BİR AHİR ZAMAN CAHİLİYESİ OLARAK ANTİ-ENTELEKTÜELLER

  • Sabah Ülkesi - Cover
  •  Selman Bayer

    Dünyaca ünlü Game of Thrones dizisinin sık alıntılanan bir sahnesinde meşhur karakterlerinden Lord Petyr Baelish kraliçenin huzurunda yaptığı pazarlığı izleyenler hatırlar. Lord Baelish, bütün özgüveni ve cüretkârlığıyla gücün gerçek hâkimi olan kraliçeye “Bilgi güçtür,” der. Kraliçe Cersei Lannister, muhteşem bir soğukkanlılıkla muhafızlarına gülerek Lord Baelish’i yakalamalarını ve oracıkta boğazını kesmelerini emreder. Hançer Baelish’in boğazına dayandığında bir anda fikir değiştirir ve adamlarına Baelish’i bırakmalarını emreder. Sonra da aynı soğukkanlı gülümsemeyle muhafızlarına arkalarını dönmelerini ve gözlerini yummalarını emredip son sözünü söyler: “Güç güçtür.” Bu sahne çoğu zaman reel politikanın ya da realizmin, yumuşak güce ya da ideal politiğe üstünlüğü olarak okunur. Oysa burada Kraliçe bilgiye karşı kaba gücün ve kudret sahibi iktidarın tarafında saf tutmuş alelade bir erk olarak değil, o erkin ötesinde kendince bilgeliğe ulaşmış bir usta olarak arzı endam eder. Bilgiye hak ettiği saygıyı gösteremeyen ve onu suiistimale kalkan kurnazlığa karşı gücü bütün varlığıyla idrak eden ve onu hakkıyla temsil eden bir bilgeliktir bu. Bilginin karşısında da olsa ona denk ve saygın bir bakışa sahip bir erkin yani kraliçenin kendi paradigmasını merkeze alarak serdettiği bir bilgi anlayışıdır. Burada bilginin kendisinden ziyade yorumlarına, nasıl değerlendirileceğine ve hatta ne şekilde kullanılacağına yönelik bir tartışma vardır. Asaletin ve bilgeliğin kendisinden yana olduğu Lannister bilgiyi suiistimal etmeye niyetlenen Baelish’e haddini bildirmiştir aslında, doğrudan bilginin kendisini hedef almamıştır. Bilginin reddedilmesi meselesi yapısal olarak mümkün değildir çünkü. Hülasası bu sahne, çokça yorumlandığı gibi bilgiye karşı kaba kuvvetin kutsanmasından ziyade bilgiyi kaba kuvvetin hizmetine peşkeş çekmeye çalışan bir anlayışın ifşa edilmesinden dolayı mühim bir sahnedir.

    Tarih boyunca insanın bilgiyle ilişkisi muhataralı bir ilişki olageldi. İçinde hayat bulduğu toplumun dinamiklerine göre elitlerin mahremine gizlendi, kiliselere hapsedildi, kozmik odalara saklandı. Yeri geldi doğası itibariyle üzerine titizlenildi, ehlinden gayrısına gizlendi. Yeri geldi otoritenin, istibdatın ya da suiistimalin hizmetine koşuldu. Dünyanın demokratikleşmesiyle birlikte bilgi de demokratikleşti. Yüzündeki peçe indirildi, üzerindeki efsunlu toz aydınlanmanın güçlü nefesiyle bertaraf edildi ve kamuya mal edildi. Fakat bütün bu süreç boyunca bilgi ya da kavramsal ifadesiyle ilim/bilim hiçbir zaman insanlığın mutlak tahtına oturmadı, oturamadı. Bu kronik bir eksiklik, mukadder bir mağlubiyet değildi. Bilimin, tabiatı itibariyle ne böyle bir talebi ve imkânı ne de buna yönelik bir istidadı vardı. Erkin, yani maddi iktidarın kimde ve nerede olacağı, yöneticilerin filozof olması gerektiğini söyleyen Platon’da dahi açık ve netti. Bilgi burada bile sembolik bir aksesuar, mukaddes bir imge olarak ikincil durumdaydı. Fakat her daim insanın dünyevi arzularının ve o arzuları kontrol etme isteğinin teşekkül ettiği çıplak iktidarın karşısında şüphe uyandıran ya da baştan çıkaran bir değer olarak devam etti hayatına. Bu bizatihi özgürlüğünün tezahürüdür.

    Fakat bu özgürlüğün en belirgin ve görece sıhhatli olduğu dönemin modern dönem olduğunu söylemeliyiz sanırım. Bireyin güçlenmesi, sivil toplumun ve ulus devletin icadıyla birlikte artık başlı başına müstakil bir entelektüelden söz edilebiliyordu. Tarih boyunca bilgiyle otantik ilişkiye sahip olan ve bunu iktidar/ servet gibi imkânlardan bağımsız olarak değerlendirip üzerine titreyen kesimler hep olmuştu ama bunun müstakilen kurumsallaşması 20. yüzyıla nasip olmuştur. Hülasası kökleri çok eskiye dayanan entelektüel 20. yüzyılda, biraz da popülerlikle birlikte kurumsallaşacak, ciddi bir itibar kazanacak ve bilgisi yanında karakteriyle de dikkat çekecekti. Foucault’nun tespitleriyle birlikte çerçevesini kazanan bu karakterin, bütün tevazuuna rağmen “hakikat rejiminin ajanı” olarak telakki edilmesi ona ayrı bir cazibe kattığı açıktır. Bilgiyle bugüne oranla çok daha sıhhatli bir ilişki tutturan okur-yazar kesimin bu karaktere kayıtsız kalamayacağı da aşikârdır. Fakat bu 20. yüzyılın ilk yarısına kadar süren ve zamanla etkisini kaybeden bir hikâyedir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hâkimiyetini tam anlamıyla pekiştiren finans kapitalin dizginleri eline alması ve örtük bir nihilizmin zihni felç edecek hızda ve istikrarla sürekli kendini yenileyen ve genişleyen teknolojinin ve malumat bombardımanının ardına gizlemesinin de etkisiyle bir süre daha entelektüelin karizması devam etti. Nihayetinde bugünlere kadar bir nevi bitkisel hayatta da olsa devam ettiği hayatının son döneminde her şeyin sürekli görünmek ve bağırmak olduğu kentten yarı ölü vaziyette bitimsiz bir bozkıra sürüldü.

    Frank Furedi meşhur eseri Nereye Gitti Bu Entelektüeller’de bu sürgünün izlerini takip ediyordu. Herkesin bilmek için şehvetle yarıştığı, bilgisini göstermek için her türlü sınırı aştığı ama hiç kimsenin bildiğiyle amel etmeye yanaşmadığı bir çağda artık o çağın üvey çocuğu olan entelektüelin yasını tutuyordu. “Herhangi bir savunmaya gerek duymaktan oldukça uzak görünen günümüz kültürel seçkinleri, entelektüel yaşamın rutinleşmesini sorun etmeyi bir hor görü aracı olarak görmektedir. Bu arada bu seçkin kesimin davranışları, işlevselciliğin -yani sanatı, kültürü ve eğitimi daha geniş anlamda pratik bir amaca hizmet ettikleri sürece değerli görme anlayışının- etkisi altındadır,” diyordu.

    Karamsar suçlamasıyla karşı karşıya kalacak realist bir zaviyeden bakarsak insanlık tarihi değerlerin çöküşünün de tarihidir. Maddi iktidar, manevi otorite ikileminden tutun da siyasetten, sanata, ticaretten bilime kadar birçok alanda hadsizliğin ve çürümenin de tarihidir. Fakat bu çürümelerin tarih boyunca, galiba, en bulaşıcı ve en yaygın olanı modern dönemde yaşanmış ve hâlen yaşanmaktadır. Özellikle 20. yüzyılın ortalarından itibaren her halükârda terazinin güçten yana olduğu bulaşıcı bir iştahın da etkisiyle bilgiye karşı ciddi bir mesafe, olumsuz ve düşmanca tavır belirginleşmeye başlamıştır. Bu tavrın adı anti-entelektüalizmdir.

    Anti-entelektüalizm en basit ifadesiyle bilgelik düşmanlığıdır. Bilginin hakikatle olan bağını zorla unutturup onun yenilebilir helvadan bir puta dönüştürülmesi ameliyesidir. Merak, gayret ve samimiyetle bir ömürde inşa edilmiş bir kütüphaneyi bit pazarında parça parça satmaya meyleden işportacılığın adıdır. Tarihi ve estetik hüviyetini korumuş bir konağı; binlerce yılın tecrübesini vakur bir sessizlikle muhafaza etmiş bir zeytinliği kat karşılığı betondan bir apartmana dönüştürme cinnetidir. Anti-entelektüalizm zenginliği dilediğine ilmi isteyene vereceğini vaat eden Tanrı’ya karşı cüret edilen niteliksiz bir dolandırıcılıktır.

    Böylesi bir küstahlıkta her şeyiyle ayan olan anti-entelektüel manaya değil lafza bakar, süreci değil sonucu kutsar. Haşmete değil güce, izzete değil erke meftundur. Neye tutunursa tutunsun hep kötürüm, hep eksik, hep utanılacak şeyler çoğalır onunla. Mundar edilmiş bir dünyanın kör mimarıdır anti-entelektüel. Olmamış bir makale, nefesi yetmemiş bir kitap, çiğ kalmış bir yemek, prematüre bir doğumdur. O yüzden de hep konuşması, hep bağırması, hep görünmesi, hep işaret edilmesi gerekir. Aksi hâlde yok olur. Obezdir. Azgındır. Mütecavizdir. Hakikate düşmandır. Tekkede de, meyhanede de, camide de, kışlada da hep aynı hınçla arzı endam eder. Geri vitesi yoktur. Gececildir. Karanlığa düşkündür. Bilgiye aç ruhların mahir yankesicisi, kozasından çıkmaya çalışan merakın sanatkâr canisidir. Platon’un meşhur mağarasının ezeli gişe memurudur, ışık tutucusudur. Zeminsiz, bağlamsız, usulsüz, izansız aslında hep başka şeyler satan bir bit pazarı komisyoncusudur.

     

    Anti-entelektüalizm şehvetin iktidarına gönüllü milisliktir, insanı paranteze alıp nefsi takdis etmenin adıdır. Tanrı’yı süpermarkete çağırmaktır anti-entelektüalizm. Hasetin ve hıncın kurumsallaşmasıdır. Eğer bir din olabilseydi tavus kuşuna özenen kargayı kutsal bellerlerdi. Eğer akılları metafiziğe erseydi şeytanın hakkı gasp edilmiş bir Tanrı olduğunu söylerlerdi. Son elli yılda her geçen gün gücünü daha pekiştirmiş ve çağın şeytani ruhunun en güçlü ordusu olabilecek derecede kuvvetli hâle gelmiştir. Artık yalnızca sağda solda birtakım inananlara ya da fedailere değil yenilmez bir orduya sahiptir. Akademi, kültür kurumları gibi kurumsal ama rağbeti az şapelleri yanında her gün sabahtan akşama ayin yapılan muhteşem bir kilisesi vardır: Sosyal medya.

     

    Elbette yine en mide bulandırıcı örnekleriyle memleket sathı mailinde tezahür etmiştir. Outdoor meraklısı sportifi, salon düşkünü smokinlisi, göbekli göbeksiz, papyonlu papyonsuz, gözlüklü gözlüksüz ama hep aynı pişkinlik ve arsızlıkla kendini gösteren bir ağrıma motoru gibi tıklanarak var olan bir mutanttır. Gerçi haksızlık etmeyelim, bugün artık topyekûn insan böyledir. Paçoz bir kibir, kalpsiz bir iman, kör bir ileri görüşlülükle arzı endam eder. Bu görkemli trajikomedide, sürece değil, sonuca, gayrete değil başarıya, tebliğe değil manipülasyona inanan meşhur bir rol kesicisidir.

     

    Bütün bu trajikomik curcunada; bu sinirleri alınmış anarşide, hâliyle, bilginin özü de amacı da ortadan kaybolur. Artık en alimlerin bile bilginin amacını söylerken yaşanmış ve içselleştirilmiş bir tecrübenin dile gelmesiyle değil, sanki bir yerlerden yalan yanlış hatırlanan bir alıntının dışarlıklığıyla konuştuğunu görürüz. Oysa cevap Aristotales’ten beri bellidir. Aristotales için bilimin amacı gerçeğe ulaşmaktır. Aristotales’ten önce Sokrates doğruyu bilmek ve bu bilgi doğrultusunda en doğruyu ve en iyiyi yapmak olarak tanımlıyordu aynı amacı. Oysa anti-entelektüalizmin bütün haklarını satın alan kapitalizm için her türlü hurafesi ve menkıbesine eyvallah dediği hakikate giden her yol derhal bastırılması gereken bir isyan mesabesindedir. Schumpeter bunu daha 1940’larda görmüş ve entelektüeli kapitalizmin varlığına karşı bir tehdit olarak kabul edip açıkça hedef göstermişti. Hakikatin parçalanması ve nihilizmin her geçen dün daha da etkisini artırmasıyla birlikte entelektüellerin şahsında bilginin tekinsizliğine karşı alacalı tavır netleşti ve kısa sürede Franco İspanya’sından Pol Pot Çin’ine uzanan bir zeminde karşılık buldu.

    Bugün artık neredeyse bütün dünyada saadet devrini yaşayan anti-entelektüalizmin kısaca hikâyesi bu. Peki, insanın böylesi bir tahakküm karşısındaki tavrı nedir, insan olarak, insan kalarak bilgiye ulaşma, ona hürmet gösterme ve onunla amel edebilmesinin bir ihtimali var mıdır?

    Her şeyden evvel bu felaketin farkında olmak ilzam eder. Her şeyin birbirinin aynı olduğunu, hiyerarşik farkların olmadığını iddia eden güya rölativist ama özünde nihilist bir dünyada akıl sahiplerini bile boyunduruk altında olduğunu ve gerçeğe ulaşmak amaçlı bilgi arzusunun bir zul, lüzumsuz bir zahmet ve hatta bir utanç olarak görüldüğünü idrak etmek gerekir. Saniyen, bilginin kendi habitatı, usulü, teamülü ve kuralları olduğunu ve bunun gündelik yönelimler, ideolojiler ya da modalara göre değiştirilmesinin mümkün olmadığını ısrarla söylemek icap eder. Yalnızca ilim değil, sanat ve zanaat dahi kendine has bir eğitim süreci, tabiri caizse riyazete benzer bir gayret ve terbiye dönemine ihtiyaç duyar. Yani bir süre de olsa hayattan perhizkar olmak, dikkatini kendine çevirmek zorunludur. İşte o zaman bir felaketle karşı karşıya olduğunu idrak edebilir insan.

    Diğer yandan anti-entelektüalizm gözü dönmüş bir şekilde hayatına devam etmekte ve insanın hilafına etkisini artırmaktadır. Bu etki, mezkûr yola baş koymuşların inancını sarsmakta ve özgüvenini tahrip etmektedir. Böylelikle de sesinde ontolojik bir titremeye ya da ürkek bir kısılmaya sebep olmaktadır. Bu da yalnızca hakikatin bilgisini değil, entelektüel gayretin değerini, farklılığını vurgulamaya dair o sâri çekinceyi doğurur. Bilen bildiğini ve nasıl bileceğini söylemekten imtina ettikçe bilgi sahipsiz kalıp pazara düşer. Bu da nihayetinde cahillik ve görgüsüzlüğün özgüvenini artırmaktan ve hatta onları ilim, edebiyat ve sanattan parsel parsel yer kapacak küstahlığa ulaştırmaktan başka bir işe yaramaz.

    Bir entelektüelin kendi ya da ürettiği eserin değerinin üzerine titizlenmesi; yalnız ya da iltifattan mahrum kalmak uğruna buradaki değerler hiyerarşisi üzerine titremesi işgüzar bir liberalizm ve içten pazarlıklı bir demokrasinin hâkim olduğu bugünün dünyasında büyük günahlardan biridir. Tanpınar’ın Mahur Beste’de dediği gibi “Devlet her türlü günahı affeder ama istiğnayı affetmez.” Bu çağın ruhunu distribütör devletler üzerinden tezahür eden o büyük karanlık devlet olarak telakki edersek mesele daha iyi anlaşılır. Trajikomik olanı ise hakikatten yana olan olduğunu iddia eden sözde-entelektüellerin durumudur. Sabah akşam kültürün muharref kiliselerinden kapitalizme bir virdi tekrar eder gibi söven bu sözde-entelektüeller mezkûr günahın kitabî meşruiyetini temin etmekten başka bir şey yapamazlar.

    Kendi varoluş macerası içerisinde kazandığı tevazuun boyunduruğu altında kalan her entelektüel muhatap olduğu bu paçoz dünyanın gürültüleriyle kendi içindeki isyanın arasında sıkışıp kalacaktır. Bu mukadder bir trajedidir. Bunun önüne geçebilmenin yolu nedir bilemiyorum. Lakin bu yolun uzun ve tenha olduğuna ayrıca da hiçbir dünyevi katalogda ya da fiyat listesinde yer almasa da kendi değerinde ısrar etmekten geçtiğine eminim. Bu meşakkatli bir yoldur. Fakat bu yolda, ontolojik olarak, nereye ait olduğunu ya da nereden konuştuğunu hiçbir zaman unutmazsın. Bu bir teselli olarak değil, başlı başına varoluşun gerektirdiği bilinç olarak tecrübe edilir. İnsan olmanın ağırlığı tarih boyunca birçok hikâye, menkıbe ya da veciz sözle ifade edilmiştir. İşte bu tenha yolda yaşanan bu sahih tecrübeyi reddetmek bu ağırlığın koca literatürünü reddetmek kadar anlamsızdır. Bunu reddetmek varlığın intiharı demektir. Kölelik ya da anti-entelektüalizm tam burada başlar. Furedi de “Eğer insanlar reddedilmişlik duygusuna kapılır veya kendilerine olan saygılarını yitirirlerse bunun nedeni muhtemelen nereye ait olduklarını veya daha geniş bağlamda, yerlerinin neresi olduğunu kaybetmeleriyle ilgilidir. İnsanlar, dünyayı anlamlandırmalarına imkân veren kültürel kaynaklara sahip olduklarında hayal kırıklığıyla birlikte yaşayabilmektedirler,” derken bunu işaret eder.

    Entelektüelliğin çileci, gayretkeş ve sabırlı karakteri örtük bir gururu ve neşeyi de beraberinde getirir. Onu yaşayacağı muhtemel hayal kırıklıklarının yıkıcı etkisinden muhafaza edecek şey tam da bu gurur ve neşedir. Kendisine birçok şeyi yakıştıramıyor olmak bir tefrik ve temyiz kabiliyetinin var olduğunu gösterir. Bu kendisinin farkında olmanın getirdiği kemaldir. Kendisinin farkında olmanın gururu ve neşesi otantik bir ironinin de neşv ü nema bulmasını sağlar. “Nükte kâmillerin işidir,” diyordu Hazreti Mevlana. Onun nüktesi bu kemalin meyvesidir. Buradaki gurur tam da bu kabiliyetin tezyin ve teskin hâlidir. George Lukacs’ın “Bütün büyük eserlerin kendine has bir neşesi vardır,” sözünü “Bütün entelektüellerin kendine has bir neşesi vardır,” olarak da okuyabiliriz. Bu bilgeliğin neşesidir. Bu neşe tarih boyunca anti-entelektüelleri ve onların eski ataları olan softaları çileden çıkartmıştır. Tarihte bunun örnekleri çoktur. New Englandlı püriten yazar John Colton 1642 yılında “Daha çok şey öğrenip daha esprili biri oldukça, şeytanın istediği kişiye daha çok yaklaşmış olursunuz,” uyarısında bulunmuştu. Oysa şeytanın şehrin en işlek, ışıltılı caddelerinde hiç bitmeyecek bir heyecan olarak şehri aydınlattığından beri selamet kenardadır.

    Bir softa olarak John Colton’un sözü bugün başka bir anlamda kendi kehanetini gerçekleştirmektedir. Colton softaların olduğu kadar anti-entelektüellerin de piridir artık. Softalık yeni kıyafeti olan anti-entelektüalizmle çıkar sahneye. Bilgeliğin neşesi yerini malumatfuruşluğun vulgar soytarılığına bırakmıştır. Anti-entelektüalizmin tohumlayıcısı ve gayrimeşru babası olan entelektüeller üzerinden sağlar meşruiyetini. Dün kilisede bugün ise daha çok akademide ve medyada varlığını sürdüren bu sözde entelektüeller artık eskisi gibi konsinye çalışmamakta bizzat kadro karşılığı sözleşmeli olarak iktidarın gününü gün etmektedirler. Benda bu yüzden “hakikatin bekçiliği rolünden vazgeçip siyasal ilişkilerin peşinden gittikleri için” yerdiği entelektüelleri hedef almış ve “yaşadığımız çağ, gerçek manasıyla siyasal nefretlerin entelektüellerce kurumsallaştırılmasıdır,” diye yazabilmiştir.

    Bugünün kilisesinde iktidarın müfredatıyla vaftiz edilmiş sözde-entelektüeller de iktidarın salonlarında yaptıkları temrinler sonrasında kazandıkları kıvraklıkla Benda gibileri dillerine pelesenk edebilmekte ve kendilerini hakikatin bekçileri olarak takdim etmektedirler. Böylece hakikatin türbedarlığını yapabilmektedirler. Bu tip entelektüellerin yapabileceği tek şey eskilerin hikayelerini anlatmak ve elde kalan mirası sürekli yeni ambalaj ve terkiplerle müşterilerine sunarak öze dönüş itikadının ateşini canlı tutmaktır. Gelecekten korkanların geçmişin kürklerinden post yapması yaygın bir tecrübedir ve bu da anti-entelektüalizmin mektepli rahiplerince pek rağbet gören bir yoldur. İbn Bace’nin nevabiti olmak bol takipçili bir fenomen olmanın ya da klavyenin sesi kaybolmadan ödenen cömert “like”ların ya da akmasa da damlayan Youtube hesaplarının yanında pek cazip değil elbette. Çünkü en başta perhizkar olmayı ve başkalarına konuşmaktan ziyade kendine susmayı salık verir.

    Furedi “Entelektüelin yaratıcı rolü herhangi bir özel kimlik veya çıkara mesafeli durmayı gerektirir,” diyordu. Baumann da entelektüel olmayı bir kimsenin kendi mesleğiyle veya sanat anlayışıyla kurduğu yanlı ilişkinin üzerine çıkıp oradan tarafsızca hüküm verebilmek olarak tanımlıyordu. Said ise “Evrensellik bizi çoğunlukla başkalarının realitesini görmekten alı koyan geçmişimiz, dilimiz ve milliyetimizin önümüze koyduğu hazır kesinliklerin ötesine geçmek için risk alma”sının gerekliliğinden söz ediyordu. Gouldner de “entelektüellerin kültür ve ideolojilerinin en derin yapısında özerk olmaktan duydukları gurur vardır,” derken belki de teo-ontolojisine ışık tutuyordu. Kimseye eyvallahı olmamak olarak da ifade edilebilecek bu hâl ve tavrın entelektüelliğin istiğnasını işaret ettiği açıktır. Yani, gerçek anlamda, sofradan aç kalkmayı, sakıncalı olandan uzak durmayı, gereğinde terk etmeyi ve hatta küsmeyi beceremeyen bir entelektüel mümkün değildir.

    Furedi bu imkânın akademik kariyerizmle baltalandığını iddia ediyordu. Fakat bizim için çok daha derin ve tehlikeli bir sonuca sebep olmuştur akademik kariyerizm. Artık sâri bir hastalık olarak arzı endam eden akademik kariyerizm anti-entelektüelizmin belki de başka bir hiçbir ülkeye ve coğrafyaya nasip olamayacak kadar kurumsallaşmasına vesile olmuştur. Bu kurumsallaşma beraberinde öylesine büyük bir kazancı da getirmiştir ki daha çok düşünce ve felsefe merkezinde, elbette üniversite dışında ama onunla suç ortaklığı gayet açık olan- türedi akademiler, enstitüler ya da vakıflar ortaya çıkmıştır. En geleneksel kavramlar ve ifadelerle tezyin edilmeye çalışılan bu mekanlar bilginin bit pazarı olmaktan öteye gidemeyen amatör ticaret merkezleri, faizsiz kâr payı istasyonlarıdır. Batının ahlakını değil de elden düşme ilmini almakta pek mahir olan bu kesimlerin teknolojinin getirdiği imkanları da iyi kullanarak bir entelektüel ponzi mantığıyla çalışmaları da ayrıca not edilmelidir.

    Buralarda takdim edilen ilmin kendisi de bir dolandırıcılık ürünüdür. Otantik bir sarrafın seyrelterek de olsa incelikli bir zanaatkârlıkla yine de daha değerli hâle getirdiği altın üzerinden yapılan sanattan ziyade birtakım adi malzemelerin altın suyuna bandırılarak kıymetlendirilmeye çalışılmasından ibarettir. “Düşüncelerini yaymak için medyayı kullanma teşebbüsünde bulunan entelektüellerin bu çabası birtakım şovlara hizmet eder hâle gelmiştir. Bu düşüncelere de çoğunlukla tartışma ve eğlence yaratacak şekildeki bir netlikle dile getirilmesi hâlinde katlanılabilmektedir,” derken Furedi durumu yıllar öncesinde gayet iyi izah etmiştir. Böylesi bir yolla düşüncelerini yayma girişimi artık bilginin sahih paylaşımı değil bizatihi kendi iktidar alanını yaratmak içindir. Bu da çağın ruhunu temsil eden iktidarla yapılacak işbirliği neticesinde mümkündür.

    Game of Thrones örneğini hatırlayarak söylersek aslında anti-entelektüalizmin şaşmaz turnusollarından biri de iktidar karşısındaki tavrıdır. Lord Bylish’in Kraliçe Lannister karşısındaki satın alınabilir vakarı ve özgüveni belki de bu anti-entelektüalizmin kendisini iyi bir şey olarak gösteren ya da bu tür ithamlardan sıyrılan en karizmatik hâlini temsil eder. Oysa en güçlü olduğu anda ele verir kendini. Çünkü her “iktidar” neyin, ne kadara satın alınabileceğini en iyi bilendir. İktidar, ne kadar puslanırsa puslansın, insanı her şeyiyle en net gösteren aynalardan biridir. Hâliyle böylesi bir aynanın karşısında bir kere bile görüntü veren entelektüel istediği kadar vakar ve özgüvenle gizlensin her şeyiyle kendisini faş etmiş bir anti-entelektüel demektir.

     

    Fakat hâzâ bir entelektüel görünümüyle gününü gün eden bir anti-entelektüelin her şeye rağmen kendisini ele verdiği tek yer sanat karşısındaki tutumudur. Bilimden sanata geçişte despot zekadan kalender muhakemeye geçiş söz konusudur çünkü. Hiçbir tüccar da kendi tezgâhını alt üst edecek ve başkalarının emeği üzerinden kurduğu ağı yerle bir edecek bir muhakemeye prim vermez. Weber’in sanatın kalıcılığına zıt olarak bilimi geçici bir şey olarak görmesini ne idrak edebilir ne de böyle bir gerçeğe tahammül edebilir. Eğer bir anti-entelektüel bilgi olmadan hayatını devam ettirme imkânına sahip olsaydı, tanrısını reddettiğinden çok daha hızlı ve hınçlı bir şekilde bilgiyi geride bırakırdı. Kendisine ayak bağı olmadığı sürece onu hoş görebilirdi de. Ama sanattan nefret etmeye hep aynı hınçla devam ederdi. Çünkü bilim ne kadar tartışırsa tartışsın, şüphe ederse etsin, sanat her daim hakikatin mutlak varlığını imler, ima eder. Hâliyle özü itibariyle hakikati örtmeye programlanmış bir anti-entelektüelin asıl alametifarikası sanata duyduğu hınçtır. O sanatı hep bir zaman kaybı, bir düşüklük ve bilginin hatırına hoş görülmesi gereken özürlü bir uzuv ya da bir boş zaman eğlencesi olarak görür. Reddedemediği sanatı tahkir ederek rahatlamaya çalışır.

     

    Albert Camus “artık günaha inanmayan bir dünyada,” demişti, “kehanet işini sanatçı üstlenir.” Kehanet hakikatin kendisini olağan dışı bir biçimde dayatmasıdır. Çoklarının düşündüğünün aksine ilk çıktığı anda lanetlenir ya da görmezden gelinir. Gerçekleştiğinde de çoğu zaman köksüz bir inanç tarafından takdis edilir. Sanatçının hayattayken maruz kaldığı yalnızlığı ve öldükten sonra kazandığı şöhret bu kehanetin izleğini takip eder. Devam eder Camus “Rahiplerin sözleri etkili olsaydı, bu, onların örnekten beslendiğini gösterirdi. Sanatçı bir örnek olmaya çabalar. Aykırı davrandığında, bu nedenle kurşuna dizilir ya da sürgün edilir. Ve dahası erdem, makineli tüfek kullanmayı öğrenmek kadar çabuk öğrenilmiyor. Bu dengesiz bir kavga.”

    Bugün daha ötesini söylemenin zamanı artık. Erdem, yalnızca, şehre yeniden dönmesi gereken entelektüelin uhdesindedir artık. Bu entelektüel bilgiyi olduğu kadar sanatı, erdemi olduğu kadar irfanı da kendisinde taşıyan bir aracıdır. Hakikatin kendisini müstağni bir sanat ve bilimin zaviyesinden göstereceği bir günün zifiri karanlığında ondan başka şansımız da yoktur. Fakat bunun için softayla aynı hamurdan mamul anti-entelektüelle aramıza mesafe koymamız gerekir. Şemseddin-i Sivâsî’nin buyurduğu gibi “Padişah girmez saraya/ Hane mamur olmadan.”