FELSEFE DÜNYANIN SORUNLARINA CEVAP VERİR Mİ?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Adem Beyaz*

    2014 yılında, doktora yapmak için Louvain Katolik Üniversitesini (LKÜ) gözüme kestirmiştim. Yayınlarından bildiğim ve birlikte çalışmayı da çok isteyeceğim bir felsefe hocasına bir proposal gönderdim. Çok umutluydum çünkü içerik ve yöntem olarak tutarlı olduğunu düşünüyordum. Gelen cevapta, özetle, benim önerdiğim konuların yaklaşık otuz yıl önce başka bir perspektif dâhilinde zaten çalışıldığını ve bugün üniversitenin kadrosu ve imkânları dâhilinde meşgul olunan sorunları belirtip buna göre bir proposal hazırlamam gerektiğini söylüyordu. Demek ki kafama göre bir konu seçemiyordum; aksine üniversitenin disiplinli bir ajandası vardı. LKÜ’nün köklü tarihini düşündüğümde belli ki bu ajanda yüzyıllardır sadık kalınan bir programa dayanıyordu.

    Bu olay beni felsefenin mahiyeti üzerine düşünmeye sevk etmişti. Tamamen teorik ve soyut olduğunu sandığımız bir disiplin nasıl olur da bir sorunlar programına bağlı kalabilirdi? Ya “teorik” ve “soyut” kelimelerini kavrayışımda bir sorun vardı ya da felsefe en azından LKÜ nazarında “pratik” ve “somut” bir disiplin olarak da algılanıyordu. Felsefe tarihine baktığımda ikinci seçeneğin doğru olduğunu anladım, üstelik felsefe sadece somut ve pratik olaylardan zuhur etmiyordu, felsefi düşüncenin şekillenebilmesi için bazen bir krizin patlak vermesi veya kaos ortamının oluşması da gerekiyordu.

    Felsefi metinler tamamen soyut ya da teorik olabilir, hatta bazen bu metinlerde bahsedilen soyut mevzunun anlaşılmasını kolaylaştıracak en azından somut bir örnek ararız ama bulamayız. Bu da bizi o metnin yazılma gerekçesinin de tamamen soyut olduğu yanılgısına sevk eder; sanki filozofun aklına esmiş de fildişi kulesinden o mevzu üzerine sayfalarca kelam etmiş gibi görünür. Spekülatif düşüncenin zaman zaman gayesiz ve mesnetsiz tasavvur edilmesinin sebebi de bir anlamda budur; bir text yani metin görürüz/okuruz, context yani bağlam hakkında bir fikrimiz yoksa okuduğumuz metin boş veya soyut gözükebilir. Ancak bağlamı biliyorsak, hatta hypertext, metatext ve paratext ile çerçeveyi kurabilirsek metnin yazılma gerekçesi yani sorun kendini belli eder, ki bu çoğu zaman öncesinde bir kriz durumunun olduğunu da bize söyler.

    Özellikle Batı felsefesi tarihinden vereceğimiz örnekler bizi haklı çıkarabilir, çünkü istediğimiz kadar inkâr edelim, istediğimiz kadar daha yetkin ve hatta daha iyi alternatifler olduğunu söyleyelim, kendini dünyadan tamamen soyutlamış olanlar hariç hepimiz bu felsefenin kurduğu sistem dâhilinde yaşıyoruz, bu sisteme dâhil oluyoruz, bu sistemden çıkmaya çalışmak için onca yol denememiz bile bu sistemin esas olduğunu bize gösterir. Bu sistemin bugün yegâne sistem olmasında ve gelecekte de yegâne sistem olarak kalacaksa bunu başarabilmesinde merkezî etken her zaman o sistem dâhilinde sorunlar çıkması ve o sorunlara iyi ya da kötü çözümler üretilmesidir. Belirttiğimiz gibi, daha iyi alternatifler her zaman var(dı) ve olacaktır da, bilhassa Uzak Doğu felsefelerinden ve öğretilerinden ilham alan düzenekler son dönemde epey revaçta, fakat bu düzeneklerin bu kriz ve çözüm mantığına ne kadar uyduğu tartışmalı, hâkim konuma gelememişlerse herhangi bir krizle muhatap olmadan bir düzenek sunmuşlar demektir, hâkim konuma geleceklerse bu da ancak bir krize çözüm sunmalarından geçecek gibi.

    Batı felsefesinin kurucu figürlerinden Platon’un (MÖ 427-347) felsefi diyalogları felsefe bölümlerindeki derslerde okutulduğunda genelde paradoksal bir şekilde dinî/mistik bir muamele görür: Günümüzün “laik” felsefe hocaları, bir yandan eski Yunan felsefesini özellikle zirve döneminde mitlerden mutlak bir kopuşun temsilcisi olarak görürken, diğer yandan logos yani aklın mutlak kayıtları mahiyetinde sandıkları bu metinleri dinî bir huşu içinde okurlar, Allah kelamıymış gibi bazen önemsiz bir kelime üzerinde saatlerce kafa yorarlar (buna bir derste bizzat şahit olmuştum), işin tuhaf yanı, bu şekilde felsefe yaptıkları yanılgısına kapılırlar, çünkü metinde geçen ifadelerin bağlamdan tamamen bağımsız, “yüce” Platon’un zamanları ve devirleri aşan o tertemiz zihninden ilahi bir ahenkle süzülen kutsal sözler olduğunu düşünürler.

    Platon peygamber değildi, “yüce” olduğunu bizzat kendi söylemiş olsa bile (ki söylememiştir) o dönemde bir Yunan’ın böyle bir iddiası olamaz, hâliyle sözlerinin tüm zamanları aşan, mekândan bağımsız, hiçbir somutluk karıştırılamayacak efsunlu sözler olduğu da iddia edilemez (böyle bir iddiası da yoktu).

    Platon dünyaya geldiğinde Perikles öleli birkaç yıl olmuştu; bu adam, Atina devletini ve demokrasisini Yunanistan’ın siyasi ve kültürel odağına oturtmuş ve kente altın dönemini yaşatmış bir devlet adamıydı. Ölümü gerçek mânâda felaket oldu. Kader boyutunda bir bağlantı var mıdır bilinmez ama Atina dört yıl boyunca veba salgınıyla boğuştu. Sağlık krizi bitti derken siyasi kriz tırmandı, Peloponez Savaşları vites artırdı, Platon doğmadan üç dört yıl önce başlayan ve 23 yaşına gelince sonlanan savaşlarda kardeş Yunan devletleri birbirini katletmeye devam edecekti.

    Böyle felaket dönemlerinde zamanı aşan efsunlu sözlerle edebiyat yapmak (o zamanlar için şiir yazmak) sığınacak çok güzel bir liman olabilirdi, Platon’un metinlerine de böyle yaklaşmak isteyen saf zihinler olabilir. Fakat felsefe esasında böyle romantik bir icra olmadığı gibi Platon da romantik bir kişilik değildi (bir rivayete göre gençlik döneminde tragedya/şiir yazmış fakat sonradan bunların hepsini yakmıştı -çok şükür). Tüm diyaloglarının kent sorunları etrafında örülmesinin bir sebebi de budur; diyaloglar, Sokrates’in o konuşmadaki esas muhatabının ismini alır, Euthyphron diyaloğunda Sokrates’in muhatabı Euthyphron’dur, fakat konuşulan mesele dindarlıktır, zaten sonraki editörler de bu diyaloğu Euthyphron yahut Dindarlık Üzerine diye sınıflandırmıştır, diğer diyalogların çoğu böyle jenerik alt başlıklar taşır. Alt başlıklara bakıldığında neredeyse hepsinin etik-siyasi bağlamı olduğu görülür, kozmolojik içerik ve alt başlık taşıyan diyaloglarda bile durum değişmez, çünkü eski Yunan anlayışında kozmoloji kentten ve hatta insandan ayrı düşünülemez.

    Bu kriz ortamına rağmen, günümüze kadar gelen evrenselliği göz önüne alındığında Platon’un diyaloglarının içerik açısından yine de soyut olduğu ve zamanı aştığı iddia edilebilir, ancak Peloponez Savaşları filozofun yaşamındaki son kriz değildir. Psikolojisini anlayabileceğimiz bir günlük, otobiyografi yahut tanıklık olmasa da hocası Sokrates’in MÖ 399’da idam edilmesi onda muhakkak az da olsa bir travma yaratmış olmalı. En büyük zihni idam edenlerin şehrinde ideal devleti kurma hayalleri belli ki boş hayalden ibaretti. Bu yüzden, o zamanlar Yunanların sömürgesi olan Sicilya’daki şehir devletlerine gözünü dikti, Syrakusa hükümdarı I. Dionysius’un en çok güvendiği devlet adamı Dion, onun öğrencisiydi. Ünlü Yunan biyografi yazarı Plutarkhos’un anlattıklarına göre MÖ 387 civarında Dion, Platon’u Dionysius’un sarayına davet eder, Platon orada “muhteşem bir kibarlık ve saygıyla ağırlanmıştır… Vatandaşlar, ziyafetlere hükmeden ılımlılığı, tüm sarayda hüküm süren genel nezaketi ve ayrıca şefkatli ve insancıl davranan hükümdarlarını gözlemlediklerinde, hızlı bir ıslahat için fevkalade umutlar beslemeye başlamışlardır,” filozof ve hükümdar arasında bir görüşme de ayarlanır, ancak Platon tiran hükümdarlar aleyhine konuşunca tatsızlık yaşanır. Dionysius’un ajanları bir suikast düşünürken Platon canını zor kurtarır, Atina açıklarındaki Aegina adasına bir köle olarak satılır.

    Demek ki filozof, herhangi bir konuda fildişi kulesinden ahkâm kesen soyut bir yazar değildir; aksine, sonuçları pek parlak olmasa da, krizlere ve sorunlara çözüm üreten ve bu çözümleri imkânlar dâhilinde en üst perdeden icraata geçirmeye çalışan bir figürdür.

    Sonuçlarını bizzat tecrübe ettiğimiz günümüze daha yakın örnekler, felsefenin esasında pratik olduğunu anlamamıza daha çok yardımcı olabilir. 17. yüzyılın başından itibaren modern felsefede üretilen metinlerin bazılarının başlıklarına bakalım: İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Yeni Denemeler, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, Ruhun Tutkuları, Saf Aklın Eleştirisi. Locke, Leibniz, Hume, Descartes, Kant gibi kurucu modern filozoflara ait bu metinler, birçok kategori yanında psikoloji kategorisi altında da sınıflanabilir, görünürde tamamen soyutturlar, fakat günümüzde doğal ve insani yasaların öznesi konumundaki modern insanı tesis eden temel metinlerdir, sırf retorik olsun diye yazılmamışlardır, tıpkı diğerleri gibi belirli krizler sonunda zorunluluk gereği üretilmişlerdir.

    1. yüzyılın ortalarından itibaren dünya ve evren hakkındaki yaygın Kilise öğretileri ciddi mânâda sorgulanmaya başlamıştı; en basit örneği vermek gerekirse, güneş ve evren dünya etrafında dönmüyordu, yani evren dünya merkezli değildi. Aksine, dünya (o zamanlar) yüzlerce yıldızdan biri olan güneşin etrafında dönen bir gezegendi sadece. Modern fiziğin teorisi buydu. Peki, bu teori sırf Kilise teorilerine muhalefet etmek için mi ortaya atılmıştı? Ne de olsa “Dünya, güneş etrafında dönüyor” demek en az tersini söylemek kadar kolaydı. Hayır, bu öylesine ortaya atılmış bir teori değildi, dünyayı merkeze aldığınızda matematiksel hesaplar tutmuyordu, retro hareketler uydurmak zorunda kalıyordunuz, evrendeki retro hareket de artık fiziğin deneyimlenmiş ve ispatlanmış basit genel ilkeleriyle uyuşmuyordu. Bu genel ilkeler dâhilinde matematiksel hesapların tutması için en azından güneş sistemi içinde güneşin merkezde olması gerekiyordu.

    Güneşin ve evrenin dünya etrafında döndüğünü söylemek bizim doğrudan gözlemlerimizin bir sonucudur, Ortaçağ Kilise bilgisi de şüphesiz bu doğrudan gözleme dayanıyordu ve aslında bu bakımdan sağduyuluydu. Fakat diğer taraftan fiziksel doğaya dair matematiksel hesaplar tutmuyordu, bu sebeple doğrudan gözlem ve sağduyunun vazettiği bir bilgiyi tam tersine çevirmek icap edecektir: “Dünya, güneşin etrafında döner.” İşte kriz tam bu anda başlar: Gördüklerimle hakikat çelişiyor. Matematiksel hesaplamalarda bir hata yoksa ya gerçeklik bir illüzyondan ibaret, ya duyularım ve algılarım beni yanıltıyor, ya da gerçeklik ve kendim arasında doğru ilişkiyi kurabilmiş değilim. Hesaplamalarda kaba hatlarıyla bir hata yoktu, sorunun kaynağını doğada aramak da bir çözüm getirmeyecekti, o hâlde sorun zihnimize binlerce yıldır nakşedilen “insan doğası” öğretilerindeydi. Bu meseleyi tekrar ele almak gerekecekti, çünkü duyularım yani gözlerim güneş, dünya etrafında döner diyordu, aklımın yaptığı matematiksel hesaplar ise dünyanın güneş etrafında döndüğünü iddia ediyordu. Bu temel yetiler birbiriyle neden çatışıyordu? İnsanın temel yetileri birlikten yoksun muydu?

    İşte yukarda adını andığımız kitaplar ve daha fazlası diğer soruların yanında bu temel sorudan hareket ettiler, çünkü kriz çıkaran bu soruya cevap vermeden diğer sorulara cevap vermek pek mümkün olmayacaktı.

    Pek tabii bu çok zahmetli bir girişimdi, öncelikle Aristoteles’ten beri neredeyse iki bin yıldır kabul gören bir öz/varlık ön kabulü vardı, diğer ön kabullerle birlikte öncelikle bu ön kabulü sorgulamak gerekecekti, evrenin dünya merkezli olması gibi, dünya da insan merkezliydi, bir başka deyişle öznel algılanıyordu, demirin esas özelliği “ağır” olması, pamuğun esas özelliği “hafif” olmasıydı, hâlbuki yukarıda bahsettiğimiz hesapların tutması için bu öznel değerlendirmeleri terk edip nesnel nitelemelere tutunmak gerekecekti. Hâliyle, cisimler dünyası yahut maddi dünyayla kurduğumuz ilişki de başka temel bir sorundu, bu ilişkilenmeyi yeniden tesis etmek şarttı. Basit bir örnek vermek gerekirse, bu ilişkilenmeye doğal bir determinizm mi hükmediyordu, yoksa insan duyularının belirli bir özgürlüğü var mıydı? Öte yandan, biz zihnimizde belirli temel fikirlerle mi dünyaya geliyorduk, yoksa zihnimiz bir tabula rasa mıydı? Bu soru, Tanrı’nın insanla ve insanın Tanrı’yla kurduğu ilişkinin mahiyetini de belirleyecekti. Fiziksel sorgulamaların doğrudan bir sonucu olarak sebep sonuç ilişkisini ve diğer ilişki biçimlerini nasıl belirleyecektik? Özdeşlik ve farklılığın temel unsurları ne olacaktı? Duyumlar, algılar, (bazen duyu-algıları), idrak ve akıl arasındaki düzen ve hiyerarşi nasıl kurulacaktı? Tamamen somuttan tamamen soyuta bu gidişi açıklamak birçok filozofun başına dert olacaktır. Nihayetinde tamamen soyut alanda bir tecrübe edineceğiz, bir başka deyişle bir bilgi kazanacağız, fakat bu tecrübe yahut bilgi nerede saklanacak? Pek tabii hafızada, ancak hafızanın diğer yetilere nispetle konumu ne olacak? Bu aşamada başka bir sorun ortaya çıkacak: fantastik fikirler. Gerçeklikten edindiğimiz fikirler sürecini açıklamak bir dereceye kadar kolay olabilir ve bu şekilde tutarlı bir sistem ortaya koyabilirsiniz, ancak bu süreçten hiç geçmemiş fantastik fikirler nerede duracak? Onları gerçek fikirlerden nasıl ayırt edeceğiz? Karışırlarsa ne yapacağız? Hangisine doğru hangisine yanlış fikir diyeceğiz? Haydi bu süreci de düşe kalka atlattık diyelim, o zaman da doğru fikirleri bir araya getirip kompleks fikirler elde etme süreci başlar. Bu süreci açıklamak da az sancılı olmamıştır, hatta filozofların epistemolojilerinde bazen anlaşılması en güç bölümler olmuştur. Son olarak, süre, sayı, sonsuzluk gibi tamamen insan zihninin üretimi fikirler var, bunlardan kaçamayız çünkü matematiğin ve fiziğin bu en temel unsurlarını doğru konumlandırmazsak hesaplar bazen tutsa bile aksiyomlarımız yanlış olduğu için hatalı bir sistem inşa etmiş olabiliriz.

    Kilise’nin kurguladığı evren ve insan estetik ve etik açıdan tutarlıydı, bu yüzden bin yıldan fazla bir süre boyunca idare etti, fakat artık işlemiyordu, bu kurgudaki öncüller dünyanın gerçekliğine cevap vermiyordu. İşte bu sebeple bütün öncüller soruşturmaya açıldı; fizik ve matematik ne kadar somut öncül ürettiyse felsefe de o kadar somut ve pratik öncüller üretti.

    Bu hat üzerinden ilerleyip günümüzdeki bir psikiyatri hastasının yasal haklarının nasıl elde edildiğini merak ettiğimizde felsefenin pratik olduğuna dair en somut örneğimizi de vermiş olacağız. Yukarıdaki metinlerin hem doğal hem de insani yasaların öznesi konumundaki modern insanı tesis ettiğini söylemiştik. Tabi olduğumuz ulusal ve uluslararası modern yasalar bizim en temel haklarımızı güvence altına alır; fakat bu güvenceler, bahsettiğimiz metinlerdeki tartışmalardan hareketle çok kanlı mücadeleler sonunda elde edilmiştir.

    Orta Çağda Avrupa’da yaygın yargılama ve cezalandırma yöntemi sınamaydı; eğer kişi bir cürümle suçlandıysa, duruma göre ya ateşe ya soğuk suya ya da sıcak suya atılırdı, eğer suçluysa cezasını çekecekti, suçsuzsa zaten Tanrı onu ateşten ya da sudan kurtaracaktı. Günümüzde zihinsel sorunları olan birinin yargılaması esnasında psikoloji/psikiyatri uzmanlarının çağrılmasından ve hâkimlerin ya da savcıların çoğu zaman onların bilirkişi raporlarına göre hareket etmesinden gördüğümüz üzere epey yol kat etmişiz. Suçlanan kişiyi Tanrı’nın (aslında o andaki doğal ortamın) insafına bırakmakla onun bu suçu (eğer işlediyse bile) gerçekten kendi iradesiyle işleyip işlemediğini araştırmak, o esnada zihinsel bir sıkıntı yaşayıp yaşamadığını soruşturmak, hafızasının boşluksuz olup olmadığına bakmak vs. arasında çok büyük fark var: Bir başka deyişle, bir insanı bir meta gibi neredeyse yargısız infaz etmekle, insani özne olarak tüm zihinsel süreçlerinin doğru işlediğinden emin olduktan sonra yargılamak arasında çok büyük fark var. Avrupa’da ceza yasaları yazılmaya başladıktan sonra insana özne muamelesi yapılmasaydı, zihinsel süreçlerinde bir aksama yaşayabileceği (örneğin gerçek ve fantastik arasındaki ayrımı yitirebilir, basit fikirlerden kompleks bir fikir oluşturamayabilir, ya da hafızasında boşluklar olabilir) ihtimali hesaba katılmasaydı ve bunlar ilgili yönetmeliklere eklenmeseydi elbette bu kadar ilerleme sağlamış olamayacaktık.

    Sınama yöntemi ve bilirkişi raporlarından hareketle sorgulama arasındaki mesafe mucizevi bir sıçramayla kat edilmedi, yukarıda kabaca tarif ettiğimiz zihinsel süreçler yüzyıllar boyunca ayrıntısıyla tartışıldı, ilmek ilmek işlendi, doğabilecek bütün kusurlar ortaya serildi, etkili ve karizmatik entelektüeller inisiyatif aldı, bu tartışmaların sonuçlarına göre hukuki özneyi tanımlamanın yolunu açtılar. Bu kusurları görmezden gelen yargılamaların engellenmesi için ellerinden geleni yaptılar da komik ve vahim bir sınama yönteminden birçok kusuru olsa da hakkaniyetli bir yargılama sürecine erişebildik.

    Günümüzdeki en girift felsefi metafizik spekülasyonlarda bile felsefenin somut ve pratik bir işlev icra ettiği görülebilir. Örneğin son dönemin etkin isimlerinden genç Fransız filozof Quentin Meillassoux’nun herhangi bir makalesini (örneğin “Potansiyellik ve Virtüellik”) elinize aldığınızda tamamen soyut ve bağlamsız bir metin görüntüsü verecektir, ancak burada materyalizm-realizm-idealizm bağlamında iki yüzyıldır devam eden felsefi tartışma hattının son halkasının yanında, fizikteki güncel gelişmeleri ve teorileri takip eden, onları destekleyen/temellendiren ya da reddeden/kusurlarını gösteren, ya da genel hatlarıyla onlara bir cevap sunan, gerektiğinde hem fiziğe hem felsefeye hem de diğer bilimlere kapı açan bir içerik göreceksiniz. Bir başka deyişle, Kant Saf Aklın Eleştirisi eserinde ne yaptıysa Meillassoux da onu yapıyor.

    Felsefe 2500 yıl önce olduğu gibi günümüzde de pratik; siyasi bir meseleyi tartıştığında olduğu gibi saf spekülatif metafiziksel meselelerde de gayet pratik. Çünkü bir plana, programa ya da ajandaya dâhil. Bu plan haricinde yazılmış ve pratik hiçbir sonucu olmayan ama felsefi metin olma iddiası taşıyan metinler elbette var; somut olan hiçbir şeyin bulaşmadığı, parazit yapmadığı, kirletmediği yepyeni ve bambaşka ufukların bu tarz metinler sayesinde açıldığı yanılgısına kapılabiliriz, ancak böyle bir şey mümkün değil, bu tarz metinler sınırları zorlayan değil, sınırların ötesindeki metinlerdir (dolayısıyla bir anlamları yoktur), literatüre eklemlenmeleri teknik açıdan mümkün değildir. Bazen 500-1000 yıl öncesinden bu tarz “vizyoner” metinler çıkarılıp önümüze konur, ve daha o zamanlardan örneğin kuantum fiziğinin temel ilkelerini içerdiği söylenir. Bu vizyoner metni tespit eden kişinin teleoloji hastalığı bir yana, varsayalım ki o metin gerçekten o temel ilkeleri içeriyor, bunun en fazla tarihsel bir değeri olacak, yani o metin en fazla kıymetli bir tarihî eser muamelesi görecektir, literatürdeki üretim hattına eklenmediği sürece bir kıymeti olmayacaktır.

    Felsefenin soyut, boş ve keyfi bir uğraş olduğu yanılgısının en yaygın olduğu yerlerden biri maalesef bizim ülkemiz, bunun sebebi de bizzat felsefe bölümünü işgal eden hocalar. Örneğin bir yüksek lisans ya da doktora öğrencisi gelip “ben Schopenhauer’deki güzellik kavramı üzerine tez yazmak istiyorum.” dediğinde “mükemmel bir konu!” diyerek onu teşvik ediyor ve sonrasında hiç kimsenin okumayacağı bir malzeme için en az birkaç yıl boyunca birkaç insan uğraşıyor. Şu an bu okulda, bu toplumda, bu dünyada böyle bir sorunumuz var mı acaba diye maalesef kimse sormuyor. Gerçekten böyle bir sorunsal oluşturulabilir mi, acaba bu konu daha önce çalışılmış mı, günümüzde çalışılsa neye yarayacak / hangi sorunu çözecek vs. sorular sorulmadığı için felsefe aslında içeriksiz, amaçsız ve ucuz bir edebiyat gibi icra ediliyor.

    *Çevirmen, editör.