KİMLİK SİYASETİ DÜNYAYA İDEOLOJİK GÖZLE BAKMAK

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Fatih Hısım

    İdeolojilerin özlerinde seküler birer din olduğu tezi bilhassa Hannah Arendt’in kötülük ve totaliterlik üzerine yaptığı çalışmalarda belirgin hâle gelmiştir. Arendt’e göre ideolojiler, gerçeklik iddiasını tekelleştiren, diğer inanç ve düşünceleri yok sayan totaliter bir ruha sahiptir. Bunun ötesinde ideolojilerin insanların doğasında olan çoğulculuğu ve çeşitliliği içten çökerttiğini, ayrıca diyalog ve bireysel düşünce yerine kitlesel hareket mantığının ikame ettiklerini öne sürer. Arendt totaliterlik ve özgürlük arasındaki çizgiyi kamusal alan ve kişisel alan ayrımını merkeze alarak çizmektedir. Arendt’e göre insanların kişisel farklılıklarını muhafaza etmeye yönelik haklarını koruma isteği ile bunu kitlesel olarak kamusal alanda bu hakları arama, ifade etme ve temsilin birbirinden ayrı olması gerekir. Arendt kötülüğü sosyal ve toplumsal alan üzerinden tanımlarken, onun temelinde düşünce yoksunluğu ve muhakeme eksikliğini tespit eder. Muhakeme eksikliği Arendt’e göre insanlar arasındaki rabıtaların kesilmesini sağlayan unsurdur. Muhakemenin yok olmasıyla birlikte insanlar arasındaki barışçıl diyalog kesilir ve yerine tek sesli, homojen, farklılıkları yok sayan bir totaliterlik hâkim olur.[1]  Bu bağlamda dünyaya ideolojik olarak bakmaktan neyi kast ettiğimizi ve bir sonraki adımda kimlik siyaset ile ilgisini ele almak istiyoruz.

    Yirminci yüzyılda dünyada çeşitli ideolojiler sahne aldı. Bunların başında komünizm (Marksizm), faşizm, liberalizm gelmektedir. İkinci Dünya Savaşı’na giden süreçte bu ideolojiler iktidara gelmek suretiyle etki alanlarını genişletmiş ve savaşın yıkıcı etkilerinde önemli bir rol oynamıştır. İkinci Dünya Savaşı sonunda Amerika’nın temsil ettiği liberalizm ve Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği komünizm savaşın galip tarafları olarak faşizmi devre dışı bırakmak suretiyle dünyayı iki kutba bölmüştür. Soğuk savaş olarak tabir edilen II. Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte Sovyetler Birliği’nin adım adım dağılmasıyla birlikte Amerika Birleşik Devletleri ve dolayısıyla onun temsil ettiği liberalizm ideolojisi tek paradigma hâline gelmiştir. Francis Fukuyama bu durumu “tarihin sonu” olarak adlandırmıştır. Liberalizm ideolojisi aynı Marksizm örneğinde olduğu gibi birçok farklı akım ortaya çıkarmıştır. Bunlardan biri serbest piyasa ekonomisini ve ona bağlı ilkeleri tek geçerli ekonomik düzen olarak kabul eden Neo-Liberalizm’dir. Neo-Liberalizm kapitalizmin menfi yönlerini dengeleyen unsurlarını piyasa ekonomisinin lehine kaldıran bir ideoloji olma iddiası ile gelişmiştir. Bu dengesizlik toplum içindeki dayanışma ve eşitlik duyguları yerine kişisel başarı odaklı yaşam tarzlarını ön plana çıkarmıştır. Toplum içindeki eşitsizlik çoğaldıkça dayanışmanın yerini kin ve haset gibi duygular almıştır. Bunun sonucunda aşılmış olarak telakki edilen hak mücadeleleri yeniden alevlenmiştir. Bu yeniden alevlenen hak mücadelesi kimlik siyaseti akımı olarak farklı bir noktaya evrilmiştir.

    Amerika Birleşik Devletleri’nde 1970’li yılların başında ortaya çıkan bu akım bilhassa siyahilerin, kadınların ve farklı cinsel kimlikler benimseyen toplumsal grupların hak mücadelesi olarak tanımlanmıştır. Akımı başlatan azınlık grup olarak siyahi feminist kadın savunucuları gösterilmektedir. O dönemde yayınladıkları bir bildiride şu açıklamayı yapmışlardır:

    “Şunu fark ettik ki, bizi bu kadar önemseyen tek insanlar kurtuluşumuz için sürekli çalışan kendimiziz. Bizim siyasetimiz kendimize, kız kardeşlerimize duyduğumuz sağlıklı bir sevgiden doğar. Mücadelemizi sürdürmemizi sağlayan kız kardeşlerimiz ve toplumumuz için mücadelemize ve çalışmalarımıza devam ediyoruz. Bu ayrımcılık ile mücadeleye odaklanmamız kimlik siyaseti kavramında somutlaşmaktadır. İnanıyoruz ki en derin ve en verimli radikal siyaset başkalarının bizim haklarımızı savunmasından değil, doğrudan kendi kimliğimizden neşet edecektir.”[2]

    Günümüzde kimlik siyaseti akımı çeşitli toplumsal grupların toplumsal ve siyasal hak talebi noktasında birbirleriyle giriştikleri mücadele olarak tarif edilmektedir. Bu mücadele sonucunda “Metoo”, “Black lives matter”, “Fridays for future” gibi sloganlarla ortaya çıkan ve bütün dünyada ses getiren aksiyonlar ortaya çıkmıştır. “Wokeness” (ayıklık) olarak tabir edilen bu yeni tutum, temel amaç olarak toplumlarda var olan haksızlıklara, toplumsal sorunlara, iklim sorunlarına karşı bilinçlendirme ve siyasi aktivizm yoluyla farkındalık oluşturma çabası gütmektedir. Kimlik siyaseti akımı içinden türeyen bu yeni tutum, küçük ve büyük çaplı türlü protesto eylemleriyle kendinden söz ettirmektedir. Kamu binalarının boyanması, şehir içi veya şehir dışındaki yollarda araçların önüne oturmak suretiyle trafiğin bloke edilmesi veya müzelerdeki sanat eserlerine zarar vermek başlıca sayılabilecek örnekler arasındadır. Bu eylemler somut toplumsal, kültürel veya iklimsel sorunlara yönelik bilinçlendirme aksiyonları gibi gözükse de “kimlik siyaseti” akımının tartışmaya kapalı olan ideolojik sabiteleri mevcuttur. Bu sabiteler belli varsayımlar üzerinden geliştirilmiş ideolojik söylemlere dayanmaktadır ve dogmatik bir yaklaşım ile savunulmaktadır. Bu bağlamda kimlik siyasetinin ideolojik paradigmasını ve kullandığı metotları, toplumlara yönelik etkisini ve bizce beraberinde getirdiği sorunları ele almak istiyoruz.

    Kimlik siyaseti belirtildiği üzere ideolojik formasyonundan neşet eden birçok söylem üretmektedir. Örneğin “Critical Race Theory” olarak tabir edilen, sosyal bilimlerde kullanılan bir çerçeveden yola çıkarak beyaz insanlara yönelik yapılan dışlayıcı tutumların asla ırkçılık olarak tabir edilemeyeceği fikri geliştirilmiştir. Zira varsayılan ideolojik kalıp içinde “beyaz adam” asla mağdur rolünde olmamalı, aksine sömürücü ve emperyalist düzeni temsil etmelidir.  Kimlik siyaseti paradigması içinde hakları savunulduğu iddia edilen grup (mesela siyahi insanlar) ise aksine her zaman mağdur rolünde olmalıdır ve mağdur olduklarını söyledikleri takdirde her beyanları kabul edilmelidir. Bu bağlamda sosyolojik araştırmaların ne söylediği veya hukuki anlamda kimin haklı ve haksız olduğu önemsizdir. Kimlik siyaseti paradigması içinde esas olarak görülen şey ideolojik parametrelerin aynıyla muhafaza edilmesidir. Buna yönelik her türlü itiraz hatta bir konuyu bağlamı içinde değerlendirme girişimi kişinin veya kurumun yaftalanması ile sonuçlanacaktır.[3]

    Kimlik siyaseti akımına yönelik bir başka eleştirel nokta ise kişisel, çevresel veya toplumsal meseleleri birer “Kulturkampf” (kültür savaşı) hâline getirmesidir. Örnek olarak iklim krizi insanlığın ortak bir meselesi olarak tüm paydaşlarla nesnel zeminde hareket ederek çözülmesi gereken bir mesele iken, “Fridays for future” akımı günlük ihtiyaçlarını karşılamak için araba kullanımına mecbur olan vatandaşları oturma eylemleri ile zor durumda bırakmak gibi radikal bir metot izlemektedir. Bunun neticesinde ortak payda olarak bakılması gereken iklim krizine karşı bir şeylerin yapılmasına esas itibariyle karşı olmayan insanlar, bu eylemlerden dolayı tavır takınmakta ve eylemcilerin tutumu üzerinden olgunun kendisini hedef almaktadır. Zira kimlik siyasetinin ürettiği “Kulturkampf” insanları iyi ve kötü olarak tasnif ve bu karşıtlık üzerinden ideolojik dogmaları muhafaza ediyor.[4] Arendt’in ideoloji eleştirisi içinde önemli bir yer tutan kişisel alan ile kamusal alanı aynılaştırma durumu bu yaklaşım içinde net bir şekilde ortaya çıkıyor. Kimlik siyaseti ideolojisi kişisel alan veya kamusal alanı ayrımı yapmaz. Bütün sorunlar kamusal alan üzerinden yürütülen bir aktivizm üzerinden ele alınmalıdır.

    Kimlik siyasetinin ortaya koyduğu ideolojik bakış açısı, bütüncül bakılması gereken sorunları basite indirgeyerek aktivizm odaklı eylemlerin tek çözüm olduğu yanılsamasını beraberinde getiriyor. Bu da aşılması gereken problemlere derinlemesine ve bütüncül yaklaşımların önüne set çekmekte. Ayrıca bütün sorunların dost-düşman dikotomisi üzerinden değerlendirilmesi, ortak noktada buluşup yapıcı bir yol izlemeyi imkânsız kılıyor. Bu yaklaşımı itibariyle kimlik siyaseti akımı hegemonik bir ideoloji hâlini almıştır. Zira yapıcı dahi olsa hiç bir eleştiriyi kabul etmemektedir. Bu zeminde “mağdur edebiyatı”nı daha çarpıcı bir şekilde yapan grup ön plana çıkar. Kimin haklı ve haksız olduğu sorusu burada anlamını kaybetmektedir zira ideolojik yaklaşım problemlere yönelik nesnel bir yaklaşımın yolunu örtmektedir.

    Bunun ötesinde kimlik siyaseti ideolojisi kapsamında “Cancel Culture” olarak betimlenen metot, toplumsal veya siyasi diskur içinde hangi argümanların veya yaklaşımların ne şekilde yansıtabileceğine karar vermektedir. İdeolojik paradigma içindeki söylemlere uymayan veya zıt fikirler dışarıda tutulur, marjinalize edilir veya çeşitli yöntemlerle susturulur.[5] Bunun toplumsal noktadaki tezahürüne bakıldığında, mağdur rolünde olanlar kendi perspektiflerini kitleselleştirerek dayatma yoluna girdikleri görülür. Bu perspektifi kabul etmeyen perspektifler ise “cancel” kavramının çağrıştırdığı üzere söylem düzeyinde dışlanmakla karşı karşıya kalmaktadır. Bu noktada irdelenmesi gereken mesele bu tip bir ideolojik paradigma içinde hareket eden, ayrımcılığa uğrayan toplulukların ne derecede başarılı olabileceği. Bu bağlamda tam olarak neyi hedefledikleri öncelikli olarak sorulması gereken soru.

    Kimlik Siyaseti ve Müslümanlar

    Bu çerçeveden hareketle Batı Avrupa’da yaşayan Müslüman azınlıkların durumunu bu tarz bir kimlik siyaseti paradigması içinde hareket ettiklerini var sayarak ele almak istiyoruz. Kimlik siyaseti akımı metodunu benimseyen Müslüman oluşumlar açısından, Müslüman azınlıkların dışlanması olgusu önemli bir yer edinmektedir. Burada öne çıkan kavram Müslüman kimliğinin dışlanması veyahut “Müslüman karşıtı ırkçılık” başlıklarıdır. Bu bağlamda öne çıkarılan olgu “Müslüman kimliği ile öne çıkan insanların dışlanması” durumudur. Müslümanların yaşadıkları toplumsal sorunlara vurgu yapılması, günlük hayat, eğitim ve bürokraside mevcut olan ırkçı tutumlar ile mücadele etmek elbette önemsenmesi gereken bir meseledir. Bu konuların gündemde tutulması bilhassa siyasi aktörleri bu konuyu gündemlerinde tutmaları adına önemli bir baskı unsurudur. Ayrıca gündelik hayatta bu tarz dışlanma durumları ile karşı karşıya kalan insanlara, yalnız olmadıklarını ve yaşadıkları sorunların göz ardı edilmediği güvencesini verir.

    Sayılabilecek bu müspet faydalara rağmen bizce kimlik siyaseti paradigmasının Müslümanlar açısından birçok noktada menfi bir etkisi olmaktadır. Kimlik siyasetinin temel varsayımları pozitivist, dünyayı esas alan ve ideolojik bir zemine oturmaktadır. Bu ise Müslümanlar açısından dinî temellerden yoksun bir aktivizm üretmektedir. Müslümanların inandığı din olan İslam’ın ve onun temel ahlaki öğretilerinin bu denklemde bir yeri yoktur. Bu paradigmadan hareketle yola çıkan Müslüman azınlıklar mağdur rolünü benimsek ve Müslüman kimliğinin dışlandığını vurgulamak suretiyle sergiledikleri bir aktivizm üzerinden bir mücadele içine girmektedir. Buradaki ana hedef Müslüman kimliğini ve ona bağlı somut motifleri görünür kılmak ve Müslümanların ne derece mağdur olduğunu göstermek suretiyle çoğunluk toplumu içinde bir farkındalık oluşturmaktır. Burada bizce sorun teşkil eden durum, asıl sorunun esasını teşkil eden zeminin dışında bir yaklaşım ile hareket edilmesidir. Batı toplumlarındaki Müslümanların yaşadığı kabul görmeme sorunsalı bizce Müslümanlık kimliği ile ilintili değil, bizatihi İslam dininin çoğunluk toplumları tarafından ontolojik zeminde yeterince anlaşılmamasından kaynaklanan bir korku üzerinden tetiklenmektedir.

    Avrupa’da tarihi yüzyıllara dayanan İslam dinine yönelik yanlış hipotezler vardır ve derin bir husumet kök salmıştır. Avrupa kıtası her ne kadar Aydınlanma döneminde kilise tarafından oluşturulan birçok ön yargıyı yıktığını söylese de toplumsal hafıza içinde İslam’a karşı var olan ön yargıları bilinçaltında muhafaza etmiştir. Buna göre İslam, Avrupa’da oluşan aydınlanmacı düşüncenin zıttı olarak görülmüştür. Oryantalizm üzerine oluşan literatürde bu söylemlerin kaynaklarını ve içeriklerini okumak mümkün. Batı’da oluşan İslam’a yönelik oryantalist mekanizmaları eleştirel bir bakış açısı ile analiz eden başta Edward Said gibi isimler, oryantalizmin kolonyalizm döneminde başladığını ve sonrasında yine ulus devletlerin kurulmasıyla şekil değiştirmek suretiyle özünü koruduğunu belirtmektedir. Bu oryantalist söylemlerin oluştuğu dönemlerde Avrupa kıtasındaki toplumlar ile yaşayan Müslüman azınlıklar yoktu. Bunun öncesinde kilise tahakkümü altında yaşayan Batı Avrupa toplumları İslam’ı askeri bir tehdit olarak algılamaktaydı. Bu açıdan bakıldığında Batı toplumlarında oluşan ön yargıların odak noktası toplum veya azınlık olarak Müslümanlar değil bizatihi İslam’ın kendisidir.[6]

    Batı’daki Müslümanlar açısından bakmak gerekirse son yıllarda daha da artan bir ivme ile yaşadıkları kabul görmeme veya ayrımcılık sorununu ya bizatihi kimlik siyaseti akımı ile ortak hareket etmek suretiyle veyahut kimlik siyaseti akımının benimsediği ideolojik paradigma üzerinden geliştirilen metotlar ile yürütmektedirler. Örneklendirmek gerekirse Batı toplumlarındaki Müslüman azınlıklar genelde yaşadıkları mağduriyetleri “İslamofobi” veyahut “İslam karşıtı ırkçılık” kavramları üzerinden plakatif bir şekilde gündeme getirmektedir. Buradaki temel amaç Müslümanlara yönelik var olan toplum ve siyaset içindeki ayrıştırıcı tutumları ön plana çıkarmak suretiyle gündeme getirmek ve kamuoyunu etkilemek. Zahiren bakıldığında azınlık olarak kabul görme ve ırkçılık ile mücadele eden bir azınlık açısından makul ve olması gereken bir tutum olarak, hatta yapılabilecek en makul metot olarak görünebilir.

    Mesele biraz daha derinlemesine incelendiğinde ve yukarda zikrettiğimiz ideolojik paradigmanın beraberinde getirdiği problemler ile birlikte ele alındığında, bizce bu yaklaşım Müslümanların yaşadıkları sorunları çözmek yerine daha da derinleştirmektedir. Zira iki topluluk arasındaki eksik olan diyalogdan dolayı var olan sorunlar bir tarafın diğerini suçlaması ve mağduriyet rolünü daha baskın bir şekilde kamusal alana aktarması ile çözülmesi olası görünmemektedir. Zira kimlik siyasetinin ideolojik paradigmasından devşirilen bu tutum karşı tarafı diyalog kurulması gereken bir muhatap olarak görmemektedir. Bu paradigma içinde kendilik bilinci daha ziyade edilgen bir pozisyonda dışlanma tutumlarına mahkum edilmiş bir siyasi nesne olarak telakki edilmektedir. Bu anlayış sürekli ümitsiz bir tutum içinde karşı tarafın kendisini ne derece dışladığı üzerinden bir kimlik inşa etmektedir. Dolayısıyla ideolojik bir zemin üzerine inşa edilen kimlik siyaseti, Müslümanlar açısından temel dinî öğretiler ile çelişen bir çerçeve oluşturmaktadır. Zira bu yaklaşım aynı zamanda menfi açıdan bir sekülerleşme sürecine yol açmaktadır. Bunun nedeni ana motivasyon din temelli olsa dahi, benimsenen metotların seküler bir ideolojiye dayanıyor olmasıdır.

    Arendt’in başta belirttiğimiz teorisine atıf yapmak gerekirse ideolojilerin birer seküler din olarak tanımlanması ve kullandıkları metotların karşılıklı diyalog yerine kitlesel hareket üzerinden bir söylem üstünlüğünü hedeflemeleri, söylem olarak bunu öne sürseler dahi, farklılıklara kapalı bir ön kabul ile hareket ettiklerini göstermektedir. Bizce bu yapıcılıktan uzak, menfi ve mesafeleri derinleştiren bir yaklaşımdır. Sürekli mağduriyetlere maruz kaldığını ve buna karşı hiç bir şey yapamayacak derecede edilgen bir pozisyonda olduğu telkin edilen bir insan veya topluluk içinde, o mağduriyeti yaşatanlara sürekli artan bir kin (Ressentiments) oluşacaktır. Bu duygu durumu üzerinden hareket eden bir topluluğun öz güvenli bir şekilde karşı tarafı ikna etme çabasına girişmesi veya kendi durumunu menfiden müspete çevirme motivasyonu geliştirmesi mümkün görünmemektedir.

    Her iktidarın etrafında bir dizi kimlik tarifi bulunur. En büyük iktidar formu olan devletler insanlara seçebilecekleri kimlik kartelaları sunar. Din, mezhep, cinsiyet, ulus, meslek gibi… “Sen nesin, kimsin? Tarafını seç!” anonslarının kulakları sağır ettiği, alt kimliklerle atomize olmuş cemiyet bilincinin zayıfladığı, aidiyetlerin kaygan zeminlerde zehirli tartışmalara kurban gittiği dünyada Batı Avrupa’da yaşayan Müslümanlar için bu durumun neye tekabül ettiğini anlamak için bir girizgâh yapmaya çalıştık.

    Kimlik siyaseti hakkındaki tartışmalar bilhassa batı toplumlarında artarak devam etmektedir. Kesifleşmesi pek olası görünen kimlik siyaseti kısır döngüsünün kırılıp kırılmayacağı, neyin nasıl tekrar okunup hayatın tekrar nasıl kurulacağı Müslümanlar için büyük bir meydan okuma olarak ortada duruyor.

    [1] Gabriele Wilde – Totale Grenzen des Politischen: Die Zerstörung der Öffentlichkeit bei Hannah Arendt

    [2] www.deutschlandfunk.de/identitaet-identitaetspolitik-begriff-geschichte-gegenwart-100.html

    [3] Bernd Stegemann- İdentitätspolitik (Mathes & Seits Berlin)

    [4] Bernd Stegemann- İdentitätspolitik (Mathes & Seits Berlin)

    [5] Julian Nida-Rümelin- ‘Cancel Culture’ Ende der Aufklärung

    [6 ] Heiner Bielefeldt- Das Islambild in Deutschland Zum öffentlichen Umgang mit der Angst vor dem Islam (2008)