BATI VE DOĞU ARASINDA YENİ BİR İLİŞKİLER TARİHİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Françoise Dastur*

    Bildiğimiz üzere, tarih bilimi önce Avrupa’da filizlendi, özellikle de MÖ 5. yüzyılda Yunanistan’da Herodotos ve Thukydides ile ortaya çıktığını söyleyebiliriz.[1] Zaten tarih [histoire] kelimesi de Yunanca istoria sözcüğünden gelir ve “araştırma”, “keşif”, “soruşturma” manalarını taşır. Fakat dünyanın öte tarafından da tarihçiler var: Çin’de MÖ 8. yüzyılda yıllıklar tutulmaya başlamış; Zuo Zhuan başlığını taşıyan gerçek anlamda ilk tarih kitabı da aynı şekilde 5. yüzyıla tarihleniyor. Mısır’da Manethon isimli bir rahip MÖ 3. yüzyılda ilk Mısır Tarihi’ni yazmış.

    Fakat bu ilk tarih kitapları esasında Yunan, Çinli ve Mısırlı halkların ulusal tarihlerini işlemiş; Titus Livius, Caesar, Tacitus ve adını sayamayacağımız birçok tarihçi de aynı şekilde davranmış. Çoğu zaman bir tarihçi modeli olarak görülen Thukydides, iki Yunan şehri Sparta ve Atina’yı karşı karşıya getiren Peloponez Savaşı’nı anlatmış, Titus Livius Roma’nın kuruluşunu aktarmış, Caesar de bizzat yönettiği Galya savaşlarının hikâyesini nakletmiştir.

    Herodotos ise Tarih kitabında Pers-Yunan savaşlarını anlatmanın yanında Mısır, Babil, Makedonya, Gürcistan ve Ukrayna’ya seyahatlerini işlemiş, aynı zamanda Doğu Akdeniz’de yaşayan halkların adetlerini ve tarihini de tasvir etmiş, böylece evrensel tarihin öncüsü sayılmıştır. Demek ki Thukydides bir Atina vatandaşıdır ve Yunanistan dışında hiçbir yeri görmemiştir, ama Herodotos yüksek ihtimalle bir “barbardır”, yani bir yabancıdır -Yunanlar, Yunanca konuşmayan halklara barbar derdi- çünkü Türkiye’nin güney batısındaki Karya’da doğmuştur, bildiğiniz üzere büyük sömürgeci olan Yunanlar MÖ 7. ve 6. yüzyıllardan itibaren bu bölgede şehirler kurmuşlardı. Tarih kitabının ilk satırları Yunanlarla Barbarlar arasında kurmaya çalıştığı eşitliği gösterir.

    Bu, Halikarnassoslu Herodotos’un kamuya sunduğu araştırmadır. İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın ve gerek Yunanlıların gerek barbarların meydana getirdikleri harikalar bir gün adsız kalmasın, tek amacı budur; bir de bunlar birbirleriyle neden dövüşürlerdi diye merakta kalınmasın.

    Avrupa’da “evrensel bir tarih” projesinin belirdiğini görmek için Rönesans’ın başını beklemek gerekecektir. Ne de olsa bu dönem ilk “küreselleşme” dönemidir; tabii küreselleşme derken tüm dünyaya yayılma eğilimi olan alışverişin artmasını kastediyorsak. Çünkü bu dönemde “büyük keşifler” yaşandı, bu keşifler 15. yüzyılın ortasından 17. yüzyılın başına kadar sürdü, bunlardan en önemlisi Christophe Colomb’un 1492’de Amerika’yı keşfiydi, bir diğeri 1498’de Vasco de Gama’nın Hindistan’a deniz yoluyla gitmesiydi, tabii Fernand de Magellan’ın dünyanın çevresini ilk kez dolaşmasını da unutmamak gerek, ama ne yazık ki 1521’de turu tamamlayamadan öldü.

    Protestan bir Kalvinist olan Agrippa D’aubigne (1552-1630) Fransız bir şair ve yazar olmanın yanında hacimli bir Evrensel Tarih yazan ilk kişidir, bu eserinde tarihte meydana gelmiş bütün olayların Tanrı’nın planlarından kaynaklandığını göstermeye çalışır, fakat işlediği konular 1550 ve 1602 arası Fransa ve dünya tarihiyle sınırlı kalmıştır. Meaux piskoposu Jacques-Bénigne Bossuet (1627-1704), 1681 yılında Evrensel Tarih Üzerine Söylem adlı eserini yazmıştır, o da bu çalışmasında Yaratılıştan itibaren tarihin Katolik Kilisesinin zaferiyle nihayete erdiğini kanıtlamak istemiştir.

    Nihayet 18. yüzyıla geldiğimizde, yani Fransa’da Aydınlanma ve Almanya’da Romantizm dönemi başladığında gerçekten evrensel bir tarih projesi filizlenmiştir. Evrensel tarih üzerine yürütülen derin düşünceleri özellikle Alman filozoflarda görürüz. Immanuel Kant, 1784 yılında “Evrensel Bir Tarih Fikri” makalesini yayınlamıştır, Georg Wilhelm Friedrich Hegel de 1822’den 1830’a (ölüm yılı) kadar Tarih Felsefesi Üzerine Dersler vermiş ve bu derslerde Doğu dünyasını (Çin, Hindistan, İran), Yunan ve Roma dünyalarını ve nihayet Cermen dünyayı işlemiştir. Aklın dünyayı yönettiğini, aklın tarihte aşama aşama kendini gerçekleştirdiğini ve nihayet Fransız Devrimi ile beraber modern Avrupa devletinde amacına ulaştığını göstermek ister. Tıpkı Kant’ta olduğu gibi tarih felsefesinin temelindeki fikir şudur: İnsanlığın tarihteki seyri bir bireyin seyrine benzerdir; çocukluk yaşar, bunun temsilini Doğu’da görürüz; gençlikten geçer, bunun temsilini de Yunan’da görürüz; Yunanistan her kültürün taklit etmesi gereken evrensel bir model temin eder ve yetişkinliğe erişir, bu da Avrupa’nın Aydınlanma devrine tekabül eder. Demek ki Doğu’yu insanlığın çocukluğu olarak görür, öyle ya da böyle aşılması gereken bir merhaledir bu, ayrıca “Afrika’nın tarihsel dünyada yeri olmadığını” ve “evrensel tarihin eşiğinde” durduğunu söyler:[2] Ne yazık ki günümüzde bazıları bu fikri paylaşmaya devam ediyor, eski Fransa cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin 2007 yılında Senegal’in başkenti Dakar’da yaptığı konuşma da bunu ispatlıyor, danışmanı Henri Guaino’nun kaleme aldığı konuşmada “Afrika’nın dramı”nı “Afrikalının tarihe yeterince dâhil olmamasına” bağlar. “Afrika’nın sorunu, şimdiki zamanda daha ziyade çocukluğun kayıp cennet nostaljisinde yaşamasıdır. […] Her şeyin daima yeniden başladığı bu hayal dünyasında, insani bir maceraya da bir gelişme fikrine de yer yoktur.”

    Bu sayede evrensel tarih fikrinin çok Avrupa-merkezli kaldığını görürüz. Avrupa 2014 yılına kadar dünyanın en büyük ekonomik gücüydü, ama sonra Amerika onu geçti. Üstelik günümüz dünyası artık büyük oranda Avrupa ülkelerinin değerleri ve çıkarlarıyla şekillendirilen bir dünya da değil. Buna rağmen Avrupalılar genel itibarıyla kendilerini dünyanın merkezinde görmeye devam ediyorlar, bütün dünyanın Avrupa’ya göre konum aldığını sanıyorlar, bu sebeple başka kıtanın meskûnlarına medeniyet dersi verecek konumda olduğunu düşünüyorlar. İşte bu, soruşturmamız gereken Avrupa-merkezciliktir, günümüzde de tam bu Avrupa-merkezciliğe tepki veren yeni bir tarih yazım tarzı vardır, buna “küresel tarih” denir. 20. yüzyıl sonunda Anglosakson dünyada ortaya çıkmış yeni bir akımı ifade eder, farklı ulusal tarihleri bağlantıya sokan insanlığın ortak tarihsel geçmişini hesaba katar, bu sebeple “bağlantılı tarih” ifadesi kullanılır, Avrupalı olmayan kültürlere geçmişe nispetle daha fazla önem göstermeyi özellikle gözetir.

    “Küresel tarih” ifadesi Anglosakson dünyada “küreselleşme” denen kavrama bağlanır. 1980’lerde Amerikalı tarihçi Bruce Mazlish (1923-2016) bu akımın tohumlarını atmıştır, amacı da dünyadaki bu birbirine bağlanma fenomenini incelemektir. Küresel Tarih’in hedeflerini de “küreselleşme fenomeninin doğum ve gelişiminin analizi” olarak belirler, burada “yeni bir tarih periyodu” görür, bu periyot modern zamanların ve çağdaş dönemin devamıdır. Fakat sonrasında, küresel tarihte Tarihi oluşturma ve düşünmenin yeni bir tarzını görürüz: Ulusal tarihin sınırları aşılır. Küresel dediğimiz tarih de sadece tarihsel bir disiplinin alanıyla sınırlanmayan bir akım olarak tanımlanır. Bu tarihin en önemli özelliği insan toplumlarındaki değişimleri karşılaştırmalı ve birbiriyle bağlantılı bir perspektifte incelemesidir.

    Demek ki bu yeni akım, bakışın merkezsizleşmesini sağlıyor, Batılı olmayan ortamların da dikkat çekebileceğini söylüyor, bu hâliyle birbirinden uzak bölge ve dönemlerin karşılaştırılmasına imkân sunuyor. Küresel tarihin bu yükselişinin şahitleri de 1980’lerden beri bu akıma adanmış kitapların sayısındaki artış değil sadece, özellikle Anglosakson dünyada küresel tarih kürsülerinin, dergilerinin derneklerinin ve kongre organizasyonlarının kurulmasıyla bu tarih anlayışının kurumsallaşmasıdır. Bundan sonraki satırlarda bu konuyla ilgili en önemli kitaplardan bazılarına kısaca değinmek istiyorum, bunlar son 25 yılda yayınlanmış kitaplardır, hepsinin Anglosakson kaynaklı olduğunu da söylemek gerekir.

    Böyle bir tarih yazım tarzı çerçevesinde vurgulamamız gereken noktalardan ilki şu: Avrupa uzun tarihi boyunca Avrupa dışı kökene sahip birçok etkiye maruz kalmıştır ve günümüzde Avrupalıların sahiplendiği kültürel miras birçok kaynaktan beslenmiştir, ki aslında her medeniyet ve kültür için aynısı geçerlidir. 18. yüzyıl başından önce dünyada var olan teknik unsurların bir envanterini çıkarmak istesek dünyanın başka yerlerinden gelen icatları, özellikle de doğudan gelenleri hesaba katmadan bir sonuca ulaşamayız.

    1962 doğumlu tarihçi John Montagu Hobson, 2004’te yayınlanan Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri eserinde bu olguyu ayrıntılarıyla göstermiştir. Hobson’a göre küreselleşme sadece Rönesans’ta ve Avrupa’da başlamaz, çünkü modern dünyanın temelinde duran bütün teknolojik, siyasi ve toplumsal gelişmeler bu dönemden çok daha önce Çin ve Orta Doğu başta olmak üzere Doğu’da ve Afrika’nın bir kısmında zaten filizlenmişti. Hobson 500-1800 yılları arasında dünyayı Doğu’nun idare ettiğini savunur, demek ki modern dünya sadece Avrupa’daki gelişmelerin bir ürünü değil, Doğu ve Batı arasındaki karmaşık etkileşimler bütününün bir sonucudur. Bu konuda sömürgeleştirmenin önemini vurgular, “Doğunun ve başka ülkelerin kaynaklarını gasp edip harcamasaydı Avrupa modern sanayi dünyasındaki atılımı yapmayı asla başaramayacaktı” (s. 312). Britanya emperyalizmini şiddetle eleştiren Hobson, Avrupa’nın en önemli icadının “ırk” olduğunu söylemeye kadar varır: Bu ırk fikri Avrupalı olmayan dünyayı fethetmelerine büyük katkı sunmuştur, çünkü dünyanın halkları arasında gelişim farkları tesis ederek onları ayrıştırmaya imkân sağlamıştır.

    Hobson’ın kitabında bahsettiği birçok yazar arasında bir isim dikkat çeker: Edward Said (1935-2003), 1978’te yayınlanmış ve uluslararası çapta ün kazanmış bir kitabın yazarı. Sömürgecilik sonrası çalışmaların temel metni sayılan Şarkiyatçılık adlı bu kitapta Edward Said, İtalyan Marksist yazar Antonio Gramsci’nin kültürel hegemonya kavramını alıp şöyle der: Şarkiyatçılık, Şark hakkında söz söylemek, sömürgeleştirilmiş ülkeler üzerindeki Avrupa hâkimiyeti sürecini meşrulaştıran zihinsel bir yapıdır. Önsözde de bahsettiği üzere bu kitapta ortaya koymaya çalıştığı şey şu: “Avrupa kültürü Şark’tan kendini ayırarak kendini güçlendirmeye ve kendi kimliğini belirginleştirmeye çalışmıştır; bu Şarkı da kendinden düşük ve bastırılmış olarak görür.”[3] Bu kültürel hegemonya, tahakküm altında olanları hâkimlerin dünya görüşünü benimsemeye ve bunu geçer akçe olarak kabul etmeye zorlar; Şarkiyatçılık da gücünü buradan alır ve “Avrupalı olmayan tüm halklara ve kültürlere üstün bir Avrupa kimliği fikri”nin merkezindedir.[4] 1935’te Kudüs’te doğan Edward Said eğitimini Amerika’da almış ve New York’taki ünlü Columbia Üniversitesi’nde 1965’ten 2003’e (ölüm yılı) kadar edebiyat dersleri vermiştir. İsrail-Filistin çatışması ve Orta Doğu üzerine çokça yazmış ve uluslararası arenada Filistinlilerin yanında saf tutarak görüş bildirmiştir. Edebiyat ve hatta müzik eleştirisi üzerine de pek çok kitap yazmıştır, çünkü kendisi muazzam bir piyanistti. İsrailli-Arjantinli bir orkestra şefi olan dostu Daniel Barenboim ile birlikte bir dernek kurup Yakın Doğu’da klasik müzik sayesinde barışı teşvik etmeyi amaçlamıştır. Nihayetinde İsrailli ve Arap müzisyenlerden müteşekkil bir senfoni orkestrası ortaya çıkmıştır: Doğu Batı Divanı Orkestrası.

    Said, Şarkiyatçılık ve Avrupa-merkezcilik hakkında ne dediyse Hobson da aynısını der. Hâliyle bu kitapta Avrupa karşısında aşırı eleştirel bir tutum takındığını söyleyebiliriz. Doğudaki teknolojik ve bilimsel icatların Batı’dakilerin çoğunu öncelediğini de kanıtlarıyla ortaya koyar; bu hususta ne ilk ne tek kişi olsa da bunu da belirtmek gerekir. Çin, Hindistan ve İran’dan birkaç örnek verebiliriz hemen. Çin’den başlayalım: Hemen dört büyük icattan bahsedebiliriz, birincisi pusulanın icadı; Çinliler pusulayı MS ilk yüzyıllardan beri kullanıyordu, Batı ise pusulaya ancak 17. yüzyılda kavuşur. Sonra, seyyar matbaadan bahsedebiliriz; Çin daha 9. yüzyılda bunu kullanıyordu, fakat Avrupa’da 15. yüzyılda Gutenberg tarafından da “icat edildi”. Kâğıdın icadı da öyle, MS ilk yüzyıllarda Çin’de keten liflerinden üretilip kullanılırken Avrupa’da ancak 11. yüzyılın sonunda ortaya çıkmıştır. Barut da 9. yüzyılda icat edilmesine rağmen Batı’ya gelmesi 13. yüzyılı bulmuştur. Hindistan’dan da bahsedelim, en büyük bilimsel katkılarından biri sıfırın icadıdır, Yunan düşüncesi bundan tamamen bihaberdi, 628 yılına doğru, Hintli büyük matematikçi ve astronom Brahmagupta, sıfırı icat etmiştir. Kendisi aynı zamanda aritmetiğin ve onluk sistemin de mucididir, Arap rakamları diye bildiğimiz rakamlar aslında Hint rakamlarıdır, Araplar bunları sadece Batı’ya aktarmışlardır. Cebrin icadını da 8. yüzyıl sonunda yaşamış bir İranlıya borçluyuz: el-Harezmi. Bu icat olmasaydı Batı matematik bilimi sadece Yunan geometri temellerine sırtını dayar ama sonra yıkılıp giderdi. Astronomide de 6. yüzyılda yaşamış Aryabhatiya ve 12. yüzyılda yaşamış Bhaskara başta olmak üzere Hintli astronomlar, Kopernik’in uzaktan öncülleridir, çünkü ikisi de güneş merkezli modeli savunurlar. 11. yüzyılda filozof ve hekim İbn Sinâ ile tıp da büyük bir gelişme yaşamıştır.

    Bunlardan hareketle şöyle bir soru sorabiliriz: Avrupa 19. yüzyılda bilimsel ve teknolojik açıdan dünyanın geri kalanına nispetle nasıl bu kadar ilerleme kaydetti? Bu soruya verilen cevaplar genelde moderniteye adapte olamadığı iddia edilen karanlık dünyaya nispetle Avrupa’nın kültürel ve siyasi değerlerinin üstünlüğünü vazeder. Amerikalı bir tarihçi olan Kenneth Pomeranz’ın kitabı Büyük Ayrışma: Çin, Avrupa ve Modern Dünya Ekonomisinin Oluşumu[5], alanda büyük tartışmaları tetiklemiştir çünkü yeni bir tarih yazım tarzının yani Avrupa’yı merkeze almayan tarih yazımının gelişiminin merkezinde durur. Kitabının başlığı, Büyük Ayrışma, bizim “Avrupa mucizesi” dediğimiz şeye işaret eder; yani 19. yüzyılda Batı dünyasının, dünyadaki en güçlü ve en zengin dünya hâline geldiği sürece. Ayrışma özellikle Avrupa’da ve öncelikle İngiltere’de ortaya çıkan sanayi ve teknoloji devrimiyle kendini gösterir. California Üniversitesi’nde tarih hocası olan Kenneth Pomeranz, tanınmış bir Çin uzmanıdır, “California Çin Tarihi Ekolü”ne mensuptur, bu ekol 1990’larda modern dönem Çin’in ekonomik gelişim seviyesini incelemiş ve Avrupa’yla mukayese temelleri tesis etmiştir, çünkü 1750 yılında Çin’in bazı bölgelerindeki seviyenin Avrupa’daki bazı bölgelerin seviyesine denk olduğunu tespit etmiştir. Pomeranz, bu mukayeseyi ayrıntılı ve sistematik biçimde yapmaya kendini adamış ve nihayetinde 600 sayfaya yakın bir kitap ortaya çıkmıştır.

    Peki, sanayi devriminin Çin’de değil de Britanya’da meydana gelmesini nasıl açıklamak gerekir? Pomeranz’a göre bunun sebebi öncelikle arızi etkenlere bağlanmalıdır. Büyük Britanya “şanslıdır” çünkü kömür yatakları sanayi bölgelerinin yakınlarındaydı, Çin’de ise kömür kaynakları kıyıya yakın yerleşim bölgelerinden ve sanayi merkezlerinden uzaktaydı, bu da kömürün sanayide kullanımını zorlaştırmıştı. Diğer taraftan, Avrupa, özellikle de İngiltere, Yeni Dünya’dan gelen temel maddeleri istediği gibi kullanma imkânına sahipti, bu kullanım da büyük oranda köleliğe dayanıyordu. “Büyük ayrışma”nın temelinde yatan iki büyük etken işte budur. Önceki tarihsel analizlerin çoğu Asya’nın Avrupa’ya nispetle temel bir ekonomik düşüklüğü olduğu varsayımından hareket ediyordu. Burada hasıraltı edilmiş unsurlar kültürel ve bilimsel olduğu kadar siyasi ve ekonomik alana mensup ulus-aşırı unsurlardır; ulusal tarihlerin ve Avrupa-merkezciliğin izlerini taşıyan bir tarih bu unsurların yerleşik hâle gelmesine müsaade etmeyecektir. Pomeranz da Çin’in neden Avrupa kadar ilerleme kaydedememesinin nedenlerini değil de (zira ortada doğuştan gelen herhangi bir kabiliyetsizlik veya eksiklik yoktur) Avrupa’nın hangi mucize sayesinde bu kadar hızlı geliştiğinin nedenlerini göstermeye çalışır. Pomeranz ayrıca sadece Çin değil, Japonya, Hindistan ve Güney Doğu Asya’nın da 18. yüzyıl sonuna kadar Avrupa nispetinde hatta daha ileri düzeyde gelişmiş olduğunu gösterir. Hâliyle İngilizlerin üstünlüğünü tahmin etmeye mahal verecek bir unsur yoktur ortada. Bu yüzden “İngiliz istisnası”ndan bahsedemeyiz artık, aksine bunu da “küresel tarih” çerçevesinde açıklamamız gerekir.

    Küresel tarih alanındaki ilk referans eserlerden biri olan bu kitaptan sonra birçok çalışma daha yayınlandı, Hint tarihçi Sanjay Subrahmanyam’ın çalışmalarını burada özellikle anabiliriz, kendisi günümüzde bağlantılı tarih alanındaki en saygın figürlerdendir, 2013’te de Collège de France bünyesinde ilk modern dönemin küresel tarihi kürsüsüne atanmıştır. California Üniversitesi’nde tarih hocası olmasının yanında birçok dile hâkim.

    1498 yılında Hindistan’a ulaşmış ilk Avrupalı olan Vasco de Gama’ya (1469-1524) adanmış kitap (1998’de yayınlanmıştır), Anglosakson ülkelerde büyük ses getirmiştir. Subrahmanyam bu kitabında “büyük keşifler” dediğimiz mite saldırır. Açıkladığı üzere, Vasco de Gama yeni bir kıta keşfetmez, aksine burası çevresi dolu olan geniş bir toprak parçasıdır, Hintler, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler, Persler ve Çinliler yaşar burada. Bölgedeki tüm ülkelerle zaten ticari ilişkiler kurmuş yerliler onun gelişinden etkilenmez. İslam’la mücadele etmeyi kafasına kazımış Portekizliler, kendi görevlerinin Hıristiyanları Müslümanlardan korumak olduğunu düşünüyorlardı, ayrıca Müslüman olmayan herkesin de Hıristiyan olduğunu sanıyorlardı. Vasco de Gama da bu sebeple her yerde Hıristiyan göreceğini düşünüyordu. 1498’de Vasco de Gama Calicut racasıyla ilk kez karşılaştığında Hıristiyan bir kral ve krallık keşfettiğini düşünüyordu, hâlbuki raca Hindu’ydu. Mekke’den dönen yüzlerce hacıyı taşıyan ve Memlûk sultanına ait olan bir gemiyi tereddüt etmeden batırmıştır, ki Portekizliler böyle bir suçu hatırlamaktan pek hoşlanmaz. Vasco de Gama’nın seyahati böylece efsanevi bir boyut kazanır, çünkü tek derdi rol model aldığı Christophe Colomb ile rekabet etmektir. Colomb da Vasco de Gama gibi açgözlü bir servet avcısıydı, duyulmamış zalimlikler yapmıştı, ölümüne kadar da Hindistan’ı keşfettiğine inanmıştı. Christophe Colomb’un denizci arkadaşı Amerigo Vespucci’nin durumun farkına varmasıyla yani keşfettikleri bu toprakların Hindistan değil de yeni bir yer olduğunu anlamasıyla bu yeni kıtaya Amerika ismi verilmiştir.

    Christophe Colomb (1451-1506), bugünkü Haiti ve Dominik Cumhuriyeti topraklarında yaklaşık 10 bin yerlinin elini kestirmiş ve başka yerlileri de kulak ve burunlarını keserek cezalandırmıştır. Üzerlerine köpekler salarak onlarla savaşmış ve o insanları canlı canlı parçalatmıştır. Köpekleri beslemek için bebeklerin öldürülmesi emrini vermiştir. 9-10 yaşından büyük kızlara tecavüz etmeleri için adamlarını teşvik etmiştir. Direnen çocukların bacaklarının kesilmesini ve şişe geçirilerek kızartılmasını da emretmiştir. Kölelik uygulamasının da öncülerindendir, yerlileri Avrupa’ya köle olarak göndermiştir; oğlu, Afrika’dan Karayipler’e ilk köle ticaretini yapan kişidir.[6] Kibir ve zulüm konusunda Vasco de Gama’nın da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Amiral, kont ve Hindistan valisi rütbelerini aldı. Seyahatleri sayesinde büyük zenginlik ve şan elde etti, böylece soylulaşan ailesi de Hindistan’la ticarete başladı. Hindistan’a giden kara yolunu Müslümanların kontrol ettiği bir dönemde deniz yolu ulaşımını keşfetmişti şüphesiz. Ancak Subrahmanyam’ın da belirttiği üzere, 16. yüzyılda hem deniz hem kara yolu birlikte var olmuştur. Sanjay Subrahmanyam’ın tüm çalışmaları o dönemdeki büyük keşiflere bakışımızı yerinden edecek bir niteliğe sahiptir; Portekizli kâşifin kariyerini incelerken Avrupa arşivleri kadar Asya arşivlerine de başvurur.

    Bir başka Hint tarihçi Dipesh Chakrabarty’nin kitabının 2000 yılında çıkması tesadüf değil. Chicago Üniversitesi’nde hocalık yapan Chakrabarty, Avrupa’yı Taşralaştırmak: Postkolonyal Düşünce ve Tarihsel Farklılık adında bir kitap yayınlamış ve büyük ses getirmiştir. Bu kitabın en temelindeki sorun, Hintleri, Afrikalıları ve diğer ulusları düşük gören tarih teorisidir; bu halklar, kendi deyimiyle “tarihin hayalî bekleme odasına” havale edilmişlerdir, tabii bu henüz dâhil olmadıkları bir tarihtir. Fakat Avrupa artık dünyanın merkezinde değildir, Avrupa tarihi de evrensel tarihi oluşturmaz, öyle ki Avrupa düşüncesi, kaçınılmaz olsa da, Batılı olmayan halkların da icra ettiği modernlik tecrübesini anlamak için yeterli gelmez. Demek ki esas mesele toplumsal bilimleri yenilemektir, böylece Avrupalı olmayan ulusları eksik yahut tamamlanmamış örneklere indirgeyen bir perspektiften çıkabiliriz; siyasi moderniteyi doğurabilecek tek merci olan Batıya nispetle, Batılı olmayan halkların tarihlerini siyaset öncesi gerçeklikler olarak gören baskın kavrayış da ancak böyle aşılabilir. Chakrabarty’nin ifade ettiği üzere “Avrupa’yı taşralaştırmak” hiçbir şekilde Avrupa düşüncesinin araçlarını reddetmek anlamına gelmez, “sömürge sonrası rövanşçı” bir anlayış olarak da nitelenemez. Esas mesele, kendine ait kültürel tecrübeden hareketle Avrupa düşüncesini merkezden çıkarmaktır, burada Batılılaşmış bir Bengalliden söz ediyoruz, ona göre modernite Avrupalılarınkinden farklı düşünce kategorilerinden doğmuştur. Chakrabarty, Madun Çalışmaları Grubuna mensuptur, sömürge sonrası toplumları araştırmakla ilgilenen bir grup bu; yaklaşımları da genelde araştırma konusu yapılan seçkinlere nispetle düşük toplumsal katmanlara odaklanmaktır.

    Gördüğümüz üzere, sömürge sonrası çalışmaları kapsamında, günümüzde Avrupa’nın üstünlüğü tartışmaya açılmış durumda. İlaveten, Oxford Üniversitesi’nde Bizans Araştırmaları Merkezi’ni yöneten Hırvat asıllı İngiliz tarihçi Peter Frankopan 2015’te yayınlanan İpek Yolu: Alternatif Dünya Tarihi kitabıyla evrensel tarih kavrayışına yepyeni bir perspektif sunmuştur. Yayınlandığı yıl Daily Telegraph tarafından yılın kitabı seçilen bu eserde Frankopan, geleneksel bakış açımızı yerinden eder; ona göre, Batı medeniyetinin kökleri Yunanlarda ve Romalılarda -ki onlar da zaten Mısırlıların mirasçısıydı- değil, daha büyük bir bölgeye yayılan Pers İmparatorluğu’nda aranmalıdır, bu imparatorluk antik dönemin en büyüğüdür ve “evrensel tarih” denen şeyin ağırlık merkezini oluşturur. Burası “Doğu ile Batı arasında bir bölgedir, Akdeniz’in Doğu kıyılarından Karadeniz’e ve Himalayalara kadar uzanır.” Bu bölge birçok medeniyetin kavşağı sayılır ve tarihin sinir hatlarının merkezidir.

    Sanjay Subrahmanyam’ın aksine, Peter Frankopan’a göre, Vasco de Gama’nın Christophe Colomb ile aynı zamanda Hindistan’a varışı, dünyayı değiştiren bir olaydır, çünkü ipek yollarının son durağı olan Avrupa artık dünyanın merkezi hâline gelmiştir. İşte tam olarak bu tarihte, Amerikalı ve Doğulu kaynakların sömürülmesiyle birlikte, Avrupa’nın dünya üzerindeki üstünlüğü başlamıştır.

    İngiliz antropolog Jack Goody’nin (1919-2015) Tarih Hırsızlığı kitabından bir alıntı yaparak sözlerimi bitirmek istiyorum. Bu kitap “Avrupa kendi geçmiş anlatısını dünyanın geri kalanına nasıl dayattı” alt başlığıyla Fransızcaya tercüme edildi. Küresel tarih anlayışının merkezi temasını tek başına özetleyen bu alt başlık için aslında başka bir konferans gerekir. Goody önsözde kitabını şöyle tanıtıyor:

    “Tarih hırsızlığı” tarihin Batı tarafından ele geçirilişi anlamına geliyor. Bu da geçmişin Avrupa, çoğu zaman da Batı Avrupa ölçeğinde olan bitenlere göre kavramsallaştırılıp sunulmasını, ardından da dünyanın geri kalanına dayatılmasını ifade ediyor. Bu kıta, “demokrasi”, merkantil “kapitalizm”, özgürlük, bireycilik gibi değer yüklü bir kurumlar silsilesini icat etmiş olmak konusunda çok iddialıdır. Bununla birlikte bu kurumlar geniş bir dizi insan topluluğunda da mevcuttur.[7]

    Jack Goody’yi Batı’nın üstünlüğünü tartışmaya sevk eden şey öncelikle bir antropolog olarak Doğu Afrika’da yıllarca kalmış olmasıdır, uzun hayatının (2015’te 95 yaşındayken öldü) son kısmında ise Batı’nın etnik-merkezciliğiyle ilgilendi, başta Doğu olmak üzere dünyanın altını üstüne getirdi ve İslam ve Avrupa arasındaki bağları araştırdı, zaten 2004’te yayınlanan kitabı da Avrupa’da İslam başlığını taşır.

    Jack Goody’nin kitabında özellikle dikkat çeken şey şu: Etnik-merkezci önyargılar sadece önceki yüzyılın kalıntıları değildir, ayrıca çağdaş tarihçiler de bu önyargılardan nasibini alır. Sonuç kısmında şöyle der: “Gördüğümüz üzere, bu kitap bir dünya tarihi değildir; aksine, Avrupalı bilgelerin tarihi şekillendirme yöntemlerinin analizidir. Sorun, Avrupa’nın elde ettiği görece üstünlüğü anlamak için öne sürülen açıklamalarda yatar.”

    Goody, Batı’yı Doğu’dan ve Afrika’dan ayıran görece geç ve geçici ayrışmayı vurgular. Ona göre esas mesele bunlar arasında keskin bir karşıtlık tesis etmek değil, aksine mukayeselerin mümkün olduğunu göstermektir. Bu zihniyete girdiğimizde medeniyet sürecinin bir bütün hâlinde Asya’da ve dünyanın diğer yerlerinde başladığını teyit edebiliriz.

    Son olarak İsveçli yazar Sven Lindqvist’in (1932-2019) eserlerini de ekleyebiliriz. Bu büyük kâşif ateşli bir şiddet-karşıtıdır, sömürge tarihini baştan sona kat etmiştir, Avrupalıların sömürge politikalarını ve sorumlu oldukları yok etme stratejilerini analiz eden birçok önemli makale yazmıştır. “Tüm Vahşileri Yok Edin” (1992) başlıklı makalesini özellikle anmak gerekir; bu makalede Avustralyalı Aborijinlerin yok edilmesinin tarihini anlatır, bu da “düşük” denen ırkların imha edilmesini onaylayan evrimci teorilerden (“sosyal Darvinizm”) hareket etmiştir. Makalesini şöyle bitirir: “Auschwitz, yok etme politikasının modern ve endüstriyel bir uygulamasıydı; Avrupalıların uzun zamandır dünyaya hükmetmesi de bu politikaya dayanıyordu.”

    *Emekli felsefe profesörü.

     

     

     

    [1] Aubenas Halk Üniversitesi’nde 27 Ocak 2020’de sunulan konferans metni.

    [2] G. W. F. Hegel, La raison dans l’histoire, Fr. çev.: K. Papaioannou, UGE, Paris, 1971, s. 269. Hegel 24 sayfa yazıp Afrika’nın evrenselliğe erişme kabiliyetinin olmadığını ve Afrikalıların içinde yaşadığı barbar ve vahşi durumu anlatıp durmuştur. Afrika’daki şartların “hiçbir gelişmeye ve eğitime müsait olmadığını, onları şimdi nasıl görüyorsak her zaman öyle olduklarını” vurgulamaktan da geri durmamıştır (s. 269).

    [3] E. Saïd, Orientalism, Pantheon Books, 1978, Fr. çev.: L’Orientalisme. L’Orient créé par l’Occident, Paris, Seuil, 1980, s. 16.

    [4] A.g.e., s. 19.

    [5] Kenneth Pomeranz, The Great Divergence: China, Europe, and the Making of the Modern World Economy, Princeton University Press, 2000.

    [6] Bu konu hakkında bkz. Howard Zinn, A People’s History of the United States: 1492–Present, Harper Perennial Modern Classics, 2005.

    [7] Jack Goody, Tarih Hırsızlığı, çev.: Gül Çağalı Güven, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019, s. 1.