TEKERRÜRÜN TARİHİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  •  Selçuk Çiçek

     

    Teknolojinin süratli ve radikal ilerleyişi insanlığın günümüz yaşantısında kuşkusuz olağanüstü dönüşüm rüzgârları estiriyor. Dijitalleşme, yapay zekâ veyahut otonom robotlar gibi yeni teknolojik alanlar iş sektöründen eğitim dünyasına, finans alanından devletlerin askerî ve diplomatik planlamalarına kadar sarsıcı tahavvülleri beraberinde getirmeye devam ediyor. Bu teknik ilerlemenin oluşturduğu maddi güç ve imkânlar, küresel ölçekte insanlığa barışçıl bir yeryüzü düzeni oluşturmasına olanak sağlamak yerine, devletlerarası güç yarışının kızışarak artışına, geçmiş asırlardan kalan emperyal ve ideolojik hedeflerin canlılık kazanmasına ve bu sayede savaşların ve kaotik ortamların artarak sürmesine de neden olduğu tartışmaya açık olmayan bir gerçektir. 21. yüzyılın devrimsel teknolojik gelişmelerinin benzerine bir asır önce 20. yüzyılın başlarında, yine sosyal ve siyasi zemini etkileyen ve dönüştüren İkinci Sanayi Devrimi olarak tanıklık edilmiştir. İnsanlığın büyük bir uygarlık seviyesine eriştiğine kanaat getirildiği o dönemin sonu iki büyük dünya savaşına çıkmış ve milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. İnsan kaybı bakımından tarihin belki de en vahşi dönemine giden yol olan 20. yüzyılın başları ile günümüz 21. asrın ilk dönemleri arasında benzerlikler gözlemlenmektedir. 1948 yılında Alan Turing tarafından kaleme alınan Intelligent Machinery (Akıllı Makineler) başlıklı makale, o dönem henüz bilgisayar çağına dahi adım atmamış insanlık için bugünün tartışma konusu olan yapay zekânın mefhumlarını içeriyordu. Turing gerek konferanslarında gerekse makalelerinde “deneyimlerinden öğrenebilen makinelerden” bahsediyordu. Turing’in yaklaşık bir asır önce ön bilgisini verdiği kendi deneyimlerinden öğrenebilen makinelerin, yani yapay zekânın (Artificial Intelligence), bir muhakeme gücüne erişme imkânına sahip olduğu ve bunun ilerde insanlık için büyük bir tehdit oluşturabileceği bugünümüzün sıkça tartışılan mevzularının başında yer alıyor. İnsanlığı gelecekte tehdit potansiyelini önlemek için yasal güvence altına alınmış etik kuralların belirlenmesi dünyada tartışılan konulardandır.[1] Günümüz bilim adamlarının bu tehlikeye dair çığlık ve uyarıları, bir asır ever Martin Heidegger’in teknolojiye dair uyarılarını anımsatıyor. Heidegger, ilerleyen teknolojiyle varlığın teknolojik kavranış biçiminin tek düşünme yoluna dönüşme tehlikesini zikretmişti.[2] Bugün alevlenen yapay zekâ tartışmalarıyla Heidegger’in dile getirdiği endişelerindeki haklılığının adeta tescillendiği bir evreden geçtiğimiz söylenebilir. Zira Theodor W. Adorno’nun Negatif Diyalektik eserindeki ifadeleriyle belirtecek olursak; önce doğayı, ardından tümüyle insanlığı hâkimiyeti altına almaya çalışan insanlık, sapandan atom bombasına yol almıştır ama vahşetten medeniliğe adım atamamıştır.[3] Bugün başta Orta Doğu’da yeniden alevlenen ve yine on binlerce insanın hayatına mal olmaya devam eden insanlık dramları başta olmak üzere, uluslararası siyasetin fay hatlarında bir asır öncesiyle özdeşleşen yeni teknolojik silahların araç olarak kullanıldığı yüksek gerilimlere ve savaşlara tanıklık etmekteyiz. Günümüzü anlama ve geleceği öngörebilme açısından maziyi kavramak insanoğlunun en güçlü azığıdır. Kimilerince üçüncü dünya savaşının arefesinde, kimilerince de asimetrik savaşlarla üçüncü dünya savaşı atmosferinin tam içindeyiz. Bugün ile bir asır önce iki dünya savaşına giden dönemin örtüşen dinamikleri sadece yukarıda zikrettiğimiz teknolojik tahavvüllerle sınırlı değil, siyasi ve sosyal iklimiyle de çok benzer parametrelere sahip.

     

    Afrika kıtası başta olmak üzere ülkelerin işgal edilerek sömürgeleştirilmesi 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında doruk noktaya ulaşmıştı. Sömürgeleştirilen ülke ve milletlerin kaynaklarını el koyulduktan sonra onları satabilecekleri pazarlara nüfuz etmek, dönemin büyük devletinin birbiriyle girdiği güç yarışının temel özelliğiydi. Ülkeleri sömürgeleştirmeyi felsefi açıdan meşrulaştıran ve Avrupa’ya bu misyonu atfeden düşünürlerden biri de Georg Wilhelm Friedrich Hegel idi. Hegel’e göre gelişmiş uygarlıkların daha az gelişmiş uygarlıkları sömürgeleştirmesi, onların özgürlük konusunda eğitilmesini ve medenileşmesini sağlayacak bir şanstı.[4] Hegel’in anlayışına göre halkların geçici olarak köleleştirilmesi dahi bu amaca hizmet edecektir. Zira ona göre Afrika’daki siyahiler bir kültür oluşturacak içgüdüsel dürtülere sahip değil ve yamyamlık gibi örflerle yaşıyorlardı. Hegel’in nazarında kanunsuzluk içinde yaşayan halkları esaret yoluyla özgürlüğe (Freiheit durch Unfreiheit) kavuşturma görevi de onun nazarında yüksek kültür seviyesini temsil eden Avrupalılara aitti. Halkları medenileştirmek için sömürgeleştirmeyi gaye edinen ve 20. yüzyılın başında zirveye ulaşan bu anlayış, 21. yüzyılın başlarında Irak gibi Orta Doğu ülkelerine demokrasi ve özgürlük getirme vaatleriyle yeni bir formasyonla yeni işgallere kapı açtığına müşahede ettik. 21. yüzyılın başında ABD Başkanı George W. Bush’un Irak işgalini bölge halkını özgürlüğe ve demokrasiye kavuşturma vaadiyle meşrulaştırma çabası ile bir asır evvel temelinde Hegel’in esaret yoluyla özgürlüğe kavuşturma anlayışı yatan emperyalist zihniyet benzer paradigmaya sahipler. Rasyonel siyaset zemininde ABD öncülüğünde İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin Irak’a askerî müdahale üzerinden Orta Doğu pazarına ekonomik çıkarlarına dayalı bir nüfuz etme pragmatizmi ortaya koydukları bir hakikat. Bununla özdeş faydacı siyaset anlayışını bir asır evvel Alman İmparatorluğu da ortaya koymuş, Orta Doğu pazarına nüfuz edebilmek için Osmanlı Devleti ile yakın diplomatik ilişkiler inşa etmişti. Bir asır önce uluslararası alanda görülen devletlerarası rekabetin fay hatlarının bugün değişmemiş olması bir başka ilgi çekici benzerliktir. Orta Doğu, Balkanlar ve Kuzey Afrika yine güç yarışının gerçekleştiği coğrafyalardır.

    Geride bıraktığımız son iki asrın benzeştiği hususlar bunlarla sınırlı değil. Bir diğer konu da  iki asrın başında toplumsal hayatın büyük salgınlar nedeniyle ciddi sarsıntılar geçirmesi ve netice olarak büyük dönüşümlere yol açmasıdır. 20. asrın başlarına ortaya çıkan İspanyol gribi, en ölümcül salgınlardan biri olarak kayıtlara geçmiştir. 1918-1920 yıllarında insanlık tarihinde unutulmaz izler bırakan bu salgına 500 milyon insan yakalanmış, dünya nüfusunun 2,5-5% bölümünün hayatına mal olmuş ve 50 ile 100 milyon arası insan hayatını kaybetmiştir. Yaklaşık bir asır sonra, 2019 yılı sonunda ortaya çıkan Coronavirüs Salgınına ise yaklaşık 700 milyon insan yakalanmış ve yaklaşık 7 milyon insanın canına mal olmuştur. İspanyol Gribi 20. yüzyılın, Coronavirüs Salgını ise 21. asrın başında insanlığa çok büyük bir travma yaşatmıştır. En belirgin ortak özellikler ise sağlık sisteminin her iki asırda da yetersiz kalması ve ani ve çok sayıda ölümlerle toplumsal kargaşanın oluşması. İspanyol Gribi ile oluşan yoğun hasta sayıları sağlık sistemlerini çökertmiş ve devletleri büyük bir baskı altına sokmuştur. Ailelerde büyük boşluklar yaratan ani ve hızlı ölümler toplumlara büyük bir panik yaşatmıştır. Coronavirüs sürecinde benzer şekilde ölümlerin hızlıca artmasının yanı sıra salgına yakalananların hastanelerde yapayalnız ölmesi, ölüm sürecinde yakınlarından uzak tutulması ve salgına yakalananların karantinada kalma şartı nedeniyle öz aile fertlerinin cenaze namazına dahi iştirak edememesi dramatik ve travmatik sahnelerin kayıtlara geçmesine neden oldu. Her iki salgın toplumda hijyen önlemleri ve sağlık standartlarına daha fazla dikkat edilmesi gerektiği konusunda bilincin artmasına yol açtı. Ayrıca, toplu etkinliklerde ve kamusal alanlarda daha dikkatli olma eğilimi güçlendi.

     

    Dikkat çekici bir başka tartışma hususu ise bu salgınlar esnası ve sonrası devletlerin politikaları ve toplumsal hayata müdahale etme meselesidir. “1918. Dünya ateş içinde. İspanyol Gribi Toplumu Nasıl Değiştirdi?’’ adlı eserin yazarı Laura Spinney’e göre İspanyol Gribi tecrübesi daha sonraki yıllarda Nazilerin toplumda zayıf, yaşlı ve zihinsel engellilerin bertaraf edilip güçlü ve sağlıklı bireylerin çoğalması için ortam hazırlanması gerektiğini savunan öjenik düşünce anlayışının temelini oluşturmaktadır. Coronavirüs salgını sürecinde ise devletlerin topluma korumak adına bireyleri karantinaya zorlaması, gastronomiden okullara kadar kurum ve kuruluşları kapattırması, 21. yüzyılda demokratik kazanımlar ve bireysel haklara müdahale hususunda ciddi tartışmaları beraberinde getirmiştir. Her iki salgından sadır olan tecrübeler farklı olsa da, ikisinin de beraberinde getirdiği en temel mefhum aynıydı: Ekonomik kriz. İspanyol Gribi devasa bir iş gücü kaybıyla birlikte ekonomik olarak da büyük zararlara yol açtı. İş yerlerindeki ve üretimdeki aksamalar, ekonomik dengeleri sarsıcı etki yarattı. İspanyol Gribi’nin ekonomik etkilerine dair İsveçli bir araştırmaya göre sermaye gelirleri  % 5- 6  oranında azaldığı ve yoksulluğun da % 11 oranında arttığı ortaya konulmuştur.[5] Coronavirüs Salgını sürecinde süratle yayılan salgını kontrol altına alabilmek için dünyadaki devletler koruyucu tedbirler almıştır. Bu tedbirlerin ana eksenini ise seyahati, ulaşımı, turizmi ve ticareti derinden etkileyen sosyal izolasyon idi. Gastronomi işletmelerinin durma noktasına gelmiş ve küçük işletmeciler kapanmak zorunda kalmıştır. Bu durum büyük bir ekonomik buhrana yol açmıştır. Gerek İspanyol Gribinin, gerekse Coronavirüs Salgınının beraberinde getirdiği bu ekonomik buhran, hem 20. hem de 21. yüzyılın başını derinden etkileyen bir başka mefhumu da beraberinde getirmiştir: Aşırı sağın yükselişi ve artan milliyetçilik. Tarihte toplumları işsizlik ve ekonomik zorluklarla sınayan ekonomik krizler, insanları aşırı sağcı veya milliyetçi liderlerin vaat ettiği çözümlere yönlendirmiştir. Bu buhranlı dönemdeki liderlerin etkili propaganda ve söylemleri de milliyetçilik duygularını güçlendirmiş ve halkı belirli bir etnik veya millî kimlik etrafında birleşmeye teşvik etmişlerdir. 20. asrın ilk çeyreğinde İtalya’da baş gösteren ekonomik sorunlar, işsizlik ve hükümetin istikrarsızlığı, Mussolini’nin karizmatik bir lider olarak ortaya çıkmasını ve “ulusal kurtuluş” vaadiyle hızla halkın desteğini kazanarak iktidara gelmesini sağlamıştı. Adolf Hitler de Almanya’nın 1920’lerin sonlarına doğru yaşadığı kriz dönemini iktidara yükselmesi için bir fırsat olarak gördü ve bu krizi propaganda ve politik stratejilerini güçlendirmek için kullandı. “Arbeit macht frei!” (İş özgürleştirir) sloganıyla yola koyulan Hitler, krizin yol açtığı işsizlik, enflasyon ve ekonomik belirsizlikler gibi sorunları Almanya’nın Versay Antlaşması’yla kaybettiği topraklar ve savaşın getirdiği yıkım ile ilişkilendirdi. Alman ulusunun yüceltilmesi, Almanya’nın tekrar büyük bir güç olması ve ekonomik refahın geri kazanılması üzerine odaklanıyordu. Bu stratejiyle Nazizm’e olan destek giderek arttı ve Hitler 1933’te Almanya’nın şansölyesi olarak iktidara geldi. 20. asrın başlarında müşahede edilen bu gelişmelerin benzeri 21. asrın başlarında da belirdi. Ekonomik buhranın derinleşmesi ve buna ilaveten milyonlarca göçmenin bu buhrandan sorumlu tutulması, aşırı sağcı ve ırkçı partilerin önünü açan gelişmeler olmuştur. Hollanda’da ırkçı ve faşist Geert Wilders’in seçimlerden birinci parti olarak çıkması, Almanya’da ırkçı ve faşist AFD partisinin anketlerde ikinci büyük parti konumuna yükselmesi, Fransa’da Le Pen öncülüğünde aşırı sağın her geçen gün güç kazanması veya Türkiye dâhil birçok ülkede sokaklarda mültecilere dönük artan karşıtlık aşırı milliyetçiliğin güç kazanmasına ve birçok ülkede iktidar olmasına veya iktidara ortak olmasını sağlamaktadır.

     

    Teknolojik dönüşümden siyasi güç savaşlarına, salgınlar sonrası travmatik gelişmelerin beraberinde getirdiği ekonomik krizler ve ondan güç devşiren ideolojiler; geçtiğimiz son iki asrın başını birbiriyle özdeşleştiren çok sayıda gelişme var. Bugünümüz ile bir asır öncesi siyasi ve sosyal iklimiyle çok benzer parametrelere sahip. Tarihin tekerrür ettiği bir gerçek. İnsanoğlunun hata ve yanlışları da tekerrür edecek mi, onu da tarih gösterecek.

    [1] https://www.unesco.de/sites/default/files/2022-03/DUK_Broschuere_KI-Empfehlung_DS_web_final.pdf

    [2] Spiegel Söyleşisi ve https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/254663

    [3] https://ia801607.us.archive.org/15/items/TheodorAdorno-NegativeDialektik/AdornoTheodorW.-NegativeDialektik.pdf

    [4] https://www.faz.net/aktuell/wissen/geist-soziales/alison-stone-zur-frage-des-rassismus-bei-hegel-17805618.html

    [5] https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1194024