ÇAĞDAŞ DÜNYADA DİNÎ AHLAK SAVUNULABİLİR Mİ: AHLAKIN KAYNAĞI ÜZERİNE MÜLAHAZA

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Ekrem Demirli

    Soruya basit bir yaklaşımla olumlu ve olumsuz yönlerini dikkate alarak cevap verilebilir: Her çağda dinî referanslı bir ahlak savunulabilir lakin bu iddiayı faydacı veya “imancı” olmayan önermelerle inşa etmek güç, hatta mümkün değildir.  “Dinî referanslı bir ahlak savunulabilir” çünkü hâlihazırda dinler yeryüzünde etkinliğini yitirmiş değildir. Yapılan araştırmalar birçok alanda dinin toplumlardaki etkinliğini güçlü bir şekilde sürdürdüğünü gösteriyor. Bilim ve felsefedeki değişim insanların din telakkisini esastan değiştirmiş olsa bile, pozitivizmin ilk dönemdeki iddiaları boş bir kuruntu olarak kalmış, dinler çağda etkinliklerini korumuş, birçok insan için din hakikat kapısı olarak varlığını muhafaza etmiştir. Din telakkisindeki değişimin temelinde ise ahlak ve din ilişkisinin bir yönü yer alıyor.  Modern dünyada din denilince insanların aklına bireysel ahlak konularına odaklanmış, iç huzuru ve itminana vesile olan ahlak geliyor.  Ahlak, dinlerin modern dünyaya ayak uydurma sürecinde yaşadığı değişimin en önemli vasıtası hatta dinin yeni formu hâline gelmiştir.  Dini ahlaka indirgemek geçmişten beri gelen yaygın bir tutumdur fakat modern dünyada dinin varlığını sürdürmesinin yegâne yolu hâline gelerek din ahlaka döndürülmüştür. Başka bir anlatımla din Tanrı merkezli buyurgan ve düzenleyici yapıdan görece iddiasız retoriğe ahlak yoluyla indirgenmiş, bu sayede modernleşme sürecine ayak uydurarak dünyadaki varlığını korumak istemiştir. Hristiyanlığın reform hareketleriyle başlayan böyle bir modernleşme süreci günümüzde Müslüman toplumlardaki yaklaşımlarla devam etmektedir.

     

     

    Sorunun cevabının ikinci kısmı ise teolojik düşüncenin akıl ve bilimle ilişkisi cihetinden verilebilir.  Kelam geleneğinde müşahede edildiği üzere, teolojik düşünce karşıt görüşlerin zaafından hareket etmek; muhalif görüşün kesinlik ve tutarlılık taşımadığını hesaba katarak aklın boşluklarından faydalanmak üzere yöntemini şekillendirir. Karşıt görüşün ikna edici olmadığı bir yana, kesinliğe dayanmadığı iddiası kelamdaki yöntemin temel iddiasıdır. Gâzâlî’nin filozofları tutarsız olmakla eleştirmesi dinî akla zemin açmak üzere felsefi-metafiziğin meşruiyetini daraltma iradesinden kaynaklanıyordu. Çağımızda bilimsel yöntem ne kadar güçlenirse güçlensin mutlak bir otorite kazanamamış, haddizatında bilimsel yöntem böyle bir ihtimali reddetmiş, bilimin kesinlik iddiası taşımayacağı ilkesel olarak kabul edilmiştir.  Vaziyet böyle olunca belirli bir makuliyet dâhilinde dinî ahlakı savunmak mümkün görülebilir.  Burada bir kanıtlama yolu aramak gerekli değildir, geçmişte de kanıtlama esas olarak kabul edilmemişti. Dinî düşüncede -Mutezile dışında- aklîlik, ancak dindarın yaşadığı ahlak ve ibadetle elde edilen bir düşünme tarzının sonucu olagelmiştir. O zaman çağımızda din referanslı bir ahlakı savunmanın mümkün olması, birçok insan için akla yakın gelmesi mümkün, hatta vaki bir durumdur. Bu nedenle ahlakın dinî bir referansa dayandığı durumdaki hâlini konuşmak mümkündür.

    Ahlak Dine Dayandığında Ahlaktır: Tanrısız Ahlakı Reddetmek

    İnsan niçin ahlaklı olmalıdır? Çağdaş dünyanın bilgi anlayışı dâhilinde soruya hazcılığın veya toplumsal düzenin aracı olmak gibi bir faydacılığın ötesinde cevap bulabilmek mümkün değildir. Günlük hayat içerisinde bireysel veya toplumsal sorumluluklarını müdrik bir insan ödevlerini yapmanın ardına geçerek ahlak diye amacı ve yöntemi bile ihtilaflı bir şeyle neden kendini sorumlu kılsın ki? Üstelik ahlaklı olmak iddiası öyle ağır bir yük olabilir ki, ahlaka erişilemediği takdirde insanlar en ağır hükümlerle değerlendirilir, en kötü dille yargılanırlar.  O zaman “Niçin ahlaklı olmalıyız?” sorusunun bu ithamı göze almaya değer bir cevabı olmalıdır. Ahlaka ikna edici bir sebep, ardından referans bulabilmek, düşünce tarihinin mühim işlerinden birisiydi.

    Geçmişte ahlakın kaynağı Tanrı veya Tanrı ile dolaylı ilişkisi kurulabilecek gökyüzü varlıklarıydı. İnsan bu varlıkların varlık tarzına yaklaşmak, onlar gibi olmak için ahlak yolunu tutmalıdır, bu sayede “kevn ve fesat” yani oluş ve bozuluş âleminin yıkıcı etkilerinden kurtularak ölümsüzleşir, en azından hüzünlerini yenebilir hâle gelir.  İbn Tufeyl, Hay b. Yakzan’a ahlakı göksel cisimleri temaşa etmek yoluyla buldururken günümüz insanı için ne kadar tuhaf bir düşünceden söz ediyor olmalıdır. Göksel cisimler mükemmeldir ve bunun sonucunda bir feyezan olarak yeryüzünü aydınlatır, oradaki varlıklara iyilik ve ihsanda bulunurlar. Ahlak, o varlıkları taklit ederek yerine getirilebilecek bir yetkinlik yoludur. Bununla birlikte ahlak felsefe ile dinin birbirine en çok yaklaştığı alan olarak görülse bile, aralarında ciddi bir fark vardı. Gâzâlî, İbnü’l-Arabî gibi düşünürler “Ahlakın kaynağı vahiydir.” anlamına gelebilecek şekilde filozofların ahlak görüşlerini peygamberlerden iktibas ettiklerini iddia etmişlerdir. Bununla birlikte felsefe ile dinin ahlak anlayışlarında ciddi farklılık taşıdığını hatırlamak gerekir. Bu farklılık öncelikle ahlakın amacında tebarüz eder: Filozoflar için ahlak amelî aklın yetkinleşmesiyle insanın metafizik yapabilmek üzere yetkin akıl sahibi olmasının bir yoludur. Bu durumda ahlak ile teorik kavrayış arasında zorunlu bir bağ, birbirini ikmal etme ilişkisi vardır.  Bu yetkinleşme sayesinde insan baki bir ruh kazanır, ölüm sonrasında kalıcılık ancak ahlaklanmış insanlar için mümkün olabilir. Dinî ahlakta ise amaç Tanrı’nın rızasını kazanmak, Tanrı’ya yaklaşmak, Tanrı’nın iradesine teslim olmaktır.  İnsan bir şey yapmak, bir şeyi teminat altına almak gereği duymaz dinî hayat içinde; beka Tanrı’nın inayeti olacaktır. Bu bakımdan dinî düşünce dâhilinde ahlak görece ehemmiyetini yitirmiş, ibadetler öne çıkmış, ibadetlerin sabit hâlleri ahlak olarak görülmüştür (zekât ve cömertlik ilişkisi gibi). Öyle veya böyle kadim zamanlarda din ile ahlak arasında çok yönlü ilişkilerin kurulduğunu hatırda tutmak gerekir.

    Modern dönemde ahlaka referans noktası bulmak, en azından bu alanda ikna edebilecek bir düşünce geliştirebilmek zor görünüyor. Kant’ın vicdanında ahlak yasasını bulduğu dünyada yaşamıyoruz artık. Modernleşme sürecini büyük felaketlerle yaşayan Müslüman toplumların “sultanî tembelliklerinden” (merhum A. Hamdi Furat’ın tabiridir) sıyrılması için yöntem öneren Müslüman düşünürler, ahlakın taklit edeceği hareketi ve sürekli eylemi doğada bulmuşlardı.  Mehmet Akif’in Müslüman toplumlar için öngördüğü dinamik, faal ahlak ve iş hayatı (teorinin en güçlü şekilde işlendiği kısım Safahat’ta “Fatih Kürsüsü” bölümüdür) doğanın gözlemi üzerine kuruluydu.  Doğada her şey daima hareket ve devinim hâlinde ise -ki gözlem bunu söylüyor- insan böyle bir tabiat etkinliğinde yerini alarak ahlaklı olabilir. Daha doğrusu ahlak bu geniş harekete katılmak, doğayla uyum göstermek, yeryüzündeki varlıklar gibi sürekli eylem dâhilinde çabalamaktır. Günümüzde doğaya atıfla ahlaktan söz etme alışkanlığı devam etse bile gökyüzünü doğadan üst bir mertebe sayarak ahlaka kaynak görmek ise anlamını tamamen yitirmiş, doğa ise zayıflamıştır. İnsanın vicdanı veya doğası veya yaratılışı gibi referanslar ise belirsiz bir retoriğe dönüşmüş görünüyor. O zaman ahlak için en güçlü gerekçe sınırları ve ölçüleri belirsiz bir hazcılık, insanın bireysel mutluluğu, toplumsal düzen gibi pragmatist tutum olarak kalacaktır. Günümüzdeki durumu anlayabilmek için “Bırakınız yapsınlar” düsturunu “Mutluluk veriyorsa yapsınlar” tarzında okumak yeterli olabilir. Böyle bir ahlak anlayışı ise ahlaklı olmak için ikna edici olmadığı gibi insanlar hakkında yargılayıcı bir dil kullanmaya veya bireyi veya toplumu kritik etmeye değer bir şey değildir.

    Ahlak anlayışında böyle bir belirsizliğe varmanın taşları kademe kademe döşenmiştir: Her şeyden önce insanın referans kabul edebileceği bir otoritenin reddedilmiş olması bu nedenlerin başında geliyor.  Doğayla özdeş içkin bir Tanrı telakkisi bir kademe sonrasında insan ve akıl lehine inancın etkisizleşmesi demekti. Dinî otorite ve güçlü Tanrı anlayışı insanlık için değerini yitirince, din bir vaaza dönüştürülerek çağdaş dünyanın malzemesi hâline geldi. Dinde sabit kalan konular modern dünyaca eleştiriliyor, dünyanın lehinde olacak şekilde uyarlanma talep ediliyor, din de modern insanın talepleri doğrultusunda sürekli törpüleniyor. Dinde yenilenme talebi modern dünyanın değerleri karşısında dinin geri adım atması olarak tecelli etmektedir. Bu zaman zarfında ahlak, dinlerin modern dünyaca terbiye edilmesinin aracı olagelmiştir.  İnsanlar dinlerdeki öfkeli Tanrı’ya karşı hoşgörülü bir söylem ararken dinle ilişkinin sınırlanma yollarını aramaktadır. Bunun sonucunda ise herhangi bir amacı olmayan ahlak, etkinliğini yitirmiş din, dünyayı yok etmeyi gücünü ikna etmenin aracı hâline getirmiş bir akıl kalmıştır. İnsanlığın önündeki en ciddi sorun otorite fikrini reddetmiş böyle bir akıl anlayışıdır.

    Dinî Bir Ahlak Hangi İlkelere Dayanır?

    Ahlakın amacından bahisle düşünülmesi gereken ilk iş, akıl ile ahlak, ahlak ile idrak ve dünyanın kavranışı arasındaki ilişkinin tespiti, daha doğrusu hatırlanmasıdır. Düşünce tarihinde ahlakla ilgili herhalde en güçlü teoriler bu noktada ortaya çıkmış, ahlak insanın zihnen yetkinleşmesinin yolu ve yöntemi kabul edilerek ahlaklı olmak ile natık olmak neredeyse eş değer kabul edilmiştir. Ahlak konuşmalarında ihmal edilen -hazza ve huzura fazla dikkat çekilerek- ahlak ile zihin arasındaki ilişkidir. Ahlaklı olmak insanın aklının yetkinleşmesi, gerçeğe mutabık şekilde düşünmesinin yolu olduğu ölçüde ahlaktan vazgeçilmez bir yöntem olarak konuşma imkânı vardır. Ahlaklı olmanın amacı insanın önyargılarının, koşullanmalarının aşılarak insanın mağaradan çıkmasını temin etmek olunca ahlaktan söz etmek bir insanlık değeri hâline gelir. Böyle bir ahlak anlayışı doğrudan dinle ilişkili görülmeyebilir, daha doğrusu dinden neşet etmeyebilir fakat dinin amaçlarıyla bu anlamıyla ahlak arasında güçlü ilişki olduğunu belirtmek gerekir. Natık olmak ile din arasındaki ilişkinin kurulduğu yer burasıdır.  Dindarlık insanın doğru düşünceye varması, varlık hakkında doğru kanaate ulaşması, önyargılarından kurtularak zihinsel olarak yetkinleşmesini amaçlar. Tanrı’ya inanmak bu yolculukta ahlakta kırılmanın yaşandığı noktayı temsil eder. Çünkü insan Tanrı’ya inanmış olmakla -bu inancın başta bir kabul ve taklit şeklinde olması işi değiştirmez- görünür dünyanın koşullanmalarının dışına çıkarak bir üst ilkeyi tanımakla aklını yetkinleştirir. Dindarların büyük kısmında Tanrı inancının bir taklit olarak kalmış olması bunu değiştirmez. Tanrı’ya inanmak, bu nedenle metafizik yapmanın amacı kabul edilerek zihnin yetkinleşmesinin bir delili olarak görülür. Bir dindar için ahlak Tanrı ile ilişkilendirildiğinde anlam taşıyabilir, akıl Tanrı’ya vardığında ahlaktan ve akıldan söz edebiliriz. O zaman Tanrı’ya iman etmek ahlakın hem başlama hem devamı hem ikmal şartıdır.

    Ahlaktan söz edebilmek için aklın Tanrı’ya ulaşması zorunludur. Bu sayede ahlak metafizik bir konu hâline gelir ve bu sayede büyük bir ahlaktan, insanlıktan söz edebilir hâle geliriz. Fakat bu noktada Tanrı tasavvurunun ahlakın ilkeleriyle bağdaşık olması gerekir.  Burada meselenin özü aynı anda Tanrı merkezli ve insan merkezli olabilecek şekilde bir Tanrı telakkisinden söz edebilmektir. Bunun için yapılması gereken ilk iş, dinî düşüncenin merkezindeki yükümlülük kavramını metafizik bir yorum düzeyine taşıyarak marifet, müşahede gibi dinî hayatın yüksek kavramlarının Tanrı tasavvuruna taşınmasıdır. Dinî düşünce bunu başarabildiği ölçüde Tanrı’dan daha çok konuşabilir, Tanrı’dan konuştuğu ölçüde ise insandan ve insanın kemalinden söz edebilecektir.

    İkinci mesele ise ahlakın kapsamıyla ilgili olmalıdır. Ahlakta farklı kanaatler, görece ayrımlar olsa bile, ahlakın geçerliliği insanı taşıdığı yerle ilgilidir. Bunu ahlakın evrensel hâli diye isimlendirebiliriz. Ahlakı Tanrı inancına dayandırmanın en önemli sonucu insan, doğa ve tüm varlığa yönelik bir idrakin ve ilginin zeminini ortaya çıkartmaktır.  Ahlak bu sayede insanı evrensel kılar, evrensel kıldığı ölçüde ise Tanrı’ya ve insana yaklaştırır.

    Üçüncü husus ise ahlakın insanı geliştirmesi, insan kabiliyetlerine bilhassa zihin etkinliğine bir ufuk göstermiş olmasıdır. Bunun içine haz da eklenebilir. İnsan ahlakı böyle bir yüksek kavrayışla hazza ulaşır, bu sayede ahlaklı olmak insan müdrikesini kemaline taşır.