KLASİK TÜRK EDEBİYATI İSMET ÖZEL’İN NESİ OLUR?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Abdullah Uğur*

    Bir metin yahut bir metinler topluluğu üretildiği koşullardan bağımsız olarak var olabiliyorsa, bir başka deyişle zamanın, eleştirinin, değişimin ve her türlü darbenin altında kaldıktan sonra tekrar baş verebiliyorsa bu, o metnin artık klasikler arasında yer aldığının göstergesidir. Metnin yazarı yahut kendisi unutulabilir. O kadar da mühim değildir hatta belki bir ölçüde olması da gerekir. Klasik metinler iyi okurlar tarafından tekrar hatırlanacağı ana kadar sessizce bekleyebilir. Bazen de zaman içerisinde metin değişecek, belki tamamen silinecek fakat okuruna aktarmak istediği düşünce her ne ise onu diğer metinlerin içerisinde sessizce var olarak tekrar ve tekrar söyleme yetisine sahip olacaktır. Daha kısa ifade etmek gerekirse klasik metin bir metin değildir fakat denizin tuzu misali diğer metinleri taze tutmaya devam etmektedir.

    Osmanlıdan tevarüs edilen sanatlar arasında, ki bunlara klasik/geleneksel sanatlar diyoruz, en az rağbet göreni de klasik şiir olsa gerek. Şüphesiz bunun en büyük sebebi de yine şiirin bizzat kendisidir. Çünkü şiir sosyal hayatla, hat, minyatür vb. sanatlardan daha fazla iç içedir. Şiir bir güzellik ya da süs unsuru olarak varlığını devam ettiremez, mutlaka okurunda bir aks-i seda bulmak ister. Bu sebeple klasik şiirimiz kendine has okuyucu kitlesini kaybettiği, sesine bir yankı bulacak bir toplum olmadığı için sessizce aramızdan çekilivermiş gibi görünür. İsmet Özel de divan edebiyatı için “Dîvân edebiyatı içine doğduğu hayat dolayısıyla bir şeydi. Dîvân şiiri onu kabul eden zihin yapısı içerisinde bir iletmeyi mümkün kılıyordu. Ne zaman ki dîvân şiirini yaşatan yaşama biçimi ortadan kalktı, o zaman dîvân edebiyatının tıkanıklığından söz etmek mümkün olabildi. Bir iletişim ortamında musikiyi egemen kılan ayırtı (nuance) yalıtılmış kalan metnin sunduğu nağmede ayrıntı (accessoire) durumuna düştü.”[1] yargısında bulunuyor. Biraz Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nden mülhemmiş gibi görünen bu satırlarda haklılık payı mutlaka vardır. Fakat klasik şiirin “sessizliği” onun evrensel bir şiir olduğu gerçeğini değiştirmez, aksine bu “sessizlik” Türk şiirini büyük bir açmazın içine düşürür. Bu açmazı belki yine en iyi şekilde Özel kendisi ifade ediyor: “Eskiler iz sürerdi. Biz muttasıl arıyoruz yeni insanlar.” Klasiğin siyasi, sosyal sebeplerle reddi onun anlaşılması güç, halktan uzak, taklit bir şiir gibi kimi haksız ifadelerle zemmedilmesi şairi/entelektüeli “yeni” şeyler aramaya itti. Oysa Tanzimat şairi “eski bir kütük üzerine nev-nihal” olduğunu itiraf etmekten çekinmez, yeni formları ve konuları şiire taşırken yaslandığı geleneği tümüyle yadsımazdı. Şiirin/düşüncenin klasiğin yeniden yorumlanarak tekrar onunla bağını kurması için İkinci Yeni’yi beklemek gerekti. Turgut Uyar, Cemal Süreya, Sezai Karakoç kimi zaman şiir bilgisi kimi zaman şekil bilgisinden faydalanarak klasik şiiri belirli ölçülerde şiirlerine taşımaya çalıştılar. Bunların arasında Sezai Karakoç İslâmın Şiir Anıtlarından adlı kitabıyla gelenekte büyük bir yer tutan kaside-naat geleneğine yeniden işaret etti.

    Son dönem Türk şiiri içerisinde İsmet Özel’in kendine muhkem bir burç kurduğunu itiraf etmek gerekir. Kaynakları konusunda oldukça “ketum” olduğunu söyleyebileceğimiz Özel’in klasik edebiyatımızla bir diğer adıyla divan edebiyatıyla kurduğu bağı görmek onun kaynaklarını ve şiirini biraz daha anlamak için de bir fikir verecektir. İsmet Özel’in divan şiirine ve klasik metinlere karşı tavrını tümüyle ortaya koymak şüphesiz bu yazının boyutlarını aşar. Fakat en azından bir şiiri üzerinden Özel’in kimi zaman eleştirdiği kimi zaman da arkasını dayadığı şiir geleneği ile bağını ortaya koymak mümkündür. İsmet Özel’in mesnevî geleneğinin bir devamı olarak okunabilecek –fakat klasik anlamda bir mesnevî olmayan– Bir Yusuf Masalı ile yine klasik edebiyatın kendine has bir türü olup manzum ve mensur birçok örneği bulunan kırk hadis türü içerisinde değerlendirilebilecek eserlerini tekraren zikretmeye gerek duymuyorum. Bunların yanı sıra Özel’in Of Not Being A Jew adlı şiir kitabına sonradan eklediği “Sevmeler Kasidesi” adlı şiirini de sadece zikretmekle yetiniyorum. Çünkü bu eserlerde şairin kültürle/klasikle olan bağı sarahaten kendini göstermekte özellikle “Sevmeler Kasidesi”nde form ve musiki[2] olarak da klasiğe sıkı sıkıya bağlı kalmaktadır.

    İsmet Özel’i klasiği yeniye daha kendine has bir şekilde taşıdığı başka bir şiiri üzerinden okumaya çalışacağım. Bu şiir, ilk defa Dergâh’ın 31 Aralık 1998 tarihinde yayınlanan 107. sayısında kapak şiiri olarak verilen “Kısa Pantolon Paslı Çakı Dizde Kabuk Bağlamış Yara Kısa Çakı Paslı Pantolon Gözde Yarası Kalmış Kabuk” isimli şiiridir.[3]

    Nazlan
    Sitem et
    Kırıl bana
    Beni geç vakit
    Tek başıma suya yolla
    Bağçede yüzünü öteye çevir
    Güle hayret ediyormuş gibi yap
    Gülümseyerek konuş da başkalarıyla
    Somurt, avluda sadece ikimiz kalınca
    Kızıp en evecen adımlarınla üst kata çık
    En sevdiğim çiçeğin saksısı kaysın elinden
    Derinleşsin ben içerledikçe ruhumdaki sakarlık

    Yamru bastım iş değildi hâke çakılmak bayırdan
    Dağ sıradağdı hangi haşin belden yol veresi
    Gece hep süzüldü yukarıdan lâkayt kehkeşan
    Altımda beni hep yutmaya çağladı nehir
    Yetişir hecelemen sök beni bir kere
    En zoruma gideni yap hengâme getir
    Çel beni tökezlet tuttur çitlere
    Ahla istida edecek ahvâl değil
    Kim bana kıymazsan bilebilir
    Dünya dedikleri samut küp
    Acılar tınladıkça bende
    Hep seni seslendirir.

    Klasik edebiyatları klasik yapan en güçlü yanlarından birisi de “hiç kimse”den daha doğrusu bir muhal şahıstan bahsederken aynı anda herkesten bahsedebilmesidir. Başka bir ifadeyle klasik edebiyatlar kahramanlık, aşk, acı gibi genelin duygularını mükemmel (arketip) olarak yansıtmayı başarabildikleri ve bu duygular zaman ve mekânla sınırlı olmadıkları, metin onları muhayyel bir zaman ve mekânda (yoksa “yekpâre geniş bir ân” mı demeliyim?) azade bıraktığı için başarılıdır. Özel’in şiirinde de zaman ve mekândan bağımsız iki kahraman görüyoruz. Kahraman kelimesi önemli. Buna tip de diyebiliriz. Birisi şiiri seslendiren âşık, diğeri ise şiirin kendisine seslendiği mâşuk. Şiirin bütününü de bu iki kahramanın arasında geçen ilişki kaplıyor. Divan edebiyatıyla biraz hemhâl olanların bileceği üzere bu edebiyat diğer bütün klasik edebiyatlar gibi mükemmeliyetçidir. Orada aşk mükemmel bir aşktır ve ilhamını ilahi metinlerden alır. Karakterler de yine aynı şekildedir: Âşık sadece ve mükemmel anlamda âşıkken mâşuk (sevgili) sadece ve mükemmel olarak sevgilidir. Bu iki tipin birbiriyle nasıl bir ilişkiye gireceği de divan edebiyatının o sıkı yapısı[4] içerisinde kurallara bağlanmıştır. Mâşuk için nazlanmak nefes alıp vermek gibidir. Âşık içinse bu nazı çekmek aynı şekildedir: “Yüz verip ehl-i niyaza terk-i naz etmek neden”

    Özel’in şiirine “nazlan, sitem et, kırıl bana” şeklinde emir/istek cümleleri ile başlaması dikkat çekicidir. Çünkü klasik edebiyatta âşık için sevgilinin cevr ü cefa etmesi ve bu yolla ona ilgi göstermesi bu ikilinin tek ilişki biçimidir dense yeridir. Âşık bu cevr ü cefaya taliptir, onu ister ondan şikâyet etmez, kimi zaman bu elem hadden aşarsa şikâyet eder gibi olup hemen rücû’ eder. Çünkü sevgilinin lütfu yoksa da kahrı hoştur yahut lütfu kahrındadır.

    Cevri çok eyleme kim olmaya nâgeh tükene

    Az edip cevr ü cefâlar kılasın cânımıza

    Şiirin bundan sonraki kısmında âşıkın bugün için yadırgatıcı gelecek bir talebiyle karşılaşıyoruz: “Gülümseyerek konuş da başkalarıyla.” Bu dize bize divan edebiyatının bir başka tipini haber vermek için burada zikredildi. “Rakîb” yahut tam da başkaları kelimesinin karşılığı olan “ağyâr.” Divan edebiyatında sevgilinin etrafında dolanan onun ilgisini çekmeye çalışan böyle yaparak da âşığın acısını arttıran bu tip yahut tip grubuna mâşukun da bilerek ve isteyerek ilgi göstermesi âşığı yaralamaktadır.

    Gelmez meclise o şuh ağyâr gelmese

    İster ki arz-ı hâle dahi fırsat olmasın

    Mâşuk bununla da kalmaz ağyâra gösterdiği güler yüzü âşıktan sakınır. Nedim’in “Bir nîhânice tebessüm de sığmaz cânâ / Söyle billah dehenin tâ o kadar teng midir” dediği Özel’in şiirinde “Somurt avluda ikimiz kalınca” mısraına dönüşüverir. Bununla birlikte âşık mâşukun “somurtmasını” da kendisine verilmiş bir ayrıcalık olarak görür: “İmtiyaza kailim ben terk-i ağyâr istemem.”

    Şiir ikinci kısımda âşığın acz/aşk itirafıdır. Özel’in “Dağ sıra dağdı hangi haşin belden yol veresi / Gece hep süzüldü yukarıdan lakayt kehkeşan” diyerek yerden ve gökten şikâyet ettiği mısraları Zâtî’nin “Râh-ı kûy-ı yâri zeyn itdüm şirâr-ı âh ile / Ol tarîkün aksidür Zâtî felekde kehkeşân” beyti ile kardeştir. Klasik düşünce budur: Gökte olan yerde de vardır. Ve bu ikisi karşısında da âşık çaresizdir. Ne talihinde/bahtında felek ona bir güzellik hazırlamıştır ne de yeryüzü ona geçit vermektedir.

    Artık âşık kendisi için çıkar bir yolun kalmadığının farkındadır. Yapılacak iş mâşuka tam bir teslimiyet ve onun eza ve cefalarına gönüllülüktür. Mecnunun Leyla’ya “hükmüni yürüt hem as hem kes” şeklindeki buyurgan yakarışı İsmet Özel’in şiirinin şu dizesinde yankı bulur: “Çel, tökezlet, çitlere tuttur.” Bunun ardından şair en büyük itirafını yapar: “Ahla istida edecek ahvâl değil”.[5] Çünkü âh etmek aşkın en büyük göstergesidir. Burada “âh etmek” tabirini biraz daha açalım. Özel’in şiirinde belki de en çok üzerinde durduğu ve düşünüp kurduğu mısra bu olsa gerektir. Divan edebiyatında âşığın en belirgin özelliği aşkından dolayı sürekli âh etmesidir. Âşığın içerisinde aşkından dolayı yanan bir ateş vardır. Bu ateş kimi zaman yükselir ve aşığın gözlerinden gözyaşı olarak zuhur eder,[6] kimi zaman da âşık tam tersine ağlayarak içindeki bu ateşi bir nebze olsun söndürmeye çalışır. Eski şâirler kimi zaman bu âh kelimesinin harfleriyle oyunlar da yapmışlardır. “Elif” ve “he” harfiyle yazılan âh kelimesinin elifini vücutlarında açtıkları dik yaralara, he harfini ise göğüsleri üzerindeki dağlanmış yaralara benzetmişlerdir. Tabii ki bu yaralar da yine âşıklığın alâmetidir, bir anlamda sevgiliye “Beni gör! Hâlimi gör!” diyerek kendi lisanınca bir istida sunmaktan arz-ı hâl etmekten başka bir şey değildir.

    Eflâke erdi âhım erişmez sarayına

    Hayrette kalmışım ki bu ne bâr-gâh imiş

    Peki, bunun karşılığında sevgili aşığa ne cevap verecektir? Sevgili başını çevirip âşığına bir kez bile bakmıyor, âşığı ise âh etmekten neredeyse kendinden geçecek, öyle bir hâle gelmiş ki artık âh etmek içindeki ateşi söndürmeye yetmiyor. İşte bu bizi şiirin sonuna getirir: “Kim bana kıymazsan bilebilir”. Sevgili bu zamana kadar âşığa herhangi bir şekilde iltifat etmiyordu şimdi âşığa ufak bir nazarla (nîm nigâh) dahi iltifat edecek olsa bu âşığı öldürecektir ki âşık da aslında bundan memnundur: “Çıkarmak etseler tenden çekip peykânın ol servin/ Çıkan olsun dil-i mecrûh peykân olmasın yâ Rab” yahut “Derman arardım derdime / derdim bana derman imiş” ve dahi “Bir içim su umaruz hançer-i bürrânundan/ Nola bir kerre içürsen ne çıkar yanundan”. Böylece “acılar tınladıkça âşık hep maşuku seslendirecektir.” Ve şiir de başladığı yere dönmüş olur: Nazlan ki seni seslendireyim. Yahut şöyle demek daha mı doğru: Bu dilsiz ve boş dünyada bana naz yap, acı ver ki bir anlamım olsun. Yahut şairin dediği gibi mi demeli: “Beni bir ses sahibi kıl, kefarete hazırım.”

    Artık biz de yazının başına tekrar dönebiliriz. Kaynakları hakkında “ketum” olduğunu söylediğimiz Özel acaba bu şiiri yazarken divan edebiyatına bu kadar yaklaştığının farkında mı? Yoksa kendisinden kaçılamayacak klasik Özel’in şiirine sessizce yaklaşıp buradan yeni bir sürgün vermiş demekte bir beis var mı? Bu sorulara cevap verip vermemek de çok bir şey ifade etmez. Çünkü Özel istese de istemese de soyaçekim yasası şairler için de geçerlidir. “Bu devr içinde benem pâdişâh-ı mülk-i suhan / Bana sunuldu kaside bana verildi gazel” diyen Bâkî ile  “Sultan-ı sühan menem dîger nist” diyen Şeyh Gâlib’in; “O ki, ben de şiir yazıyorum diyor ömrü billah şair olamayacaktır. Şair olacak kişinin cümlesinde de yoktur. Nefsini ‘Ben şiir yazıyorum’ yahut ‘Şiir benim yazdığımdır’ deme noktasına henüz getirmeden yaptığı hakkında hiç konuşmasa yerinde olur.”[7] diyen İsmet Özel’le en azından poetik akrabalığı vardır.

    *Dr., Marmara Üniversitesi.

     

    [1] İsmet Özel, “Nağme Değil Musiki”, Şiir Okuma Kılavuzu, (İstanbul: TİYO, 2015), s. 93. Bununla birlikte İsmet Özel’in Divan Edebiyatını tenkidî milli bir edebiyat” olarak tavsif ettiği cümleleri de bulunmaktadır. İsmet Özel, Desem Öldürürler Denesem Öldüm, (İstanbul: TİYO, 2021), s. 274.

    [2] Burada musiki kelimesini bilinçli olarak tercih ediyorum çünkü Özel: “Musiki ve onu mümkün kılan bütün sanatlı sözler şiirin belkemiğini teşkil etseydi, tıkanık, ayrıntılardan kurulu Dîvân edebiyatını şiir için vazgeçilmez saymamız gerekirdi” diyor. İsmet Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, (İstanbul: TİYO, 2015), s. 51. Bu yargısına rağmen mezkûr şiirinde kendisi de bu musikiyi denemiştir.  Aynı şekilde Cemal Süreya da Gazel başlıklı şiirinde divan edebiyatının musikisini denemişti.

    [3] Bu şirini İsmet Özel daha sonra Of Not Being A Jew adlı şiir kitabına aldı. İsmet Özel, Of Not Being A Jew, (İstanbul: TİYO, 2014), s. 288. Diğer çağrışımlarının yanında şiirin başlığının akis sanatına göz kırptığını da not edelim.

    [4] Özel’in ifadesiyle “tıkanık, ayrıntılardan kurulu.” İsmet Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, (İstanbul: TİYO, 2015), 51.

    [5] Bu mısrayı “ahla” değil de “âh ile” şeklinde okumayı tercih ederim.

    [6] Basit fizik kuralları: Isınan hava yükselir, yükselen hava soğur, soğuyan hava yağış bırakır.

    [7] http://istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=28&KatId=3