BİR NEBZE GERÇEKLİK

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Kağan Kahveci

    Gerçeklik belli ahlaki davranışları veya politik tutumları gerektirir mi, dayatır mı? Sorunun birçok çağrışımı var, ben şu çağrışımlarıyla düşüneceğim: Gerçekliğe, gerçekliğin belli bir bilgisine dayanarak “şu yapılmalı, bu yapılmamalı” gibi ifadeler kurulabilir mi? Mesela temellerini doğa bilimlerinde bulan “olgulara” dayanarak veya metafiziğin akılla ispat ettiği “hakikatlere” dayanarak belli etik veya politik yaptırımlar gerekçelendirilebilir mi? Bu soruların felsefe tarihindeki akıbetine kısaca değinip (I) kendi adıma olumlu bir cevap denemesinde bulunacağım (II).

    I

    Felsefe tarihinde soru her zaman bu açık şekliyle sorulmasa da, adeta doğal bir eğilimin peşinden giderek filozofların son üç yüzyıla kadar “gerçeklik belli ahlaki ve politik tutumları dayatır” varsayımıyla hareket ettiklerini, hatta “dine rakip olarak” tek tek insanların ve toplumun hareketlerine yön vermekte yegâne silahının “gerçekliğin bilgisi” olduğunu düşünüyorum. Felsefe tarihinin en erken figürlerinden günümüze kadar sayısız örnek gösterilebilir. Çarpıcı olması adına, örneğin gerçekliğin bilgisini mümkün görmeyen Antik skeptiklerle bu konuda onların tam tersi olan Platoncular karşılaştırılabilir. Antik skeptikler gerçekliğin bilinemeyeceğini düşündükleri için yargılarını askıya alırlar; özgün bir yaşama biçimi, hususi ahlaki tutumlar önermezler; toplumun geleneksel yaşam tarzını benimserler ve hatta bunu yapmayan diğer felsefe okullarını, özellikle Platoncuları hayattan kopuk olmakla eleştirirler. Çünkü Platoncular muhtemelen “iyi ideasının” rehberliğinde politik kurumlarla devamlı kavgalıdırlar ve “gerçek” idealar dünyasına nazaran duyular dünyasını sahte buldukları için halkın geniş kesimleri için tuhaf davranışlar sergilerler. Mesela, Pierre Hadot’nun aktardığına göre, Romalı Platoncu, senatör Rogatianus, praetor olarak göreve başlayacağı gün, görevlerinden el çeker, tüm mallarını bırakır, kölelerini azat eder ve günde tek öğün yemeye başlar.[1]

    Aristoteles’in Metafizik eserinde geçen bir cümlenin felsefe tarihindeki bu doğal eğilimi veciz bir şekilde ifade ettiğine inanıyorum. Metafizik’in hemen başında Thales’in arkhê görüşünden bahsederken “Nitekim en kadim olan en değerli olandır, en değerli olan ise üzerine yemin edilendir,”[2] gibi bir ifade kullanır. Aristoteles, daha eski bir dönemde insanların suya yemin ettiklerini, o hâlde Thales’ten önce de suyu arkhê olarak kabul edenler olduğunu gerekçelendirmek için söyler bunu. Aristoteles “en kadim” olan ile “en değerli olan” arasında, “en kadim gerçeklik” ile davranışlarımızı, seçimlerimizi belirleyecek “en değerli olan” arasında doğrudan bir bağlantı kurar burada. Aristoteles’in bu cümleyi söylediği bağlamın izini takip ederek arkhê’nin “en başta” olma tanımının yanı sıra “yönetici ilke” olma, “ilk neden” olma, “en temel unsur” olma gibi tanımlarını da hatırlarsak felsefenin kurucu sorularından “Arkhê nedir?” veya daha genel olarak “Esas gerçeklik nedir?” ile davranışlarımıza rehberlik edecek “Değerler nedir?” sorusu arasında sıkı bir bağlantı olduğunu görebiliriz.

    Yüzyıllarca sürecek bu sıkı bağlantıyı koparmak üzere en güçlü darbeleri vuranlardan biri kuşkusuz Immanuel Kant oldu. Bahsettiğimiz bu “doğal eğilimin” gayet bilincinde olan Kant Saf Aklın Eleştirisi’nin bitiş bölümünde, “Saf Aklın Tarihi”nde bu sıkı bağlantının felsefe tarihinin çocukluk dönemine hâkim olduğunu, hatta en soyut araştırmalarını bile güdüleyenin ahlakilik ve teoloji olduğunu söyler. Kant’ın deyişiyle “dünyayı yöneten görünmez gücü” filozofların araştırmasının en temeldeki nedeni bu güce, bizim yukarıdaki deyişimizle “esas gerçekliğe” uygun şekilde hayatlarını irade etmeyi akıllıca bulmalarıdır:

    Gerçi doğallığında başka türlü gerçekleşemeyecek olsa da şu olgu yeterince dikkate değerdir: Felsefenin çocukluk çağında insanlar bizim şimdi daha ziyade bitirmemiz gereken yerden başlar; yani ilk önce Tanrı’nın bilgisini ve başka bir dünyanın umudunu veya aslında inşasını incelemelerine konu edinirler. Ulusların kaba hâllerinin bıraktığı eski törelerin takdim ettiği dinî kavramlar ne kadar ham olurlarsa olsunlar, yine de bunlar, onların arasındaki daha aydınlanmış kısmın bu nesnenin incelemelerini özgürleştirmeye kendisini adamasından alı koymadı; ve şu çabucak anlaşıldı ki en azından başka bir dünyada mutlu olmak adına dünyayı yöneten görünmez gücü memnun etmek için yaşamını iyi idare etmekten daha temel ve güvenilir bir yol olamazdı. Sonuç olarak, kendimizi hep vakfettiğimiz aklın tüm soyut araştırmaları için iki güdüleyici, veya daha iyi bir ifadeyle, iki referans noktası teoloji ve ahlakilik idi. Ama bunlardan ilki gerçekten spekülatif aklı kendi rayına aşamalı olarak sokandı; sonradan metafizik adı altında çok ünlenecek olan bu güdünün eseridir. [A853/B881 (çeviri yazara ait)]

     

    Şu hâlde Kant’a göre felsefi araştırmayı başlatan güdü “Gerçeklik nedir?” gibi saf bir ontolojik merak değildir aslında: Ahlakilik ve teoloji filozofların gerçeklik sorgulamalarını, metafizik araştırmalarını güdüler. “Dünyayı yöneten görünmez gücü” bilmek istemelerinin nedeni onu memnun edecek şekilde yaşamlarını idare etmeyi, ahlaki seçimlerini ona göre yapmayı istemeleridir. Oysa Kant bir ahlak öğretisi yazmadan önce gerçeklikle ilgili bilgi iddialarının kökenindeki spekülatif akıl yetisini eleştiriden geçirir; aklın ideaları ile anlama yetisinin kategorilerini ayırır ve ister Tanrı modelinde olsun ister maddi bir gerçeklik modelinde olsun bir mutlak gerçekliğin, bir kendinde gerçekliğin akıl yoluyla bilinemeyeceğini söyler ve ahlaki alanı bu eleştiriden sonra, saf aklın sınırları içinde temellendirmeye çalışır. Sonuç olarak filozofların, daha doğrusu metafizikçilerin elinden gerçeklikle ilgili mutlak bilgi iddialarında bulunma ve buna uygun bir “doğru yaşamı” telkin etme gücünü almayı dener. Buna karşılık Kant, kendinde şeyin, “esas gerçekliğin” bilinemeyecek olsa da düşünülebileceğini söyler; düşünmenin şartı olan çelişmezlik ilkesi bakımından bir Tanrı’nın varolmasında, ölümsüz ruhlara sahip olmamızda ve yapıp etmelerinden sorumlu özgür varlıklar olmamızda bir çelişki olmayacağı temelinden yola çıkarak saf aklın bu sınırlanmış hâli içinde ahlaki alanı düzenleyecek bir yapı sunar. Ne var ki Kant’tan sonra, birazdan sohbete davet edeceğimiz Quentin Meillassoux’nun deyişiyle kendinde şeyin sadece bilinemeyeceği değil düşünülemeyeceğini de savunan sıkı bir korelasyonculuk[3] hâkim olur felsefeye ve saf aklın sınırları içinde bile yükümlülük getiren bir ahlak ve politika düşüncesi giderek kaybolur.

    Kant’tan sonra, o hâlde, baştaki “Gerçeklik ahlaki ve politik tutumları dayatır mı?” sorusu belli bir doğal eğilimle “naifçe” cevap verilemeyecek bir soru hâline geldi; ve gerçekliğin yapısını bilme iddiaları olarak metafizik düşünme şekli başta Kant ve sonrasında sayısız filozof tarafından güçlü eleştirilerden geçtikten sonra insan davranışlarına gerçekliğin bilgisine dayanarak veya hatta Kant’taki “pratik akıl postülatlarına” dayanarak yön verme girişimleri neredeyse yok oldu. Ahlaki ve politik değerler alanı bugün modern bir skeptikliğin hâkimiyeti altında görünüyor; buna göre insanlar istediklerini yapmakta özgürdür, onları belli davranışları yapmaya ve belli davranışlardan alıkoymaya zorlayacak bir gerçeklik bilgisi yoktur. Hâl böyle olunca, tam da Antik skeptiklerin önerdiği gibi insanlar yaşadıkları toplumun hukukuyla ve baskın değerleriyle çatışma yaşamayacak şekilde, dilerlerse onlarla uyumlu şekilde yaşamaya davet edilmiş oluyorlar. Ya da bu sınırlar dairesi içinde anonim bir popüler kültürün içinde veya “kendi yerel mutlakına/putuna” özgürce taparak yaşamaya bırakılıyorlar.

    II

    Ve çok önemsediğim bir konuya geliyorum: Bugün iş öyle saçma bir duruma geldi ki artık sadece “metafiziksel akıl doğrularına” göre değil “bilimsel olgulara” göre de ahlaki ve politik yaptırımlarda bulunulamıyor. “Hakikat sonrası” dönemde bilim de ideolojilerden bir ideoloji muamelesi görüyor adeta. Dünyanın en güçlü devletlerinden birinin başkanı aksi yönde sayısız bilimsel kanıta rağmen “ben iklim krizine inanmıyorum” diyebiliyor. Bildiğimiz hâliyle dünya gezegeni insanlar tarafından yok ediliyor ama bunu bir “gerçek” olarak tespit etme araçlarımız, kendimizi koruyabileceğimiz kavramlarımız/kalkanlarımız elimizden alınmış gibi; ideolojiler kakofonisi içinde yutulup gidiyor çığlıklar. Sonuç olarak bana kalırsa bir nebze olsun gerçeklik bilgisine ve bu bilginin yaptırım gücüne sahip olmamız insanlık adına bir ölüm kalım meselesi gibi duruyor.

     

    Felsefe “kadim olanın” veya “ebedî olanın” ne olduğu konusunda anlaşamasa da gezegen üzerindeki yaşamın fiziksel plandaki “olgusal sonuna,” veya yaşanacak büyük felaketlere işaret eden bilimsel beyanların birer kanıdan ibaret olmadığını, ideolojik uydurmalar olmadığını, matematiksel olarak ortaya konmuş olguların insandan bağımsız bir gerçeklik olarak değerlendirilmesi gerektiğini ve bu gerçekliklere uygun hareket etmenin bir zorunluluk olduğunu söylemenin bir yolunu bulmalı diye düşünüyorum. Ve bu konuda son dönem Fransız filozoflarından Quentin Meillassoux’nun materyalist mutlak anlayışının söyleyecek çok şeyi olduğuna inanıyorum.

    Meillassoux mutlak anlayışını (merak eden okurun sınayabileceği)[4] çeşitli ispatlarla ortaya koydu ve bu mutlak anlayışını felsefe tarihinden birçok figüre karşı savundu. Burada kısaca birkaç şey söylersem eğer: Meillassoux’ya göre olumsallık (zorunsuzluk) ve sadece olumsallık zorunludur. Böyle bir ilkenin doğru olduğunu (ayrıntılarını burada gösteremeyeceğimiz için) varsayarsak, yalnızca olumsallığın zorunlu olduğu bir ontolojide içinde yaşadığımız dünya gerçekliğini kuran doğa yasaları da olumsaldır (yani başka türlü olabilirlerdi), bu anlamda kütle çekimi, atomlar, kuarklar vb. olumsaldır veya eğer gerçekliğin esas yapısı idelerden, monadlardan, spiritlerden, meleklerden oluşuyorsa bunlar da olumsaldır. Bunların hepsi, Meillassoux’nun sonluötesi (transfinite) sayıda olumsal olanağa muktedir olduğunu söylediği hiper-kaotik zamanın herhangi bir olanağıdır ve nedensiz şekilde, ex nihilo gerçekleşebilirler. Tam da olumsal oldukları için, mutlaken olumsal oldukları için herhangi bir akıl yürütmeyle zorunlu olarak gerekçelendirilemezler; dünyamızın başka türlü değil de böyle olması zorunlu bir nedensellikle, bir ilk zorunlu varlıktan (mesela Tanrı’dan) veya varlıklardan (mesela atomlardan ve sapmadan) itibaren türetilemez, çıkarsanamaz; ya da bu dünyamızın   “mümkün dünyaların en iyisi” (Leibniz) olduğu “sonsuz sıfatları olan tek bir töz” (Spinoza) olduğu akıl yoluyla ispatlanamaz, vb.[5] Kesin olarak, mutlak olarak bilebileceğim tek şey tüm varlıkların, hatta olayların, oluşların, süreçlerin, vb. her şeyin (her şeyin olumsal olmasının zorunluluğu dışında) olumsal olduğudur. Sonuç olarak, Meillassoux’ya göre Kant veya herhangi bir Kantçı, idealist veyahut materyalist metafizikleri eleştirirken, yani esas gerçeklikle ilgili materyalist ya da idealist bilgi iddialarını eleştirirken haklıdır. Çünkü bu metafizikçiler akıl yoluyla çıkarımlarda bulunarak atomların varlığını ya da Tanrı’nın varlığını bildiklerini söylediklerinde bu bilgiler düşüncenin koşullarına bağlı olmak anlamında sadece düşüncenin yapısıyla ilgili şeyler söylerler, gerçekliğin kendisi hakkında bir bilgi değerleri yoktur. Bu bakımdan Kant’ın metafizik eleştirisine katılsa da Meillassoux kendinde şeyi, esas gerçekliği bilmenin bir yolu olduğunu ispatlamaya çalışır: “Düşüncenin düşüncesinden bağımsız olarak düşünebildiği şey örneğin atomlar, boşluk, oluş, güç, yaşam vb. veyahut ideler, monadlar, ruhlar, tanrı(lar), tin vb. gibi gerçek ve zorunlu (başkası düşünülemeyecek) entiteler değil, varolan veya varolabilecek her şeyin içinde olumsal olduğu, ve her şeyin bu olumsallığının zorunlu olduğu bir zamandır; yani düşünce, (Meillassoux’nun adlandırmasıyla) hiperkaotik bir zamanın bağrında düşünce dâhil her şeyin olumsal olduğunu, ve bu olumsallığın zorunlu olduğunu çeşitli öznellik biçimlerinden, düşünme koşullarından, korelasyonlardan, vb. bağımsız şekilde, bir mutlak olarak düşünebilmektedir.”[6]

    Meillassoux olumsallığın zorunluluğunu bir dizi argümanla, kavramlardan kavramlara geçerek, olası karşı argümanları çürüterek gidimli (discursive) tarzda ispatlar.[7] Dediğim gibi bu ispatları burada vermek imkânsız ama tüm ispatların sonunda (Spinoza ve Hegel’deki gidişatı andırır şekilde) hep zaten mutlakta olduğumuzu anlarız; çünkü Meillassoux’ya göre olumsallık insanların dolaysız dünya deneyimidir; olumsallığı, her şeyin başka türlü olabileceğini zihinsel olarak görür insanlar, olumsallık insanlarda bir zihinsel görüdür (intuition intellectuelle). Ve  bu yazı için önemsediğim matematiksel doğa bilimlerini temellendiren de olumsallığın zihinsel görüsüdür.[8] Meillassoux matematik ve mantık gibi formel dillerin asgari koşulu olarak anlamdan yoksun göstergeleri düşünebilmemiz ile olumsallık görümüz arasında bir bağlantı kurarak matematiksel doğa bilimlerinin (sadece insanların düşünme koşullarına bağlı olmayan) mutlak kapsamını türetmeye çalışır.[9] Bu mutlak kapsam elbette bilim insanlarınca zaten veri alınmaktadır; yani nesnenin matematikle ifade ettikleri özelliklerini mutlak, kendi düşüncelerine göre olmayan özellikler olarak düşünmektedirler,[10] ne var ki matematiksel doğa bilimlerinin felsefe tarafından anlaşılması “Kantçı bir felaket” dolayımıyla gerçekleşir Meillassoux’ya göre. Tarihte ilk kez insanlar gerçeklikle ilgili mutlak (herhangi bir öznelliğe göre olmayan) bilgilere ulaşma yoluna girer matematiksel doğa bilimleri yoluyla, ama buna şaşıran, nasıl mümkün olduğunu temellendirmeye çalışan Kantçı felsefe bu bilgilerin doğasına tamamen aykırı bir yola (öznenin transandantal koşullarını araştırma yoluna) sapar ve bu bilgilerin mutlak doğasını anlamaktan giderek uzaklaşır. Çünkü Meillassoux’ya göre Kant ve Kant sonrası felsefe düşüncenin ancak düşüncesine bağlı olanları, kendisine verilmiş olanları bilebileceği varsayımı üzerine kuruludur. Meillassoux korelasyonculuklar olarak adlandırdığı bu düşüncelerin insan öznelliğinden bağımsız gerçekleri düşünen matematiksel doğa bilimlerinin mutlak kapsamını, insana göre olmayan kapsamını düşünemediğini söyler ve olumsallığın zorunluluğu ilkesine dayanarak bu bilimsel olguları insandan bağımsız birer gerçek olarak yeniden “temellendirmeye” çalışır.

    Esas konumuza dönersek eğer, bu “temellendirmenin” başarıldığı varsayıldığında yukarıda bahsettiğim bir nebze gerçeklik ihtiyacının giderilebileceğini düşünüyorum. İklim krizi örneğinden devam edersek gezegen üzerindeki yaşamın ve insanlığın yaşadığı bu yok oluş tehdidi matematiksel olarak, kutuplardan alınan uzun buz kütlelerinin çeşitli ölçümlerden geçirilmesiyle ortaya konabilmektedir;[11] ve sorunun esas nedeni insanın endüstriyel faaliyetidir, ne var ki bu mutlaklık (insan düşüncesinden bağsız gerçek) kamusal alanda, politik arenada insanların kanaatlerine ve güç ilişkilerine dayalı olarak “özgürce” tartışılabilmektedir.

     

    Mevcut doğa yasalarının sunduğu bir gerçeklik tipinde, mesela böyle bir gezegende yaşıyor olmamızın olumsal olması gibi şu an gezegenimizde yaşamı tehdit eden ısınma da (bir gerçeklik olarak) olumsaldır; evet zorunsuzdur ama gerçek bir olgudur, çünkü matematiksel doğa bilimleri tarafından ortaya konabilmektedir. Bu nedenle, insanlara göre değil (insanların düşüncelerine, kültürlerine, ideolojilerine, kanılarına bağlı olmamak, bağsız –absolutus- olmak anlamında) mutlak gerçeklerdir. Sonuç olarak Meillassoux’nun projesinin temel hedeflerinden olan matematiğin mutlak kapsamının türetilebilmesi ile insanlığın ve dünyanın kaderi arasında bir göbek bağı var bence. Matematiksel doğa bilimlerinin sadece insanlara göre değil, mutlak kapsamı olan gerçekler ortaya koyabildiğini göstermek, “Gerçeklik belli ahlaki ve politik tutumlar dayatır mı?” tartışmasına olumlu bir cevap verme yolu olabilir diye düşünüyorum. Bugün iklim krizinin nedenleri kamusal alanda herhangi bir politik konu gibi tartışılabiliyorsa, aleyhte ve lehte görüşler eşit değere sahip olabiliyorsa bunun sebebi biraz da matematiklerin mutlak kapsamı konusunda (felsefede hâkim korelasyonculuk nedeniyle) filozofların kafasının net olmaması, bu nedenle, felsefenin binlerce yıllık geleneğinde yapıldığı gibi, bu gerçeklerden ahlaki ve politik yaptırımlar çıkarmanın akıllarına gelmemesidir; mesela, hukuku, devleti, birlikte yaşamı bu tür gerçeklerin mutlak kapsamını veri alarak düşünmeyi denememeleridir.

    Kuşkusuz güç ilişkilerini ve dünyanın kör gidişatını felsefe tek başına durduramaz, fakat sağlam bir düşüncenin gücüne inanmak ve etkili kavramlar yaratmak felsefenin payına düşer. Felsefe korelasyonculuğun konformizminden çıkıp matematiğin mutlak kapsamını ortaya koyabilirse, bundan politik ve etik dünyalarımıza dair bir söylem üretebilirse, kamusal alandaki görüş eşitliği bir mutlak lehine bozulabilir. Sonuç olarak matematiğin mutlak kapsamının ispatlanması, politikanın insanlardan ve kanılarından bağımsız olarak inşa edilebilecek “teknik” alanlarını açar. Hatta diyebiliriz ki özellikle içinde yaşadığımız apokaliptik dönemde, insanlığın ve gezegen üzerindeki yaşamın kaderi matematiksel doğa bilimlerinin mutlak kapsamını göstermeye, bunlardan etik ve politik sonuçlar çıkarmaya, ve bu “pratik doğruları” örgütleyebilmeye bağlıdır.

    [1] Pierre Hadot, Eloge de la philosophie antique. Antik Felsefeye Övgü adıyla yakında Ketebe yayınevinden çıkacak.

    [2] Aristoteles, Metafizik, Pinhan Yayınları, çev. Y. Gurur Sev [983b28]

    [4]Sonluluğun Sonrası kitabına ve Spekülatif Materyalizm: Varlık, Zaman, Adalet, Din, Bilim kitabındaki makalelere bakılabilir bunun için.

    [5] “Her metafizik, şeylerin başka türlü değil de böyle olmalarının bir nedenini verebileceğini iddia eder: Yani belli kendiliklerin/zatiyetlerin (entité), oldukları şey nedeniyle –onları özgülleştiren özellikleri nedeniyle– zorunlulukla varolmaları gerektiğini temellendirmek mümkündür metafizik açısından. Bu anlamda, zorunlu bir tanrının varoluşunu ispatlama iddiası da –Kant’tan beri ontolojik argüman denilen şey– metafiziktir, dünyamızın doğa yasalarının veya başka herhangi türden bir zatiyetin (atom, ruh, toplum, tarihsel süreç, vb.) zorunluluğunu savunmak da.” (Quentin Meillassoux, Spekülatif Materyalizm, s. 60)

    [6] Meillassoux düşüncesine yaptığım kısa bir tanıtım için bkz. https://terrabayt.com/dusunce/spekulatif-nagmeler-quentin-meillassoux-ve-florian-hecker-hiperkaos-soylesiyor/#_ftn3

    [7] Bkz. Sonluluğun Sonrası 3. ve 4. Bölüm.

    [8] Bir maddecinin zihinsel görüden bahsetmesi tuhaf gelebilir. Meillassoux kendini heterodoks bir Kartezyen olarak tanımlar. Ona göre ruh ve beden hiper-kaotik zamandan ex nihilo zuhur etmiş iki farklı dünyadır. Dolayısıyla zihinsel görü bedenin şartlarından bağımsızdır. Bkz. Spekülatif Materyalizm içinde “Materyalizm ve Ex Nihilo Zuhur” makalesi, s. 39-59

    [9] Bkz. Quentin Meillassoux, Spekülatif Materyalizm, “Yineleme, Tekrar-Yineleme, Tekrar. Anlamdan Yoksun Göstergenin Spekülatif Analizi” adlı makale. Pinhan Yayınları, der. ve çev. Kağan Kahveci

    [10] Meillassoux mutlak kelimesini iki anlamda kullanır: “Fakat bu önermelerin açık olması için, ‘mutlak’ kelimesinin iki anlamı arasında bir ayrım yapmam gerekiyor. İlk olarak, ‘mutlak’, her varlık için zorunlu olan bir özelliğe gönderir; böyle bir özellik spekülatif anlamda mutlaktır. Öyleyse, olgu olmaklık (facticité) [olumsallık] ve ondan türetilen mantıksal tutarlılık (çelişmezlik) mutlak olarak zorunludurlar ve her varlığın değişmez özellikleridirler. Bu tip özelliklere, terimin ilk anlamıyla mutlak olan özelliklere, primo-mutlaklaştırıcı özellikler diyorum. Diğer taraftan, mutlak kelimesine ikinci bir anlam veriyorum; bu seferki doğa bilimlerine gönderir: Bu ikinci anlam, dünyanın benim mutlak zorunlu olarak koymadığım özelliklerini betimler; bunları olgular olarak koyarım ve varoluşları bakımından radikal bir şekilde düşünceden bağımsızdırlar. Daha açık söylemek gerekirse: Doğa bilimlerinin betimlediği yasalar ve sabitler, benim için, zorunlu değiller – tıpkı diğer her şey gibi Hiperkaos adını verdiğim Zaman’ın üst rejimine tabidirler. Ama şunu göstermek istiyorum ki bu yasalar ve sabitler, tüm bu nedenlerle, sadece düşüncenin bağlılaşıkları (corrélat) değildirler ve (doğru bir teori tarafından betimlendiklerini varsaydığımızda) absolutus’un ilk anlamıyla bizden ayrıdırlar, bizim onlar hakkında sahip olduğumuz düşünceden bağımsızdırlar. Elbette olumsallar, ama sürüp gitmeleri için bizim varoluşumuzdan bağımsızlar. Dünyanın bu özelliklerine, kelimenin ikinci anlamında, deutero-mutlaklaştırıcı özellikler diyorum: İnsandan bağımsız, ontolojik hiçbir zorunluluk barındırmayan bir özellik.” (Spekülatif Materyalizm, “Yineleme, Tekrar-Yineleme, Tekrar” s. 190)

    [11] Kevin E. Trenberth, Fasullo, T. John, Earth’s Energy Imbalance, 2014: Trenberth et al.