İDEAL VE İDEOLOJİ BAĞLAMINDA AHLAKİLİK PROBLEMİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Fatih Hısım

    Kavramların ne şekilde tanımlandığı veya tasnif edildiği aynı zamanda o kavramlardan neşet eden fikir ve hareketleri de belirler. Farklı bir bağlamda ele alınan aynı kavram farklı sonuçlar doğurabilir. Aynı şekilde birbirine yakın gibi duran kavramlar mahiyetleri itibariyle tamamen zıt olabilir. Bunu aşmanın yolu kavramların neye tekabül ettiğini ve hangi bağlamda kullanıldığını netleştirmek ve bunun ötesinde kavramlardan doğan realiteler arasındaki etkileşimleri analiz etmektir. Bu bağlamda ideal, ideoloji ve ahlak kavramlarını ayrı ayrı ele aldıktan sonra aralarındaki bağlantıları ve hangi noktalarda ayrıştıklarını göstermek istiyoruz.

    Farklı görüşlere rağmen sosyal bilimciler arasında 20. yüzyılın ideolojiler çağı olduğuna dair bir konsensus oluşmuştur.[1] İdeoloji kavramı son bir kaç yüzyıl içinde çok farklı şekillerde tanımlanmış bir kavramdır. Özü itibariyle ideoloji kavramı “doğru düşünme” bilimi olarak tanımlanmıştır. Buna bağlı olarak her ideoloji kendince bir bilimsellik iddiasıyla ortaya çıkar. 20. yüzyılda ortaya çıkan Marksizm ve faşizm gibi ideolojilerden yola çıkarsak ikisi de kendince nesnel ve genel kabul görmesi gereken bir bilimsellik iddiasında olmuştur. Bu ideolojilere karşı olanlar için ise taraflı ve manipüle eden bir teoriler manzumesi olarak telakki edilmiştir.[2]

    Şerif Mardin’e göre ideoloji ve bilim arasındaki fark formel mantık ve duygu esaslı kurulan mantık farkında şekillenir. Mardin’e göre bilimsel yaklaşım formel bir tutarlılık üzerine kurulu iken ideolojiler “şekillenmemiş arayışların mantığı” üzerine kuruludur. Bu noktadan hareketle öz olarak Mardin ideolojileri “kitlelere yönelik bir yoğunluk taşıyan” bir olgu olarak tanımlar. Buna bağlamda Nietzsche’nin şu ifadelerine yer verir: “Gerçek, bir tür yaşayan varlığın yaşaması için olanak yaratan yanılmadır.” Mardin bunu şöyle yorumlar: “Hayattan korkanlar kendilerini koruyan yanılsamalar kurarlar ve bunlara ‘gerçek’ adını verirler. Fakat gerçekte bunlar bilinçli olmayan yalanlardır.”[3]

    Mardin bunun ötesinde Freud ve Harol Lasswell’in kullandıkları kuramsal çerçeve içinde ideolojileri psikoloji açısından da tanımlamaya çalışır. Bu bağlamdaki birinci tespit, ideolojinin kişi açısından bir nevi projeksiyon görevi barındırmasıdır. Yani kişinin kendi içindeki tutarsızlığı başka bir hedefe projekte ederek aşmaya yönelik tutumu. Bu eğilim en ileri düzeyde başkalarına tahakküm etme duygusunu oluşturabilir. Bu yaklaşıma bağlı olarak Mardin bunun politik düzlemdeki etkisine geçer. Bu da, kişinin kendi gelişimindeki eksikleri politika alanında telafi etmeye çalışma ameliyesi olarak ortaya çıkar, dolayısıyla “kendi problemlerini kamusal hedefe çevirir.”[4]

    Mardin’nin ideoloji kavramının tanımlanması bağlamında kullandığı Freud ve Laswell’in bu konudaki analizleri, Hannah Arendt’in ideolojilerin kitlesellik bağlamındaki analizleri ile uyuşmaktadır. Bir önceki yazıda ele aldığımız üzere Arendt ideolojileri bireyler arasındaki ikili etkileşimi ve çoğulculuğu yerine ikame ettiği bir tek düze kitlesellik ile yok eden bir olgu olarak tanımlar. Aynı şekilde Freud Grup Psikolojisi ve Ego Analizi adlı kitle psikolojisini açıklama amaçlı kaleme aldığı eserde, ideojileri bireylerin kendi ego ideallerine yakın bir  “rehber” arama içgüdüsü olarak tanımlar. Buna göre “kitle hareketi birçok kişinin ideallerini gerçekleştirmek için birden aynı rehberi seçmelerinden ileri geliyor.”[5] Burdaki temel fark Freud’un ideolojik yaklaşımı içsel bir sorun olarak telakki ederken, Arendt ve Marx bunu dışsal bir sorun olarak telakki etmekteler. İki bakış açısının ortak zemini ise bu yaklaşıma sahip bireylerin kitlesel manada demagoglar veya Weber’in deyimiyle “karizmatik liderler” tarafından manipüle edilmesidir.[6]

    Mardin bunlara ek olarak Karl Mannheim’ın ütopya teorisine de atıf yapmakta. Karl Mannheim İdeoloji ve Ütopya adlı çalışmasında bu iki kavramı birbirine yakın şekilde tanımlar. Tek fark ütopyanın içinden çıktığı sosyal realiteye somut bir şekilde değiştirmeye yönelik bir olgu olarak telakki edilmesidir. Mesela cennet fikri somut bir şekilde yeryüzünde kurulmayı amaçlanan bir olguya dönüşürse Mannheim’a göre ütopya halini almıştır. Bundan hareketle Mannheim modern tarihte dört önemli ütopya örneği verir:

    1. Anabaptistlerin ‘Orgiastik Kiliazma’sı
    2. Liberal-Hümaniter bakış açısı
    3. Tutucu Bakış açısı
    4. Sosyalist-Komünist ütopya[7]

    Mannheim’ın ütopya olarak tabir ettiği olguyu biz “ideolojik toplum” olarak tanımlamayacağız. 20. yüzyılın ideolojiler çağı olarak adlandırıldığı birçok sosyal bilimci tarafından belirtildiğini söylemiştik. Bu ideolojilerin hepsinin birer sözde “ideal toplum” tasavvuru oluşturduklarını görüyoruz. Temel noktada bu ideolojiler “İnsanlık için en iyisi budur” düsturuyla bir ideal topluma ulaşma yolunda kitleleri harekete geçirmeye çalışmıştır.

    Şerif Mardin, belirttiğimiz üzere ideolojilerin siyaset olgusuyla doğrudan ilintili olduklarının altını çizer. İdeolojiler bu yaklaşıma göre geniş kapsamlı iletişim araçları üzerinden şekillenen simgeleştirme kümeleri olarak temayüz eder. Mardin bu bağlamda modern öncesi zamanlarda ortaya çıkmış olan dinsel ahlak öğretilerini her ne kadar toplumsal bir harita çıkarmış olsalar dahi ideoloji olarak tanımlamaz. Zira bu öğretiler tarih ve zaman üstü bir hüviyet kazanarak tüm zamanlar için yazılmış gibi öğretilegelmiştir. Mardin, tüm Osmanlı mekteplerinde öğretilen Gülistan eserini buna örnek olarak verir. İdeoloji olgusu modern dönemde, endüstri devrimi ile birlikte kökleşmiş kültürel ve dinsel formlardan kopan bir toplumsal yapı içinde ortaya çıkmıştır. Mardin’e göre bu akışı hızlanmış ve çalkantılı çağdaş bir devrin özelliğidir. Bunun en somut örneği Mardin’e göre İngiltere ve Amerika’da ortaya çıkan protestan/Kalvinist gruplardır. Bunların en belirgin özelliği çalışkanlığı Allah’a yaklaşmanın tek yolu olarak ortaya koymalarıdır. “Kalvinizm disiplin, uzun ve sürekli çalışma, kendi nefsinden feragat etme, biriktirme özelliklerini kutsallaştırdı ve yeni dinsel grubun kurulmaya başlanmış olan kapitalist düzeninden en etkin şekilde faydalanmasını sağladı.”[8]

    Bu noktada Karl Mannheim’ın ütopya teziyle bir bağlantı görmekteyiz. Kalvinistlerin din anlayışı tamamıyla bu dünya üzerine kurulu ve Allah’a yaklaşmayı yine dünyevi emellere hizmet eden bir ahlak anlayışı ile tanımlar. Bu bağlamda Mardin’e göre Kalvinizm, bir ideolojinin nasıl ortaya çıktığı hakkında net bir örnek teşkil eder. Bir dinî grup olarak Kalvinizmin metafizik değil somut dünyevi maksatları esas alması ideoloji olarak tasnif edilmesinde öne çıkan unsurdur.

    Nitekim Mardin’nin Kalvinistlerin din anlayışı üzerine yaptığı analiz bu noktanın altını çizmektedir:

    “Bu grubun sorunları bir anlamda yeni olduğu için Kalven kendi dinsel doktrinin ortaya çıkarırken ilahi kudretin bu dünyanın ötesindeki belirtileri üzerinde çok fazla durmamıştı. Amacı Kalvinistlere yeni bir toplumsal kuram sağlamaktı. Mitingleriyle, insanları eyleme çağrısıyla, sosyal disipliniyle Kalvinizm gerçekten modern ideolojilerin öncüsü olarak ortaya çıktı.”[9]

    Bu noktada ideoloji ile ideal arasındaki farkı belirginleştirmek gerekiyor. İdeoloji ile ideal arasındaki fark metafizik ve dünyevilik farkıdır. İdeoloji yukarda belirtmeye çalıştığımız üzere dinî içerikli de olsa somut dünyevi maksatlar gütmektedir ve realiteyi hep göz önünde tutmaktadır. İdeal ise özü itibariyle metafiziktir, somut değil soyuttur ve net bir çözüm peşinde değildir. İdeali ideal yapan gerçekçi görünmese dahi inanılan bir yolu devam etmektir ve bu yolda somut kazanımlar için taviz vermemektir. İdeal ve ideoloji olgularının ahlakiliği de bu çerçeveden ele alınmalı.

    Ahlak kavramını İslami bir paradigma üzerinden irdelediğimiz takdirde ideal olgusuyla örtüşen, ideoloji olgusuyla zıtlık arz eden bir zemin oluşturduğunu müşahede ediyoruz. Şerif Mardin’nin tanımlamaları üzerinden ele aldığımız ideoloji kavramı, dini bir ideal üzerinden bir ahlak tasavvuru örneği oluşturan peygamberlerin tasavvuru ile uyuşmamaktadır. Zira ideolojik paradigma içinde ahlak başlı başına bir değer değildir. Ancak ulaşılması gereken hedefler doğrultusunda kitleleri harekete geçirebildiği ölçüde değerlidir. İslami paradigma içinde ise ahlakilik bizatihi ulaşılması istenen bir erdemdir ve dünyevi hedef veya gayelerden tamamiyle bağımsızdır. Hatta bu ahlakiliği muhafaza etme uğruna dünyevi hedeflerden feragat etmeyi göze alır, zira asıl hedef bu dünya değil ölüm sonrası hayattır. Bu bakış açısı, çerçevesini tamamen bu dünya üzerine çizmiş olan ideolojik paradigmalara uymamaktadır. İdeolojiler Karl Mannheim’ın ütopya teorisi üzerinden ele alındığında yeryüzünde bir cennet kurma arzusundadır. Oysa İslami paradigma içinde cennet bu dünyada değil öteki dünyada oluşacaktır. Hristiyan teolojisi içinde de bu olgu “Senin krallığın gelecektir” şeklinde öteki dünyaya atfedilmiştir.

    Bu bağlamda cenneti bu dünyada oluşturma yaklaşımı ideolojilerin ahlaki açıdan tutarsızlıklara sürükleyen yaklaşımlardan biridir. Zira ahlaki tutum amaç değil araç hâline geldiği takdirde oluşturulan somut hedefler uğruna kolayca paranteze alınabilir. Bu paranteze alma durumu veya tavizkar yaklaşım ulaşılması gereken somut bir hedef olduğundan, zorunlu veya olağan bir durum olarak telakki edilecektir. Bu yaklaşım ideal olanın çözülmeye yüz tuttuğu ve ahlakiliğin erozyona uğramaya başladığı eşiktir. Tam bu noktada ideal, ideolojiye evrilerek ahlaki temellerini yitirmektedir.  Zira ahlakiliğin muhafaza edilmesi ideal olanın somutlaştırılma girişimi üzerinden değil, ideal olanın hayatın tüm manilerine veya zorluklarına karşın taviz vermeksizin diri tutulması ile ilintilidir.

    Örneklendirmek gerekirsek, ahlakiliğin kitleselleşmeye veya herhangi bir dünyevi güce ihtiyacı yoktur. O özündeki metafizik boyut itibariyle zaten üstündür ve bunu herhangi bir somut dünyevi emele kanalize etme ihtiyacı yoktur. Bilakis dünyevi emellere kanalize edilirse toplumun ve politikanın oluşturduğu çerçeve içinde deforme olma ihtimali vardır. Dolayısıyla ne kadar ulvi hedefleri olursa olsun, somut dünyevi (siyasal ve toplumsal) hedefler idealleri ideoloji hâline getirmek suretiyle ahlaki açıdan bozma ihtimali vardır. Bu noktada şu soru sorulabilir: Siyasallaşmayan yani ideoloji hâline gelmeyen bir idealin ne anlamı vardır ve topluma nasıl etki edecektir?

    İdeallerin ahlakiliği realiteye değil kemale odaklanmalarından neşet eder. Bu kemale olan odaklanma idealleri tavizin doğurduğu muhtemel ahlaksızlaşmadan muhafaza eder. Kitleselleşmese ve görünürde güç sahibi olmasa da bu kendini muhafaza etme durumu erdem ve ahlakiliği arayanlara bir nevi deniz feneri olur. Uzak ve nispeten küçük de görünse onun varlığı bir umut ışığı olarak yanmaya devam eder. Kişiler veya toplumlar karanlık dönemlerde veya çıkmaza girdiklerinde bu ışıktan faydalanarak tekrar aydınlığa kavuşma imkanına sahip olurlar. Önemli olan o fenerin yanmaya devam etmesidir. İdeolojilerin ahlaki açıdan erozyona açık bir alan sunmaları bu nitelik odaklı yaklaşımdan ziyade nicelik odalık bir yaklaşım sergilemelerinden kaynaklanmaktadır. Zira başta belirttiğimiz üzere Şerif Mardin’nin Freud üzerinden ele aldığı ideoloji tanımlamasında politik alanı kişisel eksikliklerin bir projeksiyon alanı olarak tanımlar. Kişisel zaafların kümelendiği bir alanda idealleri ve ahlakiliği korumak muhal bir durum teşkil eder. Sonuç olarak ideal ve ideoloji eşanlamlı kavramlar gibi gözüken ama ahlakilik noktasından ele alındıklarında birbirinin zıttı olarak görülmesi gereken olgulardır.

    [1] Mardin, Şerif, Din ve İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008.

    [2] Mardin, Şerif, İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999.

    [3] Mardin, Şerif, İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999.

    [4] Laswell, Harol, Psychopathology and Politics, University of Chicago Press, USA, 1986.

    [5] Mardin, Şerif, İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999.

    [6] Mardin, Şerif, İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999.

    [7] Mardin, Şerif, İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999.

    [8] Mardin, Şerif, İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999.

    [9] Mardin, Şerif, İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s.132.