“MÜMKÜN ÂLEMLERİN EN İYİSİ” İÇİN GERİ SAYIM VAKTİ Mİ: DÜNYA NEREYE GİDİYOR?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Ekrem Demirli

    Oldum olası dünya ve insanlar hakkında iyimser fikirlere sahip olmuşumdur.  Dünyadaki her hadisenin belirli bir hayra müncer olacağından, her insanın nihayetinde hayra müteveccih olacağından pek tereddüt etmem. Var olmanın kendisi en büyük iyilik ise bu iyiliği idrak ettiğimiz dünya, onun sonsuz tecellilerini temaşa ettiğimiz insan neden kötü olsun ki? Bu iyimserliğin sebebi bilhassa Tanrı’ya iman etmekten kaynaklanır, bunu itiraf etmek gerekir. Her ne olursa olsun Tanrı’ya iman etmek varlık hakkında öncelikle bir iyimserlik, en azından dünyanın başı ve sonu hakkında belirli bir açıklamaya sahip olmanın imkân verdiği sükûneti de beraberinde getirir. Tanrı’ya iman etmekle birlikte insan yaşamanın en gerçek korkusunu -belki de hayatın gerçeğini- teşkil eden varlığı yitirmek ve bir daha var olamama tereddüdünü aşar, varlığın niteliği ve keyfiyeti hakkında ikincil endişelerle yaşamdan beklentilerini artırır. İmanın insan için emniyet ve güvenle ilişkisinin buradan neşet ettiği aşikardır.  Modern dünyada dine yönelik eleştirinin bir kısmı da bizzat bu noktadan yani imanın deruhte ettiği hatta perdelemiş olduğu korkunun “aciz insanı” imana yönlendiren sebep olabilme ihtimaline dayanır. İlerlemeci tarih anlayışı içinde insan doğadaki var olma çabasını sınırlayan korkulardan kaçınma güdüsüyle Tanrı’yı ve dini bulmuş kabul edilir.  Öyle veya böyle iman ciddi bir güvenlik alanı olarak insana itimat ve umut telkin eder. Bu itimat dinî ahlakta tevekkül yani, insandan daha bilgili ve daha güçlü vekilin insan için en iyisini bilebileceği, en iyisini düşünebileceği ve en iyisini yapabileceğine inanmayı istilzam eder.  Her mümin az veya çok tevekkül sahibidir bu nedenle. İmanın insanda ortaya çıkardığı umudu ve güvenliği reddetmek mümkün olmadığı gibi dinin merkezinde veya çevresinde oluşan düşünce gelenekleri de bu iyimserliğin etkisi altında şekillenmiştir. Söz konusu geleneklerde bu iyimserliğin en iyi ifade edildiği cümle, en son Leibniz tarafından söylenmiş olan, “olabilecek âlemlerin en mükemmeli” cümlesidir. Böyle bir dünya içinde yaşıyor olmayı bir teşekkür vesilesi saymak ise akıl yetkinliği sayılmıştır.

    Bütün içerdikleriyle birlikte dünya hakkındaki bu iyimserliği anlatan en iyi örneklerden birisi bir masalda dile gelir. Masalda anlatıldığı hâliyle dünya, mutlaka iyimserliği istilzam eden, düşünebileceğimizden daha çok imkân barındıran, insan gayret ve çabasını önceleyen hatta şekillendiren bir kabiliyet bütünü olarak ortaya çıkar.   Masalda iki kurbağanın bir küpün içine düştüğünden söz edilir. Kurbağalardan birisi kurtuluşun imkânsız olduğunu var sayarak boşuna yorulmak yerine kendini kadere teslim eder. Öteki kurbağa ise hangi içgüdüyle olduğunu bilmesek bile ısrarla yüzmeye devam eder, var gücüyle kanatlarını çırpmayı sürdürür. O yüzmeye devam ederken sütün içinde yağ kabarcıkları oluşmaya başlar.  Bu durum onun zayıflamaya yüz tutmuş azmini güçlendirir, bu kez damarlarında kalmış son kuvvetle yüzmeyi sürdürür. Yağ kütleleri büyür ve üzerine çıkıp kurtulabileceği dereceye ulaşır. Hikâyenin kaba bir yorumu gayret ve çabayı yüceltmek, insanın ancak gayretle bir başarı elde edebileceğini anlatır. Fakat hikâyeye böyle yaklaşmak bizi işin özünden uzaklaştırır.   Daha dikkatle hikâyeye yöneldiğimizde fark ederiz ki hikâye bize gayret ve çabanın ehemmiyetini anlatmıyor, tam tersine başka bir konuya dikkatimizi çekerek bir dünya iyimserliğinden söz ediyor. Mesela kurbağalar küp içindeki başka bir şeye -mesela zift gibi- düşselerdi gayret fayda vermeyecek, belki de kendini erken bırakan daha iyi yapmış olacaktı.  Bu bakımdan yüzen kurbağa gayretiyle kurtuldu demek hikâyeyi anlamamak olur.

    Hikâyede dikkatimizi çekmesi gereken esas nokta küpte bulunan şeyin süt olarak seçilmiş olmasıdır. Masalda neden başka bir şey değil de başka bir imkânı içinde -yağ olabilme- barındıran iyi bir örnek tercih edilmiştir? Bunu hiçbir zaman tam olarak bilemeyiz. Bilmemiz de gerekmeyecektir. Çünkü hikâyenin amacı bunu göstermek değildir.  Belki burada Jung’un arketipleri gibi dünyayı anlatan ezelî bir imgeden veya başka bir tecrübeden beslenen bir tercihten söz etmek mümkündür. Öyle veya böyle masalda dünya yani içinde yaşadığımız ve hasbelkader atıldığımız yer, süt simgesiyle temsil edilmiş, kurbağaların sütün içine düşmesi ise insanın dünya içindeki herhangi bir durumunun sembolü kabul edilmiştir. Her nerede olursa olsun düşen her insan sütün içine düşmüştür, hayatın her kademesi ve her alanı gerçekte sütün içermiş olduğu imkanları havi bir özellikle insana kapılar açmaktadır. O zaman dikkatimiz artık kurbağanın yüzmesine değil, içine düşülen şeyin kendisine vermeye gerek vardır. İçinde düştüğümüz şey ancak süt olduğunda, gayret ve çabanın sonuç vermesinden umut etmek mümkündür.  Öyleyse hikâye bize dünya hakkında iyimserlikten söz ederek insan çabasını önceleyen varlık tasavvuruna göndermede bulunuyor. Düştüğümüz yer üzerindeki bilgimiz bizim kanatlarımızı hareket ettirmemizin nedeni olmalıdır.  Biz dilden, deyimlerden kısaca insanlık tecrübesinden bu bilgiyi nesilden nesillere tevarüs eder, dünya hakkında bir iyimserlikle mücadele kararlığına sahip oluruz. Hâl böyle olunca insanlığın bütün alanlardaki başarısı sadece bir insan başarısı değil, aynı zamanda dünyanın başarısı, içinde yaşadığımız imkân âleminin taşıdığı kabiliyetlerin neticesi ve semeresidir. Vakıa içinde hesap edilemeyecek kadar imkânlar ve ihtimaller barındıran hayırlı bir yerdir.

    Kuşkusuz böyle bir iyimser varlık anlayışı kadim düşünce geleneklerindeki varlık ile merhamet, varlık ile iyilik arasındaki bağlardan beslenir. Haddi zatında bu düşüncenin modern dönemlerde geçmişteki kadar anlamı olmasa bile bütünüyle reddedilmesi için zorunlu bir neden de yoktur. Gerçi evrenin insan idrakinden büsbütün uzaklaşması ve insanın evren hakkında hüküm veremeyecek bir noktada kendini bulmuş olması böyle önermelerin zeminini ortadan kaldırmış görünüyor. Evrenin büyüklüğü, sınırsızlığı ve herhangi bir şekilde kestirilemeyişi insan için büyük endişelerin sebebi hâline gelmiştir. Galileo ve Kopernik’in temaşa etmekle imanlarını artıran gökyüzündeki yıldızlara ev sahipliği yapan asude evren anlamını yitirmiş görünüyor. Gökyüzündeki yıldızların ahengiyle insanın içindeki ahlak yasası arasında irtibat kurabileceğimiz dünya elimizden kaybolup gideli uzun yıllar oldu.  Geçmişte Tanrı’nın varlığı ve dünyayla ilişkisi sorununa odaklanan düşünceler, günümüzde evren üzerinde umutsuz konuşmalarda kalmış görünmektedir.  Dünyanın tarihine bakacak olursak neredeyse içinde yaşadığımız asrın dışındaki bütün asırları dünyanın statik asırları olarak kabul edebiliriz. O statik asırlar dahilinde değişen -dünyanın kendisi değil- daha çok insan ve onun ahlaki hayatı olabiliyordu. Bu nedenle düşünce dikkatini ona teksif etmiş, onun âlemdeki aheste değişimle uyumlu bir şekilde kemale doğru terakkisi ve tahavvülü ahlakın konusu kabul edilmişti.  Zenon ünlü paradoksunda “bir ok hareket ediyor mu etmiyor mu?” diye sorduğunda değişim ile sabit kalmanın neredeyse aynı olduğu dünyada konuşuyordu.  Dünyanın bu ağır yürüyüşü yirminci asra kadar böyle devam etti. Ondan sonra gün geçtikçe hızlanan bir ivmeyle dünya artık kimsenin takip edemeyeceği ve hepsinden önemlisi öngöremediği bir hızla koşmaya başladı. Öyle ki sürekli atlet değişikliği yaşanan bir koşu müsabakası gibi koşmayı kimin başlattığı ve kimin sürdürdüğünü bilmiyoruz. Buna mukabil bütün öteki insanlar bu koşmanın genellikle nimetlerinden bazen sıkıntılarından bir kesim ise endişelerinden malul hâle gelmiştir. O zaman bu soruyu tekrar sormak lazımdır: Bu dünya nereye gidiyor?

    Dünya Nereye Gidiyor?

    Şimdi tekrar baştaki soruya dönebiliriz: Sahi dünya nereye gidiyor, bu süratli gidişin neticesi ne olabilir? Muhtemelen hiç bir insanın bilgi sahibi olmadığı bu sorunun cevabı dindar bir insan için çerçeve olarak bellidir: Nereden geldi ise oraya gidiyor ve gidecektir! Hiç kuşkusuz bu modern zihin için bir cevap olmayacaktır. Çünkü geldiği yer hakkındaki bilgi kabul edilmiyor ki gideceği yer hakkındaki hüküm kabul edilmiş olsun? Bu nedenle biz de dindar zihin için diye kayıt düşmek durumunda kaldık. Vakıa dünya geldiği gibi gidecek, nihayetinde bir gün sona erecek, hayat bitecek, âlem varlığını yitirecektir.  Bu bakımdan dünyanın ömrünü bilmesek bile insan hayatının kısa süreli olacağını kabul etmek akla yakın bir tutumdur. En azından fâni dünya tabiri iyimser dünya görüşünün bir parçası olarak kabul edilmişti, bunu da hatırda tutmak gerekir. Bununla birlikte bu ömrün süresi nedir, ne kadardır, bunu bilmek mümkün değildir.  Sonucunu bilmediğimiz sürece, dünya hakkındaki iyimser teoriye dönmek mümkün hatta gereklidir.   İyimser olmanın delillerini bilimden devşirmek güç görünüyor. Galiba hâlihazırda dünya hakkında iyimser olabilmenin en ikna edici delili yine dinden gelebilir. Her şeye rağmen ve her durumda hayatın insan iradesinin üstünde bir gerçekliğe sahip olduğunu bilmek gerekir. Bir dindar için bu irade Tanrı’nın iradesidir ve dünya hakkındaki karar Tanrı’nın kararı olacaktır.  Bu meyanda dünyadaki değişimin de sınırlı ve düşündüğümüz kadar güçlü olmayacağını da hesaba katmak mümkündür. Bugün birçok alanda özellikle teknoloji ve bilimde ortaya çıkan değişimler zihni daraltıyor, dünyanın geleceği hakkında düşünmeyi mümkün kılmıyor.  Binaenaleyh gelecek hakkında düşünürken zihni en çok daraltan şey, anın zihin üzerindeki baskısıdır. Bu itibarla içinde yaşadığımız zamanı aşabilirsek anın da geçilen bir süreç olduğunu fark edeceğiz, yaşadığımız sorunların son olmadığını ve dünyanın tecrübeli bir yer olduğunu fark edeceğiz. Hemingvay “Dünya ezer geçer” demiştir. Bunun gibi dünyanın yolculuğunun mutlak irade tarafından çizilmiş istikamete doğru aktığını ancak anın baskısından kurtulduğumuz ölçüde idrak edebiliriz. Bu bakımdan yaşadığımız zaman içindeki büyük değişime ve sorunlara bakmaksızın dünyanın her halükarda devam edebileceğini umut etmek, hazırlıkları buna göre yapmak gerekiyor. Bunun iki nedeni akla geliyor: Birincisi insanın taşıdığı potansiyel ve uyum kabiliyetidir. İnsan herhalde kimsenin idrak edemeyeceği ölçüde değişim kabiliyetine ve uyum yeteneğine sahip varlıktır. İkincisi ise hayatın yani masalda süt olarak temsil edilmiş yerin imkân ve kabiliyetleridir. Dünya nasıl değişirse değişsin veya dünya nereye giderse gitsin insan üstesinden gelir ve insan alışır.  Öte yandan hayat ve dünya hakkında iyimser olmak gerekiyor. Süt her zaman aynı süttür ve içine düştüğümüz küpün içinde sadece süt vardır.  Ne âlemin iyiliği, ne varlığın hayır oluşu değişmiştir ne de insanın intibak kabiliyetinde eksiklik söz konusudur.