VALERİE GONZALES İLE RÖPORTAJ

  • Sabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - CoverSabah Ülkesi - Cover
  • Söyleşi: Burcu Bayer

     

    Valerie Gonzales, İslam sanat tarihi, estetiği ve görsel kültürü alanlarında araştırmacı-yazar olarak çalışmaktadır. Doktora derecesini Aix-Marseille Üniversitesi’nden, İslam araştırmaları alanında almıştır. Başlıca araştırma alanları estetik, İslam’da sanatsal yaratımın görsel örneklemleri ve ilkeleridir. Bunun yanı sıra sanat eleştirisi, fenomenoloji, sanat teorisi ve felsefesi alanlarıyla da ilgilenmektedir.

    Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Sizinle röportaj yapmak benim için bir onur. Nitekim İslam sanatı ve estetiği alanındaki Avrupa merkezciliğin farkında ve buna karşı çıkarken yeni perspektifler sunan bir akademisyen veya düşünürle karşılaşmak oldukça zor. İslam estetiğiyle ilgilenmeye nasıl başladığınızı sorarak giriş yapmak isterim.

    İslam sanatına ilgim çok iyi bir nedene dayanıyor, çünkü bu benim hayat hikayemin bir parçası. Ben Güney İspanya’dan göçen bir aileden geliyorum. İslam kültürü tarihimizin bir parçası olduğu için bizim de kültürel mirasımızı oluşturuyor. Bildiğiniz gibi İsyanyolların Endülüs İslam’ıyla kompleks bir ilişkisi olsa da, ben İslam’ı mirasım olarak görüyorum. Müslüman bir ülke olan Cezayir’de doğmuş olmam da İslam’a dair bir başka referans daha oluşturuyor. Yani, bence bu benim biyografim, kendi tarihim.

    Batı-dışı akademilerde İslam sanatı ve felsefesinin Avrupa-merkezli bir perspektife sahip olduğu tartışılır. Siz de hâkim Avrupa-merkezli paradigmayı eleştiren nadir Batılı akademisyenlerden birisiniz. Sizi böyle düşündüren şey neydi?

    Ben Cezayir’de Fransız kolonyalizmi sırasında, fakirlik nedeniyle İspanya’dan göçmüş bir ailenin çocuğu olarak doğdum. Benim biyografim Afrika’daki Fransız kolonyalizminin az bilinen bir kısmını resmediyor. İspanya, Korsika, Sardunya, İtalya ve Portekiz gibi Avrupa’nın farklı yerlerinden insanlar geçimlerini sağlamak için Kuzey Afrika’ya, Fransız Cezayir’ine geliyorlardı. Bunlar ayrıcalıklı aileler olmayıp, benimki gibi fakir ailelerdi ki bu insanlar da Fransız kolonyalistler tarafından ayrımcılığa uğruyordu. Fransız ve Fransız-olmayan ayrımı vardı. Örneğin, bizim sokakta anadilimizi konuşmamız yasaktı, insanlar kendi ailelerinin dilinden, kendi geleneklerinden mahrum bırakılıyordu. Bunları, Fransız kolonyal tarihinin az bilinen ama baskıcı tarafını göstermek için anlatıyorum. Bir de bunun üzerine, ben Fransızlara karşı verilen Cezayir Savaşı sırasında doğdum, savaştan sonra bizler, diğer Avrupalılar gibi sürgüne gönderildik. Ailem bir botla Fransa’ya göçtü ki, Fransa da bizim için yabancı bir ülkeydi. Şunu da söylemeliyim, Marsilya’da büyürken kolonyalizmi burada da hissettim: Eğer Afrika’dan geliyorsanız, gerçek bir Fransız sayılmazdınız. Tüm bunlar benim kolonyalizmle ilgili endişelerimin arka planını oluşturdu. Akademide düşünme biçimimizi etkileyen kolonyal entelektüel tarih de ilgilendiğim bir alan oldu.

    Akademik anlamda kolonyalizm bizim İslam sanatını anlama biçimimizi nasıl etkiledi, bu disiplin nasıl oldu da kolonyalist ya da Oryantalist dünya görüşüyle şekillendi?

    Bu, akademinin kendi tarihinin de büyük bir problemi. Afrika sanatı tarihi, Çin sanatı tarihi gibi Batı-dışı kültürlerin tarihi Batı tarafından oluşturuldu. Çalışmalardaki tüm parametreler Batı tarafından belirlendi çünkü akademi haddizatında Batılı bir fikirdi. Bu fikir Batı-dışı kültürlere doğru genişletildiğinde akademik çalışma için yeni bir ufuk açtı. Fakat akademide kullanılan aletler, yöntemler değişmedi yahut bu Batı-dışı kültürlere adapte edilmedi. Bu nedenle biz de Batı kaynaklı ve Batı sanat tarihine dayanan aletleri kullanıyoruz.

    İslam sanatının Avrupa-merkezci okumalarına karşın siz yeni aletlere, yeni yöntemlere ihtiyacımız olduğunu savunuyorsunuz. Bu yaklaşımınızı biraz daha açabilir misiniz?

    Buradaki problem, aletlerin uygun olup olmadığı sorunudur. Kullanılabilir başka aletler olmadığı için bizim Batı-dışı bağlamlara daha uygun ve adapte edilebilir yeni aletler, yeni kavram ve kavramsallaştırmalar üretmemiz gerekiyor. Benim yapmaya çalıştığım şey de bu. Yeni kavramlar üretiyor, yeni kavramsallaştırmalar icat ediyor ya da kendi eleştirel düşünme aparatlarımı yeniden kurgulayarak kendi çalışma sahama uygun olmasını sağlamaya çalışıyorum. Akademik çalışmanın ve kullanılan yöntemlerin Batılı olması illa da problem teşkil etmek zorunda değil. Fakat diğer yandan, bu yeni yöntem ve kavramları nereden bulacaksınız? Zorlayıcı olan da bu, çünkü yine, bu yeni kavramlar da Batı entelektüel tarihinin içinden bulunuyor.

    İslam kültürü içinse, benim birincil estetik, birincil İslam estetiği diye adlandırdığım birincil kaynaklar, orijinal metinler, zengin İslam entelektüel kültürü içinde mevcut. Ancak bu İslam sanatını eleştirel olarak çalışmamız için yeterli değil. O nedenle en iyi yol, birincil İslam estetiğini yeniden üretilmiş yeni kavram ve yöntemlerle bir araya getirmek. Benim kritik etmede kullandığım aletler Batı kaynaklı ancak Oryantalistlerin kullandıklarından daha modern.

    Yüzleşmek zorunda olduğumuz problem tam da bu. İslam sanatına dair bilgimizi artırmak istiyorsak metodoloji ve epistemoloji üzerinde çalışmalıyız. Temel olarak yaptığımız şey de uygun eleştirel düşünme aletlerinin yeniden üretilmesi. Ayrıca materyalin kendisini de, bu mirasın esas sahipleri olan Müslümanların kendi geleneklerini anlama biçimlerine dayanarak anlamalıyız. Akademik araştırmadaki büyük boşluklardan biri de bu. Ana akım akademi, prestijli enstitüler Batı’da bulunuyor, ya da Orta Doğu’daki enstitüler Batılı kurumlar ya da Batı’da eğitim görmüş Müslüman akademisyenler tarafından idare ediliyor. Yani bu Batılı entelektüel hegemonya hâlen çok çok işler durumda. Bu Batılı kurumlar Müslüman nüfusu, Müslüman seyirciyi ve kendi kültürünün tüketicisi olan Müslümanları görmezden gelmeye çok meyyal. İslam sanatı ve estetiğinin epistemolojisinin en büyük boşluklarından biri de bu.

    Ben de bunu yapmaya çalışıyorum. Müslümanların kendi kültürleriyle nasıl bir ilişkiye girdiğini görmeye, dinlemeye çalışıyorum. Üretilen literatür yoluyla ya da akademisyen olsun olmasın sokaklarda, camilerde, restoranlarda, hemen her yerde tanıştığım Müslümanlar aracılığıyla yapıyorum bunu. Bu insanlar bu kültürün hem üreticisi hem de tüketicisi konumunda. Batılı yöntemlerle çalışırken bir yandan da bu kültürün, onu önemseyenler tarafından nasıl algılandığını anlamaya çalışıyorum. Burada da büyük bir müşkül ve dikotomi var çünkü Müslüman akademisi ve onların ürettiği literatür Batılılar tarafından görmezden geliniyor. Ayrıca bir de Batılı kafaya sahip Müslüman akademisyenler var. Bunun bir parçası olmayan Müslümanları ve akademisyenleri dinlemek de çok önemli. Diğer yandan, Batı-dışı akademilerdeki Müslüman akademisyenlerde metodoloji problemi olabiliyor.

    Benim bakış açıma göre, epistemolojik anlamda İslam sanatı ve kültürünün hakikati Batı’da değil, Müslümanlarda. Batılılar bu hakikati unutmuş gibi görünüyor. Siz hakikate sahipsiniz, bunu ifade edecek yöntem ve kavramlara sahip olmak ayrı bir hikâye.

    Hâlihazırda, Batı’da yöntem var ancak sahip olduğunuz hakikat hakkında en ufak bir ipuçları yok. Oryantalistlerle başlayalım, onlar ya kendileri kolonyalistti ya da kolonyal bakış açısıyla eğitilmişlerdi. Elbette bu kolonyal hegemonyaya dair bir bilinç, kolonyal travma ve post-kolonyal eleştiri sayesinde zamanla evrildi. Yine de hâlen devam eden bir süreç. Bu bilinç akademideki Avrupa-merkezciliği ve kolonyalizmi ayıklamaya çalışıyor.

    Post-kolonyal eleştiride boşluklar ve aşırılıklar var. Genel anlamda kültürel pratiklerin dekolonizasyonunun farklı aşamaları var. Biz şu an post-kolonyalizme ve hatta oryantalizme yeniden bakarak nelerin doğru nelerin yanlış olduğunu görmeye çalıştığımız bir aşamadayız çünkü yapılanların hepsi yanlış değildi. Oryantalistler tarafından birçok çalışma yapıldı, bunlar merakla ve materyale duyulan sevgiyle yapıldı. Hatta Massignon ve Anne-Marie Schimmel gibi harikulade insanlar İslam’a tevdi ederek çalıştıkları materyale İslami bir ruhla baktılar.

    Kolonyal bakışın ayıklanması felsefe alanında gayet güzel kotarılmışken İslam sanat tarihi alanında yapılması gereken çok iş var. İslam sanat tarihçileri felsefecilerin, dilbilimcilerin, Kuran ve din araştırmacılarının çok çok gerisindeler. Örneğin onlar hâlen kolonyal bir prensip olan seküler ve dinî dikotomisi içinden bakıyorlar.

    Bu ikili bakış kesinlikle işe yaramasa da müzelerdeki koleksiyonlarda görülmeye devam ediyor. Yakınlarda V&A’nın bir kitabında “Seküler Memlük Sanatı” başlığını gördüm. Ne büyük saçmalık. Saçma olsa da İslam sanat tarihçileri ve küratörlerin nasıl düşündüğünün tipik bir göstergesi. Bu büyük bir problem: Müslümanları dinlemiyor ve buna nasıl tepki verdiklerini görmüyorlar. Ben şahsen hiçbir Müslüman seyircinin seküler ve dinî ayrımı hakkında konuştuğunu duymadım. Böyle bir şey yok, eğer yoksa neden olmadığını sormanız gerekir. Müslüman olduğunu ifade eden akademisyenlerin ürettiği literatüre baktığınızda, yirminci yüzyıl olsun, bugün olsun, hepsi İslam sanatının inancı ve Müslüman ethosunu yansıttığını, sanatlarında İslam’ı gördüklerini söylerler. Bu temel gerçek, küratör ve sanat tarihçilerinin ikili bakışını dışlar. Ve bu kadar temel ve bariz bir nokta, Batı’daki akademik çalışmaya dâhil edilmiyor.

    Sizce Batı’daki müzeler neden bu halde?

    Bence Batılıların çoğu İslam’ı anlamıyor ve dinden korkuyor, dinden hoşlanmıyorlar. Müzeler ve Batılıların neden hâlen bu seküler ve dinî ayrımını devam ettirdiğine dair iki makale kaleme aldım. Onlar, bu dünyada nasıl hem modern bir birey hem de ruhsallık sahibi olunabileceğini anlayamıyorlar. Bilinçdışında dinin moderniteye, inancın akla karşı olduğuna dair bir fikir barındırıyorlar.

    Fakat bu patolojik ve anlamsız bakışla, ne kadar iyi bir metodolojiniz ve ne kadar kaynağınız olursa olsun, İslam’ı ve çalıştığınız materyali anlayamazsınız. İslam sanatını anlamak istiyorsanız, dini, inancı ve inançlarına göre yaşayan insanları anlamanız gerekir. Birinin inançlı olması modern olmadığı anlamına gelmez. Ruhsallık sahibi olmanın, dindar olmanın anti-modern olduğunu söyleyen hiçbir şey yok. Fakat Batı’nın buna çok dair bakışı çok dar. Örneğin çağdaş sanatta birçok sanatçı dine geri dönüyor, dini görüşlerini eserlerinde hatta müzelerde sergilenen eserlerinde ifade ediyorlar. Ben tam da bu durumla savaşıyorum. Ve bununla savaştığım için de sansüre uğruyorum, reddediliyorum, yayınlanmıyorum.

    Bu bağlamda Türkiye’deki akademik ortamı nasıl buluyorsunuz?

    Türkiye’de çok iyi üniversiteler, dergiler ve profesörler var. Batı’da üretilen İslam sanatı literatürü eleştirel anlamda çok zayıf olsa da, tarih, arkeoloji gibi noktalarda zengin. Ama sanatı anlamak, sanat eserinin ne anlama geldiğini açıklama noktasında çok zayıflar. Az önce bahsettiğimiz Memlüklerin seküler sanatı gibi şeyler ortaya çıkarabiliyorlar.

    Bu nedenle gelişmiş İslam sanatı hermeneutiği din ve materyalite arasındaki ilişkiyi anlamak için dini mekâna bakmak zorunda. Bunun için de sanat hermeneutiği yapmak için uygun bir metodolojiye ihtiyacınız var. Ben ne zaman sembol, temsil, soyutlama gibi bir kavram kullansam, buna teorik olarak bakıyorum. Örneğin “her şey semboliktir” deniyor. Hayır, her şey sembolik değildir. Semboliktir demek için sanatın o estetik sistemin içine sembolü dâhil ettiğini göstermek zorundasınız. O nedenle İslam sanatına bakarken kendinize “Çok fazla sembolizm görüyor muyum?”, “Bu sembolizm sistemik olarak iş görüyor mu?” diye sormalısınız. Hayır, İslam metafiziği sembolizm ve temsille ilgilenmez. Bu İslam’ın sembolizm ve temsili dışladığını göstermez, sembol ve temsilin bu bağlamda farklı bir işlevi olduğunu ve ifadenin temel modu olmadığını gösterir. Neden derseniz, buna ihtiyaç yoktur da ondan.

    Bu bağlamda siz logosentrizmi temel bir kavram olarak görüp İslam’ın din ve sanat bağlamında içsel olarak anikonik olduğunu söylüyorsunuz.

    İslam’da İlahi logos, konuşma ve yazının üstün değeri, Tanrıyla iletişime geçmek ve onun varlığının kutsal hakikatini ifade etmek için imgelere başvurma zorunluluğunu ortadan kaldırır. Kutsalın sembol ve temsil vasıtasıyla imgelerle ifade edilmesi İslam sanatı bağlamında gerekli değildir. Hâliyle imgeler ve semboller görsel dünyada farklı şekilde kullanılmıştır, farklı ihtiyaç ve amaçlara hizmet ederler. İslam bağlamında kullanmamız gereken temel kavram “non-representational” (temsili olmayan, soyut) olmalıdır. Diğer kültürlerde temsilin yoğunluğuna karşın İslam’da bezemenin artistik yoğunluğunu göz önünde bulundurursak, İslam’da görsel formların en iyi ifadesi temsili olmayandır, bunun yerine “ornamental” (bezemeci) denilebilir.

    Son makalelerinizden birinde “İslami bezemenin mistiği” kavramını kullanıyordunuz. Bu kavramı biraz daha açabilir misiniz?

    İslam’da süslemenin mistiği olarak adlandırdığım şey, duyulara yönelme süreci ve bu sayede duyguların uyarılması ve öznellik ve duygulanımın harekete geçirilmesidir. İslami süslemeler kişi ve ilahi olan arasında hususi bir yakın ilişki tesis eder.  Dindar olmakla mistik olma arasındaki farka gelecek olursak, dindarlıkta kişi toplumdaki herkesin takip ettiği belli doktrinsel kurallara bağlıdır; mistikte ise kişi kendisi ve Tanrı arasındaki öznel duygulanımsal ara yüz vasıtasıyla ilahi olanla kendine has bir yol geliştirir. Tasavvufun doğuşuyla, manevi hayatın bu yönü sistemli bir öznelliğe yol açmıştır. Fütüvvet teşkilatı yeni kurallar inşa eder, bu öznelliğe dair yeni yollar bulur ki bunların genel İslami kurallara uyması şart değildir. Tasavvuf sadakat anlaşmasıyla kurallar ve gruplar inşa eder. Bu nedenle ben tasavvufa “sistemli İslami öznellik” adını veriyorum. Sanat bağlamında, bezeme de estetik tecrübe vasıtasıyla benzer bir sistemli öznellik niteliğine sahiptir, fakat bu bezeme tasavvufun görsel ifadesidir anlamına gelmez. Bu mutasavvıf akademisyenlerin yaptığı bir yorum hatasıdır.  Bezeme bir hikâye anlatmaz, izleyicisini İlahi bilincin en uygun hâli için hiperaktif bir hâle sokar. Diğer bir deyişle, bu duygulanımsal hâl İslam bağlamında dindarâne hissetmeye yazgılıdır. Bezeme dünyasına dalmak, İslam maneviyatına dalmaktır, ben bu şekilde görüyorum. Fakat burada ne kural, ne anlaşılacak bir temsil, ne de takip edilecek bir hikâye vardır. Herkes farklı şekilde irtibatlanır, herkes kendi öznelliğine sahiptir. Bir camiye girdiğinizde, bezemeler size bir hikâye anlatmaz, sadece hat sanatı yapar bunu. Söylem kitaplarda yazar ancak sizin süslemede gördüğünüz duygusal, duygulanımsal, çağrışımcıdır, hiçbir şekilde sembolik ya da yönlendirici değildir.

    Siz içsel olarak Batılı ama karşıt bir fikir olan Deleuzeci rizomatik düşünce perspektifini teklif ediyorsunuz. Rizomların İslam sanat felsefesi için uygun bir alet olduğunu size düşündüren nedir?

    Eğer Deleuze ve Guattari’yi korkmadan ve yılmadan dikkatlice okursanız fark edersiniz ki, onlar ikili düşünmenin tüm formlarını yapı söküme uğratan bir düşünme biçimi öneriyorlar. İslam sanatına baktığınızda da, örneğin ortaçağlardaki bir cami veya sarayın duvarlarındaki süslemelerle 19. yüzyıldan kalma Türkiye’deki bir sarayın süslemeleri üslup farkları dışında süsleme ve hat olarak aynı düzenleme biçimine sahiptir. Bu hiçbir şey değişmemiştir anlamına gelmez; bunun süreçsel bir sanat biçimi olduğu, sanatsal ifadenin sürekli değişirken ve yaratıcılığını sürdürürken zaman ve mekânı aştığı anlamına gelir. Bu tarz bir süreç kavramsal ve metaforik olarak örneğin Bin Yayla’da açıklanmıştır. Deleuze ve Guattari yayılmalar, süreçler, farklı yönlere gidebilecek güçlerin hareketinin aşkın olabileceğini; aynı zamanda aşkınsal ve içkin olabileceğini söyler. Demem o ki, bu metni dikkatlice okuduğumuzda gözünüzün önüne gelen şey İslam sanatıdır ve bu düşünme modeli İslam’daki sanat malzemesini anlamak için gerçekten elverişlidir. Ortaçağlar ve 18. yüzyılda İspanya, Pakistan, Türkiye, Güney Asya, Malezya, Endonezya’da ortaya çıkan sanat süreçleri ve prensiplerini incelediğinizde kendinize şunu sormalısınız: Bu fenomeni eleştirel olarak nasıl tarif edebilirim? Konvansiyonel sanat tarihinde mekâna ve jeopolitik farklara rağmen benzer sanat üretimleri olduğunu söylemek siyaseten doğru değildir. Sanat tarihçileri için bu tarz bir okuma sanat ve kültürün gerçekliğini özcülüğe, basitleştirmeye ve düzleştirmeye götürür fakat bu özcülük ithamları eleştirel gelişmeyi bloke eder.

    Güzellik ve İslam adlı kitabınızda fenomenolojik estetik yapıyorsunuz. Fenomenolojik yaklaşım İslam sanatındaki Batılı hegemonyayı kırmada nasıl faydalar sağlar?

    Modern fenomenoloji mükemmel bir eleştirel araçtır. Batı tarafında üretilmiş olsa da, her şeyi anlamak için müthiş bir alettir. Bir çeşit eleştirel bilim olmakla birlikte esnektir de; istediğiniz malzemeye uygulayabilirsiniz. Fenomenoloji tecrübe ve bilinci inceler, bilincin nasıl çalıştığını, tecrübenin nasıl işlediğini odağına alır. Bu nedenle de kültürel olarak belirlenmiş değildir, istediğiniz kültürel bağlamda, istediğiniz tarzdaki nesnelere dair bilincin nasıl aktive edildiğini araştırmak için bir yöntem sağlar.

    Üzerinde çalıştığınız projeler neler?

    İslami Bezemenin Metafiziği: İslam’da Kutsal ve Duyulur başlıklı bir kitap projesi üzerinde çalışıyorum. Bezeme İslam sanatının merkezi problemlerinden biri. Yıllardır bu proje üzerinde çalışıyor, düşünüyor ve malzeme biriktiriyorum. 2026 yılında teslim etmek üzere I.B. Tauris Yayınlarıyla anlaşmam var, fakat yetiştirebilir miyim, bilmiyorum. Ayrıca Tasavvuf Estetiği üzerine çok önemli bir derleme kitaba katkı sağlamamı istediler. Bu proje için İslam sanatını yorumlamada tasavvuf ve İslam arasındaki karışıklık hakkında yazacağım. İslam sanatı hakkında anlamlı bir şeyler söyleyenlerin yalnız mutasavvıflarmış gibi görünüyor. Fakat ne yazık ki, tasavvuf bir filtredir, bir sufi İslam’ın tamamı değil, bir kısmıdır. Bu nedenle, sanata tasavvufi bakış özgün bir izdüşümsel ve öznel bakıştır. Onların özgül düşünme biçimi İslam’ı bir bütün olarak temsil etmez. Bu nedenle, yazacağım bölümde Gelenekselcileri ele alacağım. Niyetim onların entelektüel mirasının eleştirel bir okumasını yaparak onların İslam sanatı okumasında nelerin geçerli olup nelerin işlemediğini göstermek. Tasavvuf problemi diyebileceğimiz sorun bugün dahi cari. Alanın sekülerleşmesine karşı savaşan çok iyi Müslüman akademisyenler, çalışmalarında İslam sanatının manevi anlamını açıklamaya çalışırken sembolik yorumlama metodunu kullanmanın işe yaradığını düşünüyorlar, fakat maalesef işe yaramıyor çünkü İslam sanatı bir bütün olarak tasavvufi sanat değildir. Öte yandan, Batılı ana akım Gelenekselcilerin mirasını hiçbir kritiğe tabi tutmadan tamamen görmezden geliyor, yazacağım kitap bölümünde bunlara da değineceğim.

    İslam estetiğinde bir doktora adayı olarak en zorlandığım konu, diğer disiplinlerin aksine, bu alanda ittifakla kabul edilen yaklaşımlar, artık oturmuş bir metodoloji ya da elverişli bir kavram havuzunun olmayışı. Tecrübenize dayanarak, genç araştırmacılara nereden başlamalarını önerirsiniz?

    Genç bir doktora adayı olarak eleştirel yaklaşımda ustalaşmayı hedeflemelisiniz. Sizin gibi genç Müslüman araştırmacılar kendi kültürlerini başka herkesten çok daha iyi anlıyor. Fakat Batılılar değişmek istemiyor, kendilerine meydan okunmasını istemiyor, kendi pratiklerini değiştirmek adına entelektüel bir ekipmanları yok. Örneğin rizomatik düşünceyi kim okuyor? Elbette zor değil ama birinin zihnini değiştirmesi emek istiyor. Amaç Deleuze ve Guattari’nin tüm eserlerini anlamak değil, işe yarayan doğru kavramları bulmak. Batı düşüncesi Avrupa-merkezcilik nedeniyle tamamen gözden çıkarılamaz. Siz neyin uygun olup olmadığını seçmek zorundasınız. Müslümanlar arasında bunu anlayanlardan biri de ünlü Gayatri Chakravorty Spivak’tır.  Bengladeşli Müslüman bir entelektüel olan Spivak, Derrida’yla birlikte çalışmış ve onun eserlerini çevirmekle birlikte kendi eserlerini de kaleme almıştır. Post-kolonyalizmi eleştiren Spivak muazzam bir modeldir.  Böyle aydınlanmış, korkusuz ve Batı entelektüel hegemonyasına tabi olmayan isimler hem çok üretken olmuş hem de başkaları için tohumlar ekmiştir.

    Sorularıma tahammül ettiğiniz için teşekkür ederim.