngülerinin dayattığı tarım sistemleri; bu teklojileri mahveden faaliyetlerle aynı ölçekte değerlendirilir.

    Unutmayalım ki yerli topluluklar daima arkalarında küçük izler bırakan uyumlu hizmetkârlardı. Taş devri insanlarının Amerika ve Avustralya’ya ulaşmasından kısa bir süre sonra büyük hayvanların neslinin tükenmesini ise buna karşı örnek olarak gösterebiliriz. Ama bu tükenişler bile yaban hayata çok az olumsuz etki yapmıştır; sanayi ölçeğindeki gelişimlerin yelpazesinde değerlendirilmesi ise komik olur. Bir zamanlar beş metre uzunluğunda dev tembel hayvanlarla ve kılıç dişli kaplanlarla birlikte yaşayabiliyorduk, ama şimdi keseli farelerle ve kaplan semenderleriyle bile paylaşım sorunu yaşıyoruz. İşte bu, birkaç milyon insanın gerçekleştirdiği dönüşümle yedi milyar insanın gerçekleştirdiği dönüşüm arasındaki farktır; kaynak gereksinimleri dramatik ölçüde farklıdır, ve bu durum insanın her yerde var olması anlatısıyla gizlenemez.

    Çevre hukuku profesörü David Johns “Keeping the Wild: Against the Domestication of Earth” [Dünyanın Evcilleştirilmesine Karşı Yabanı Korumak] (2014) başlıklı bir makalesinde, bu anlatının “insan varlığı ve etkisi insanların sorumlu olduğunu gösterir” fikriyle bağlantılı olduğunu söyler. Modern bir mit yaratma denemesidir bu; insanın egemen olduğu ve vahşi doğadan arınmış bir Antroposen durumu normalleştirme ve meşru kılma çabasıdır; bu ortamda şu belalı korumacılar, programa uymak zorundadır. Marris, Delidolu Bir Bahçe kitabında “Tüm dünyayı zaten işliyoruz” der.

    Tüm bunlar, bir bardak suda fırtına koparmak gibi görünebilir. Fakat fikirler önemlidir, özellikle de başka yaşamlarla ilişkimiz dahilinde kendimizi nasıl gördüğümüze dair temel sorular barındırıyorsa. Yabanlığı ıskartaya çıkarmak ve vahşi alanları görmezden gelmek bizi etik sıkıntılara götürür. Çevre filozofu Eileen Crist, insanlığı Orta Çağda büyük varlık zincirinin tepesine yerleştiren ve Charles Darwin dönemine kadar devam eden zihniyetle yeşil modernizmi birbirine benzetir, ki bu zihniyet de o etik sıkıntılardan ileri gelir.

    Bahçe metaforu üzerine de konuşmamız gerek. Bahçe, etik bir yer değildir. Yaşam ve ölüm bahçıvanın insafına kalmıştır. Ek ya da kes, yaşat ya da öldür, dâhil et veya çıkar; ahlaken kısıtlanmamış bir iradenin işleri bunlar; arka bahçede işe yarar ama hem gerçekçi hem felsefi sınırlar gerektiriyor. Biyoetikçi Gregory Kaebnick, “Bahçıvan zihniyetini benimsediğimizde bize istediğimiz şeyi yapabileceğimiz çok fazla özgürlük sunuyor” diyor. “O zaman ben de hırslı bir bahçıvan gibi konuşurum.”

    Bir bahçe hayal edelim: Bizim değer atfettiklerimiz dışında herhangi bir şey illa yaşamaya değer olmaz. Ne bireysel varlıklar ne de kitleler, topluluklar, türler, ekolojik süreçler gibi daha büyük varlıklar kendiliğinden saygıyı hak etmez. Bahçıvan etiği burada işe yaramaz. Leopold’un edebi ifadeleriyle söyleyecek olursak, kendimizi yaşam topluluklarının fatihleri olarak değil, “düz üyeleri ve vatandaşları” olarak görmeliyiz.

    Hatta, atfettiğimiz değerler de öyle ya da böyle ektiklerimize ve denetlediklerimize bağlı olur. “Medeniyet… bir bahçedir, orada ilişkilerimiz gelişir” der şair Howard Nemerov; Gary Snyder de A Place in Space [Uzamda Bir Yer] (1988) çalışmasında bu ifadeyi alıntılar. “Bahçenin dışı vahşi bir uçurumdur.” Bu zihin alışkanlığı bizim gelişim odaklı toplumumuzun damarlarına işlemiştir. İşlenmeyen şey doğrudan görünmez olmasa da değersizdir. Bahçeleşmiş bir antroposende doğa, soyutlanmış bir estetik hâline gelme tehlikesi taşır; gayet ilginç bir durum bu çünkü orada kendi yansımamızı bulabiliriz.

    Sanayi öncesi ekolojik temellere dönme gayretleri pek takdir görmüyor, ancak buzul çağındaki gibi yeniden yabanlaştırma yani milyon yıllık ekosistemlerin benzerlerini içeren parklar inşa etme acayip ilgi görüyor. Türleri tükenmekten kurtarmaya çalışmak artık eski moda; ama biyo-teknoloji kullanarak bunları yeniden yaratıp tükenmişlikten çıkarmak pek moda. Bu projeler kıymetsiz demiyorum, ama kendimize odaklanmış bir Antroposeni yansıtıyor, ve bu hemen zehirli bir duruma dönüşebilir.

    Ürkütücü bir örneği Ulusal Radyo’nun blog paylaşımlarından birinde bulabiliriz: Ocak ayında “İnsanın Sebep Olduğu Muazzam Tükenişler: İyi mi Kötü mü?” başlıklı bir konuşma yayınlandı. Yazar, Adam Frank, New Scientist dergisinde ekolojist Chris Thomas ile yapılan bir röportajdan ilham almış; Thomas, hâlihazırda birçok başka türü tükenmeye sürükleyen insan faaliyetlerine bazı soyların uyum sağladığını gözlemlemiş. “Bu sizi nasıl hissettiriyor? Bu sizi nasıl hissettirmeli?” diye soruyor Frank, muazzam tükenişin eli kulağındayken. “Cevaplar, doğayı nasıl düşündüğünüze ve orada yerleştiğiniz yeri nasıl gördüğünüze derinden bağlı.”

    Böyle bir düşünce hattı, insan faaliyetlerine asla uygulanamaz. “Dün gece bir şehir bombalandı, ama başka insanlar molozlardan baraka inşa ediyor. İyi mi kötü mü?” Ne kadar komik bir soru değil mi? Nihayetinde insan yaşamı kendine özgü bir değere sahip. Ancak, yeşil modernizmin zihniyetine göre insan olmayanların yaşamının kıymeti yok. Sadece tercihler veya hizmetler söz konusu olduğunda bir karşılık buluyorlar. Doğaya uygulanan sömürgecilik mantığı bu; insanlığı biyolojik bir asteroide dönüştüren tutumların kutsallaştırılması. Doğayı kendi namına korumaktan vazgeçtiğimizde, insan çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde doğayı korumaya karar verdiğimizde, yeryüzüyle kurduğumuz ilişki, bir imparatorluğun sömürge kaynaklarıyla kurduğu ilişkinin aynısı olur.

    Yabanlık ve vahşi doğa bunun tam tersini söyler. Bunlar bir ideal olarak, insan olmayanların yaşamına saygı duymanın vücut bulmuş hâlleridir, çünkü sadece bizle ilişkisi dâhilinde var olmadıklarını kabul etmiş oluruz. Nash’e göre, yabana girdiğimizde bir oyun sahasına değil, başka birinin evine girdiğimizi fark ederiz. Başka yaşamların içkin değerini ve paylaşmanın önemini kavratır bize.

    Arizona Biyolojik Çeşitlilik Merkezi Genel Müdürü Kieran Suckling şöyle diyor: “Korumacılık şu soruyla başlar: Topluluğumun üyeleri kimler? Bir tevazu eylemidir bu. ‘Önemli olan sadece benim arzularım ve ihtiyaçlarım değil. Başka yaratıkların istedikleri ve muhtaç oldukları şeyler de mühimdir’ demeyi gerektirir.”

    Maksadımız, insanları hiç zarar vermemeye ya da faaliyetlerini durdurmaya yöneltmek değil. Ayak izi bırakmadan yaşamak mümkün değil, bunun farkındayım. Ama ayaklarımızı nereye bastığımızı bilelim, efendilikten ziyade bir tevazu hissi ekelim, nezaket ve saygı yönlendirsin bizi. Kendi türümüzle kurduğumuz ilişkilere de fayda sağlayacak bir zihniyet bu. “Yabandan öğrendiğimiz şeyler, özgürlük etiği hâline gelir” diyor Snyder.

    Söylemesi kolay tabii. Yeşil modernistler, bunun gerçekçi olmadığını söyleyeceklerdir: Bu sevimli idealler birkaç mücadele kazanmış olabilir, ama korumacılar savaşı kaybediyor. Yeni fikirler gerekli. İlkelerin uygulanması zor diye o ilkelerden vazgeçilmesi gerektiği önerisini bir yana bırakalım; eleştirilerden bir kısmı maalesef doğru.

    Daha fazlasının gerektiği aşikâr. Korumacıların itibarı hepimizi ikna edecek kadar güçlü olsaydı, yeryüzü bu muazzam tükenişe sürüklenmezdi. Korumacıların genelde basmakalıp tavırlara bel bağladığı da doğru. “Her şey” açık bir şekilde “her şeyle bağlantılı değildir.” Bir kelebeğin neslinin tükenmesi tüm ekolojik yapıyı mahvetmeyecektir. Aynı şekilde, yerli olmayan türlere karşı önyargılar da verimliliği düşürebilir; yerli olmayan bitkileri ortadan kaldırsaydık birçok kelebek açlıktan kırılırdı. Kırılganlık ve geri döndürülemezlik edebiyatı da sıkmaya başladı. Yaşam kırılgan olabilir ama muazzam ölçüde dirençli de olabilir.

    Yeşil modernistlerin ekolojik açıdan sağlam bir gelişimi vurgulamaları da hoş karşılanır; her ne kadar öncüleri bazı ürkütücü açıklamalarda bulunsa da (“Modernleşmeye inanmak yeni bir seküler teoloji gerektirir” diyor Shellenberger ve Nordhaus da ekliyor: “Ayrıca teknolojiye insani ve kutsal nazarıyla bakan bir dünya görüşünü de beraberinde getirir.”). Yeni gelişen bir alan olan korumacı finans, muazzam bir potansiyele sahip; toplumsal etkiye yönelik etki yatırımlarının doğa odaklı bir ürünü olarak işlev görüyor. Milyarlarca insan daha müreffeh ve güvenli bir yaşam istiyor, buna nasıl erişeceğimizse tüm dünyadaki temel doğal koşulları nasıl belirleyeceğimize bağlı.

    Ancak, yabanın ve vahşi yaşamın rehber idealleri olmadan da pusulamız şaşar. Yoğunlaşmayı takip etmek —muhtemelen doğaya biraz daha fazla alan bırakan daha yoğun şehirleri ve daha üretken tarımı hedefleyen yeşil modernistlerin amacı— etik bir yönelim gerektirir. Yoksa vaat sadece yeryüzünün daha fazla yoğunlaşmasından ibaret kalacak. Teknolojiyi benimsemek aynı şekilde açık uçlu bir tavsiyedir. Yüksek seviyedeki kuraklıklara dayanacak şekilde üretilen mahsulle çok fazla zirai ilaca dayanacak şekilde tasarlanmış mahsul arasında fark vardır.

    Bu tarz ayrımlar yapmak için teknoloji ve gelişim üzerine eleştirel bir düşünme icra etmek gerekir; Kareiva ve Marvier’in korumacıları karşısına alıp “Kapitalizmden homurdanmayı bırakın” dememesi gerekir; sanırsınız kapitalizm sabit bir tartışma konusu değil de aşkın bir varlık. Aynı şekilde “Daha sıcak bir dünyada yaşamak, elektriksiz bir dünyada yaşamaktan daha iyi bir problem” diyen Shellenberger ve Nordhaus’un söylemleri de konuyu sulandırmaktan başka bir işe yaramıyor.

    Yeşil modernistler şehir doğasını önemsiyorlar, ki bu güzel bir şey. İnsani olmayan şehir yaşamı, bir ilke olarak benimsenmeli. Bob Marshall’a göre “doğal dünyanın en küçük unsurlarına bile saygıyla davranmayı öğrenmeliyiz,” sincaplar ve sokaklardaki budaklı karaağaçlar da buna dâhil. Fakat yaşamın zenginliğini korumak istiyorsak, şehir doğası yeterli bir araç olmayacaktır. Şehirde yaşayan kuşlar ve bitkiler üzerine yürütülen ve Proceedings of the Royal Society B adlı çalışmada yayınlanan küresel bir araştırmaya bakabiliriz. Yerleşim olmayan yerlerde bulunan kuşların yüzde yirmisi, bitkilerin de yüzde beşi şehirlerde yaşayabiliyordu. Bu muğlak istatistik, bazı çevrelerde sevinçle karşılandı; demek ki şehir, yaşamı destekliyordu.

    Mantıklı olamayacak kadar iyimser olan bu tavır, yeşil modernistlerin dayanaklılığın kanıtı olarak sundukları pek çok örneği niteler: Nadir bulunan semenderler, doğal yaşam alanlarını kaybettikleri için “ahırlarda yaşama uzmanı” hâline gelir; terk edilmiş bir tarım arazisinde yağmur ormanları yeniden yetişir ve önceden orada yaşayan türlerin yarısına ev sahibi olur. Uslanmaz antroposen dayanıklılığının başka bir ikonik örneği de Çernobil’dir: Nükleer patlamadan sonra bile yaşam kendine yer bulmuştur. Ancak Çernobil’in bize verdiği o korkunç büyük ders şu: İnsan dışı yaşam bizi tercih edeceğine nükleer patlamayı tercih eder. En iyi bahçe, bahçe değildir. Yeryüzünün bitkileri ve hayvanları hâlâ küçüklü büyüklü yaban alanlara muhtaç.

    İnsan yaşamının sürdüğü her yerde yabanlık ve bir miktar vahşi yaşam olmalı. Doğayı Koruma Derneği’nin maden devi Rio Tinto ile çalışması muazzam bir olay; Gobi Çölü’ndeki etkilerin azaltılması ve Columbia nehirleri üzerine baraj yapılırken ekolojik tahribatın nasıl en aza indirileceği hakkında tavsiye veriyorlar. Tahribat denetimi aşırı önemlidir. Ancak korumacının en azimli hevesi olmamalı, çünkü yeryüzünün geleceğini inşa ederken böyle bir stratejiye yaslanamayız.

    Kareiva’nın önerdiği gibi, “biyo-çeşitlilik namına biyo-çeşitliliği korumaktan” vazgeçmek ve korumacılığa “insanlara yararlı olduğu kadarıyla” değer vermek cesur bir yeni vizyon değil. Teslim olmak bu. Ayrıca pratik bir tarafı da yok. Peki sınırları nasıl çizeceğiz? Bir çayırın daha fazla betonlaşmaması gerektiğine, bir nehre baraj yapılmaması gerektiğine nasıl karar vereceğiz, çünkü baraj yapmak ve betonlaşma da yeni ekosistemler üretir ve doğanın uyumlanma kabiliyetini bize gösterir? Buna karşın, yeşil modernistler ekosistem hizmetleriyle sınırlar çizecektir; çayırlar, polen taşıyanlara alan sağlar; baraj yapılmamış nehirler, ticari balık stoklarını muhafaza eder. Ancak bu strateji büyük ölçekte işe yarar mı? Asgari biyo-çeşitlilikle temiz hava, temiz su, üretken ve işleyen araziler gibi zengin hizmetlere sahip olabiliriz.

    Biyolog John Vucetich’in işaret ettiği gibi, modern dünya, bir zamanlar sahip olduğumuz verimli hayat olmadığında bile refah içinde yaşayabileceğimizi bize hakkıyla ispatladı: “Gezegende artık o kadar az kara ayaklı dağ gelinciği var ki onlara muhtaç olmadığımızı kanıtladık. Hızlı tilkiler ya da porsuklar olmadan da idare edebiliyoruz. Böyle yüzlerce tür sayabiliriz.”

    Vucetich’e göre yeşil modernizm tartışmaları, iki sürdürülebilirlik görüşünü karşı karşıya getirir: Birincisi, gelecekteki kullanımları ihlal etmeden, doğayı istediğimiz kadar kullanmak; diğeri de anlamlı bir yaşam sürmek adına doğayı olabildiğince az kullanmak. “Bu iki görüşün bizi aynı yere çıkarmasını hayal etmek imkânsız” diyor Vucetich: “Bence son derece farklı dünyalara bizi götürürler.”

    Korumacıların başarıları sadece ulusal parklarla ya da korunmuş alanlarla sınırlı değil; insan iştahının sınırlandığı ve böylece başka yaşamların filizlendiği yerleri de onlara borçluyuz. Şehrin çeperindeki ormanlar ve sulak alanlar bizim için hayatidir, bunları savunmak için de ideallere ihtiyacımız var.

    “İnsanlar gönüllü biçimde komiteler kurup madencilerin önerilerini inceliyorlar, çevreye saygı raporlarını eleştiriyorlar, şirketlerin uyduruk varsayımlarına karşı çıkıyorlar ve bölge sakinlerinin arkasından iş çeviren memurların karşısına dikiliyorlar” diyor Snyder, çünkü bölgedeki insanlar gayret gösterip dağ eteklerindeki ikinci nesil Sierra Nevada ormanlarını sorumsuz madencilikten ve ağaç kesim faaliyetlerinden korumak istiyorlar. Bu can sıkıcı meselede onları motive eden şey kendi çıkarları değil, “topraklarına duydukları gerçek ve özverili sevgi.” Yeşil modernizmin böyle ilham verdiğini ya da bu kadar etkili olduğunu düşünmek zor. Korumacıların amansız bağnazlar olarak karikatürize edilmesine rağmen korumacılık pratikte bir müzakere ve uzlaşma işidir ve adil bir uzlaşma asla başlangıçta yolun tam ortasında buluşarak elde edilmez.

    Maine örneklerinden bir başkasını ele alalım: Penobscot Nehri’nin devam eden restorasyonu. Kuzeydoğu Amerika’nın bu en uzun ikinci nehri, 9500 yıldan fazla bir süredir Atlantik Okyanusu ve yaklaşık 10 bin kilometrekarelik havzası arasında göçmen balıkların hareketliliğine ev sahipliği yaptı. Son iki yüzyıldır, üç beş kilometre dışında nehir barajların ardına hapsolmuştu.

    Son on yılda korumacı örgütler ve devlet birimleri bir ittifak yaptı ve elektrik şirketleriyle bir anlaşma imzaladı: Üç baraj satın alınacak, ikisi lağvedilecek, birinin etrafından bir geçit oluşturulacak ve kalan bir barajın güç üretme kapasitesi artırılacaktı. Anlaşma tam da yeşil modernistlerin savunduğu türdendi: Ticari çıkarlar ve ekolojik dengeler arasında bir denge kurulup enerji üretirken yaşam korunacaktı.

    Doğayı Koruma Derneği, restorasyonu mümkün kıldı ve haklı olarak internet sitesinden büyük bir sevinçle duyurdu. Fakat tek aktör onlar değildi. Müzakereler gerçekleştiyse bunun sebebi korumacıların ve balıkçıların daha önce on yıllar boyunca daha fazla baraj inşasını engellemek için mücadele etmesiydi. Islah edilen balıkçılık ve tesis imkanları da barajları kaldırma gerekçesinin bir parçasıydı ve projeyi politikacıların gözünde de değerli kıldı. Ancak, onca yıldır birçok insanı kasaba toplantılarına, çevresel etki raporlarına ve yemekli bağış toplantılarına iştirak ettiren şey, Penobscot için duydukları sevgiydi.

    Hem sanatçı hem de yaban hayat aktivisti olan bir dostum, projeyi yeniden doğum olarak tanımlıyor. Bazen sığ sularda yüzüyor ve sanayi öncesi dönemdeki Penobscot yerlilerinden kalan eski taş platinleri çamurdan çıkarıyor. Yerliler de restorasyonu destekliyor, bir zamanlar kabile yaşamının merkezinde olan suyu ıslah etmek için bir fırsat olarak görüyorlar. Nehrin eski zenginliğine döneceğini umma gafletine düşmüyorlar tabii ki, ne de olsa müzakereler sonunda bir barajın aktif kalacağı kararı çıktı, ama bu girişimden çok hoşnutlar.

    Nihayetinde uzlaşmayı mümkün kılan şey, yaban hayat tutkusundan, tevazu ve saygıdan beslenen bu duygulardı. Ekolojik maliyet fayda analizleri ya da insanlığı gezegenin bahçıvanları zanneden görüş değil. Hem gerçekliği hem de idealliğiyle yaban ortamı yok etselerdi barajlar nehri boğmaya devam edecekti.[2]

    [1] “Toz Çanağı” anlamına gelen ifade, 1930’larda Amerika ve Kanada kırlarının ekolojisine ve tarımına büyük zarar veren şiddetli toz fırtınaları dönemine işaret eder.

    [2] Bu makalenin aslı AEON’da yayınlanmıştır: https://aeon.co/essays/giving-up-on-wilderness-means-a-barren-future-for-the-earth