KEVN Ü MEKÂNIN MÜZİĞİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yalçın Çetinkaya *

    Mekân, insanın kendi yaşama biçimine, tasavvur ve tahayyüllerine, zevklerine, kültürüne uygun olarak oluşturduğu yaşama alanlarıdır ve mekânda, onu meydana getiren insanın saydığım bu özelliklerinin yansımalarını görebilmek mümkündür. Bir mekâna girildiğinde, bu mekânın ait olduğu kültür ve yaşama biçimini, mekân tasarımından içerideki düzenlemeye kadar anlayabilmek mümkündür. Dolayısıyla mekân ile insan arasında bir uyum ve yakın ilişki gözlemlenebilir, ki mekân da bu uyum ve ilişkinin tezahür ettiği alanlardır. Çünkü mekân, insanın yansımasıdır.

    Müzik de insanın ait olduğu kültür ve medeniyetin, yaşama biçiminin, tasavvur ve tahayyüllerinin, zevklerinin hatta düşüncelerinin yansıdığı bir sanattır ve bu bakımdan, tıpkı mekân gibi, insanı yansıtır. Bir mekândan içeri adım atıldığında, mekânın tasarımından iç dizaynına varıncaya kadar, bu mekânın hangi kültür ve yaşama biçimine ait olduğu anlaşılabilecektir. Bir müzik de, tıpkı mekân gibi, adeta toplumsal kimliğin ve kültürün göstergesi olarak, hangi millete, hangi topluma, hangi halka, hangi kültür ve medeniyete hatta hangi yaşama biçimine ait olduğunu gösterir.

    Müzik, bir mekâna ihtiyaç duymayabilir. Elbette icracının konforunun sağlanacağı ve müziğini daha iyi icra edebileceği, dinleyici ile bir araya gelebileceği bir mekân önemlidir. Mesela, güzel tasarlanmış ve akustik açıdan mükemmel bir konser mekânında müzik icra etmek hem dinleyiciyi hem de icracıyı hoşnut edecektir. Konser için inşa edilmiş bu konser mekânlarında klasik müzikten, geleneksel ve modern müzik türlerine kadar her çeşit müzik icra edilebilir. Ama bazı mekânlar vardır ki, o mekânların ortamına ve “havasına” uygun müzik icra etmek gerekmektedir. Eğlence mekânlarında icra edilecek müzik, eğlence mekânlarında eğlenen insanların eğlence talep ve ihtiyaçlarına cevap verecek türden “eğlendirici” bir müzik olmalıdır. Dinî mekânların müzikleri de, bu mekânın ruhuna, havasına ve ortamına uygun olmalıdır. Eğlence mekânında, dinî mekânlara uygun olabilecek müzikler icra etmek, eğlence mekânının ve bu mekânın ortamının, eğlenmeye gelenlerin hoşlarına gitmeyeceği gibi, bir dinî mekânda, mesela bir mescitte veya Mevlevîhânede rock müzik icra etmek, bu mekânın havasına ve ortamına uygun değildir. Dolayısıyla, mekân ile müzik arasında bu bakımdan uygunluk olmalıdır.

    İnsan, eğlenebilmek amacıyla mekânlar oluşturmuş. Eğlenceyi tamamlayan en önemli unsur ise hiç şüphesiz müzik. Eğlence mekânının müziği de, eğlencenin türüne göre seçiliyor. Gece hayatına uygun mekânlarda kullanılan müzik, bu hayatı yaşamayı seçenleri tatmin edecek türden müziklerdir. Düğün dernek mekânlarında kullanılan müzik ise, düğün eğlencesine uygun şarkılar, türküler ve oyun havaları arasından seçilmekte. Bir zamanlar İstanbul’da orta sınıfın eğlence mekânları mahiyetindeki içkili veya içkisiz gazinolarda da, halkın hoşuna giden şarkılar icra edilmekteydi. Dolayısıyla, müziğin, mekânın tamamlayıcısı olduğunu ifade edebiliriz. Müziğin tamamlayıcılığının da, o mekânda icra edilen faaliyete bağlı olduğunu hatırlatmalıyım. Aslında mekânı anlamlı kılan ve mekâna bir ruh kazandıran şey, o mekânda icra edilen faaliyetin mahiyeti olmalıdır.

    İnsan, ibadet edebilmek ve dinî vecibeleri yerine getirebilmek için de mekânlar oluşturmuş. Yahudiler havra, Hıristiyanlar kilise, Müslümanlar da cami inşa ederek ibadetlerini bu mekânlarda yerine getirmişler. Sadece Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta değil, diğer dinlerde de mekân, dinî ibadetlerin yerine getirildiği ortamlar. Müzik, bazı dinler dışında, genellikle ibadetlerin ve dinî ritüellerin ayrılmaz bir parçası olma özelliğin taşıyor. Dinî mekânların da, ait oldukları dinin prensiplerine uygun müzikleri var ve bu müzikler adeta bu mekânlarla bütünleşmiş.

    İslâm tasavvufunun önemli kollarından biri olan Mevlevîlik ve Mevlevîlik ritüellerinin gerçekleştirildiği mekânlar olan Mevlevîhâneler için müziğin anlam ve önemi büyüktür. Hz. Mevlânâ’nın Mesnevi’ye “Dinle Neyden” diye başlaması ve Mevlevîlikteki “Ney-İnsan-ı Kâmil” sembolizmi, müziği Mevlevîlik geleneğinde önemli kılan sebeplerden biridir. Ancak Mesnevi’de sadece ney değil, rebap da önemlidir. Çünkü Hz. Mevlânâ’ya göre padişahın rebap çalmaktaki maksadı, bezm-i elest’te dinlediği hitâb-ı ilâhîye olan iştiyakından (özleminden) dolayıdır.

    Bunun yanı sıra müzik, Mevlevîhânelerde gerçekleştirilen sema ritüellerinin de ayrılmaz bir parçasıdır. Mevlevîlik geleneğinde, sema mukabelelerinde icra edilmek üzere derviş bestekârlar tarafından çok sayıda Mevlevî ayini bestelenmiştir. Mevlevîlik geleneğinde “mekân-bestekâr ve musiki” arasındaki ilişki ve tamamlayıcılık, dikkat çekicidir. Bir Mevlevî bestekâr, çeşitli zorlu nefs ve beden imtihanlarını muvaffakiyetle tamamladıktan sonra, çilehanede bin bir gün çile doldurur. Bin bir gün çileden maksat, Hz. Mevlânâ’nın hayatı boyunca bin bir defa halvet çıkarmasıyla ilgilidir. “Çilehâne” adlı mekânda bin bir gün boyunca dünyevî ve nefsî isteklerden uzaklaşıp arınarak çilesini dolduran derviş bestekâr, bu süre içinde nefsi de tezkiye etmiş olur. Nefs tezkiyesinden de muvaffakiyetle geçen derviş bestekâr, “Dede” unvanı ile bir anlamda terfi eder, kendisine, hocalık yapmak üzere bir hücre tahsis edilir ama bunlardan daha önemli olanı, nefs tezkiyesinden geçen bestekârın “nefesi”nin, kelâmının ve ortaya koyduğu eserin yüksek bir düzeye ulaşmış olmasıdır. Çilehâne adlı mekânda çilesini tamamlayan derviş bestekâr, adeta kurumlarından temizlenmiş bir soba borusu gibi, nefsin kirliliklerinden arınmıştır ve adeta kurumlarından temizlenip arındırılmış soba borusuna vurulduğunda çıkan has metal sesi gibi, arınmış sesini çıkarır. Bu “arınmış nefsin arınmış sesi”, aslında yapmış olduğu bestesinde ifadesini bulmaktadır.

    Kevn ü mekânın müziği

    Mevlevîhânedeki semahane, kozmik mekânı andırır. Dönen her semazen, adeta kozmostaki seyyarelerin dönüşü gibi dönerler. Semahane, kevn ü mekânın, âlem-i kebîrin yansıması gibidir. Âlemlerin Rabbi Allah (celle celâluhu), uçsuz bucaksız ve “kâinat” adı verilen bu muhteşem mekânı, “kevn ü mekânı” nasıl yarattığına dair bilgiyi Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif surelerinde vermektedir. Meselâ Fussilet suresinin on bir ve on ikinci ayetlerinde şöyle buyurmaktadır: “Dahası Allah, gaz/duman hâlinde olan semaya iradesini yöneltti; ardından da arza ‘isteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!’ buyurdu. Onlar ‘isteyerek geldik’ dediler. Böylece onları iki günde yedi gök olarak yarattı, her göğe kendi işlevini ilham etti. Biz yakın semayı kandillerle donattık ve onu koruduk. İşte bu her şeye gücü yeten, her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.”  Enbiyâ suresinin otuzuncu ayetinde ise; “İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik iken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görmezler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?”  buyurmaktadır.

    Allah (celle celâluhu) bu ayetlerinde kâinatı kaostan kozmosa, düzensizlikten düzene, uyumsuzluktan uyuma (harmonia’ya) nasıl çevirdiğine dair bilgiler vermektedir. Elbette bu ayetler, tefsir ilmiyle uğraşanlar kadar, hatta onlardan daha fazla, astronomi ilmiyle ilgilenenlerin daha iyi anlayıp izah etmelerini gerektiren ayetlerdir. Ancak kâinatın bir “harmonia”ya dönüşmesi de sadece astronomlara değil müzisyenlere de girebilecekleri ve ilgilenebilecekleri geniş hatta sonsuz bir çalışma alanı sunmaktadır. Allah (c.c.) kâinatı nasıl bir harmonia (uyum/ahenk) ile yarattığını Mülk suresinin üç ve dördüncü ayetlerinde; “Yedi göğü birbiriyle tam bir ahenk (uyum/harmonia) hâlinde yaratan O’dur. Rahman’ın yaratışında hiçbir ahenksizlik (uyumsuzluk) göremezsin. Sonra gözünü tekrar tekrar çevir bak; (kusur arayan) göz aradığını bulamadan bitkin olarak sana dönecektir,” buyurarak, kâinatın muhteşem bir uyum içinde olduğunu anlatmaktadır. Burada yorulup bitkin olarak dönecek olan sadece göz değildir, akıl da gözle birlikte yorulmuş ve bitap düşmüş olarak dönecektir. Bulutsuz, berrak gecelerde başımızı kaldırdığımızda, karşımızda açılan uçsuz bucaksız kozmik ekranın olağanüstü uyumlu bir çeşitliliği sunduğunu izlemek ve bu ayetleri tecrübe ederek yaşamak ve idrak etmek mümkündür.

    İnsanoğlu, seslerin ahengine “müzik” adını vermiş. Kevn ü mekân (âlem, kâinat) da ihtiva ettiği muazzam ahenk ile, Pythagoras’ın ifadesiyle bir nevi müziktir. Hatta gezegenler nağmeler çıkarmaktadır. Pythagoras’ın bu ifadesi, aslında Kur’ân-ı Kerîm’de yer ile gökler arasındaki her varlığın kendi lisanı ile Allah’ı zikrettikleri bilgisine uymaktadır. Varlığın var olma süreci içinde musikiyi meydana getiren temel unsurlardan olan ritim, ahenk ve melodi, insan yaratılmadan önce de varlık âleminde (kevn ü mekânda) mevcut idi. Ancak insan bunu, kendisi yaratıldıktan ve pek çok kabiliyet ile mücehhez kılındıktan sonra işitip algılayabildi ve tanımlayabildi. Çünkü bu üç unsur sadece musikinin değil aynı zamanda varlığın da önemli unsurlarıdır. Kâinat bir ahenk üzerine kurulu ve bu ahengin kendi içinde muhakkak bir ritmi var. Ve hareket kâinatta var, hareketin olduğu her yerde mutlaka ses de var. Eğer bu ses, ritim ve ahengin olduğu varlık alanında tezahür etmişse, o hâlde musiki de var demektir. Musiki sadece şarkı söylemek veya musiki enstrümanları ile icra etmek şeklinde tezahür etmez. İnsanın konuşması da bir nevi musikidir. Her insanın sesinin bir tonu vardır ve ortalama bir oktav aralığında konuşur. Konuşmasındaki vurgularla, tonlamalara, yükselmeler ve alçalmalarla her insanın konuşmasını adeta bir melodiyi notaya alır gibi notaya almak mümkündür. İnsanın konuşması gibi, Pythagoras’ın, feleklerin dönerken çıkardıklarını ileri sürdüğü sesler de musiki kapsamına girmektedir. Eğer çıkan seslerde ritmik bir akış ve kendi içinde bu ritme bağlı olarak ahenk varsa, musiki meydana gelmeye başlıyor demektir. Böyle düşündüğümüz zaman musikiyi meydana getiren unsurlar, ezelden beri varlığın da (kevn ü mekânın) en önemli unsurlarıdır.

    Musikiyi kâinat ile izah etmek, kadim bir gelenektir. İslam düşünce dünyasında da musiki, kozmik sembollerle ve varlıklarla açıklanır, bu kadim bir musiki öğretisidir ve İslam kültür ve düşüncesi üzerinden devam eder. Çünkü İslam düşüncesi, kültür ve medeniyeti, bu okuma ve izah etme şeklini kendi varlık tasavvur ve tahayyülüne daha uygun bulmuştur. Musikiyi bu şekilde okuma biçimine Hıristiyan Avrupa’da Aziz Boethius’un düşüncelerinde rastlamaktayız. Aziz Boethius’un müziğe getirdiği yaklaşım, fazlasıyla Pythagorien bir yaklaşımdır. Aziz Boethius’un özellikle “Musica Mundana” (göklerin, gezegenlerin müziği) olarak açıklanabilecek yaklaşımı karakteristik Pythagorien bir yaklaşımdır ve kadim müzik düşüncesinin Hıristiyan dünyadaki muhtemelen son yansımasıdır. Kâinattaki her şeyin döndüğü, feleklerin dönerken sesler, nağmeler çıkardığı bilgisi Pythagoras’a hatta onun yetiştiği ve Hermetik sırriyeti öğrendiği Mısır’daki Memphis Tapınağı’na kadar gider. Fakat daha önemlisi, Hermetik kozmoloji doktrinine göre kâinatta her şey hareket hâlindedir ve Hermes’in (İslam düşünürlerine göre İdris Peygamber’in) Pythagoras’tan çok daha önce kâinatın, Allah’ın muhteşem bir bestesi olduğu fikrini ileri sürmüş olduğudur. Hermetizme göre kâinatta (kozmosta) boşluk dahi yoktur. Hatta Stoacılar ve Platoncuların tersine, kozmos ötesinde de (ekstra-kozmos) boşluk olmadığı, Hermetizmin ileri sürdüğü bir görüştür. O hâlde bu düşünceden hareketle biz de şunu söyleyebiliriz ki, boşluğun olmadığı ve hareketin olduğu her yerde cisimlerin titreşmeleri vardır ve bu titreşmeler sesi meydana getirir. Eğer kâinatta farklı boyutlarda cisimler, felekler (veya gezegenler) varsa, bunların hepsi kendi büyüklük veya küçüklüklerine, kütlelerine uygun olarak tiz veya pes sesler çıkaracaklardır. O hâlde kâinatta bu farklı boyutlardaki gezegenlerin çıkardıkları farklı sesler vardır. (Bir de “Kâinattaki her şey kendi lisanlarınca Allah’ı zikretmektedirler” ayetini hatırlayacak olursak, gerçekten kâinatta muhteşem bir ilahî ahenkli melodi seslendiriliyor demektir). Hermes’in kâinattaki ahenkli melodiyi duyup bunu “Allah’ın bir kompozisyonu (bestesi)” olarak nitelendirmesi de belki buradan gelmektedir. Kâinatın sesleri ve feleklerin dönerken sesler veya nağmeler çıkardığı fikri antik Yunan’ın Aristoteles gibi akılcı filozofları ve İslâm dünyasında Aristoteles’e tabi olmuş Fârâbî gibi akılcı filozofları tarafından pek kabul görmese de, genel olarak benimsenmiş bir düşüncedir ve bu benimsemenin emarelerini daha ileriki yüzyıllardaki musiki nazariyatında da görmekteyiz. Mesela İslâm Meşşâî filozofu Kindî çalgı tellerini kâinatın hava, su, toprak ve ateş gibi dört unsuruna benzetmiş ve Mutlâku’l-Bamm, Sebbâbatu’l-Bamm, Vustâü’l-Bamm (Bınsır), Hınsırü’l-Bamm (Mutlak el Müselles gibi), Sebbâbatu’l-Müselles, Vustâü’l-Müselles (Bınsır), Hınsırü’l-Müselles (Mutlakü’l-Müselles gibi) olmak üzere sesleri yediye ayırmıştır. Bu yedi ses, yedi nağme Kindî’ye göre gökyüzündeki yedi gezegene karşılık gelmektedir. Ayrıca musikî basamaklarını da on ikiye ayıran Kindî, böylece musikî sanatını ve nazariyatını oldukça kozmik bir bilgiyle izah etmiştir. İslam düşünce dünyasının iki önemli düşünürü Fârâbî ve İbn Sînâ’nın musiki yaklaşımlarında her ne kadar bu kozmik anlamlandırma olmasa da, İhvân-ı Safâ gibi Pythagorien düşüncenin etkisinde fazlasıyla kalan düşünce ekolü ve düşünürlerde musikiyi kozmik bilgiyle ve sembollerle izah etme yaklaşımına çok sık rastlarız. Hatta bu okuma biçimi, İslam dünyasının en belirgin okuma biçimdir ve tasavvufu da etkilemiştir. Hz. Mevlânâ Mesnevi’de musikiden ve musiki nağmelerinden bahsederken şunları söyler:

    “Hakîmler (Hikmet sahibi kimseler); ‘Bu musikî nağmelerini (makamları) feleklerin (gezegenlerin) dönüşünden aldık’ derler. Halkın tanburla çaldığı, sesle söylediği ezgiler, gökyüzünün dönüşünün sesidir.”

    Sufiler, musikiyi haram sayanlara bununla karşı koyuyorlardı. Sufilerdeki yaygın inanca göre de, musikiyi icat eden kimse, Hz. Süleyman’ın talebesi olan Pythagoras’tır. Feleklerin dönerken çıkardıkları sesleri işittikten sonra musiki ilminin öncülüğünü yapan Pythagoras, tasavvuf literatüründe de sıkça anılmaktadır. Bu teori, zaman zaman musiki ile astroloji arasında ilişkiler kurulmasına da sebep olmuştur. Risâle-i Mimâriyye’de musiki-astroloji ilişkisine ışık tutacak nitelikte, şu bilgiler mevcuttur:

    “(…) makamlar da on ikidir. Sekizinci göğün on iki burcu olduğundan, makamları on iki kısım üzere koymuşlardı. On iki burç dedikleri; kuzu, boğa, ikizler, yengeç, arslan, başak, terazi, akrep, yay, oğlak, kova, balık. On iki makam dedikleri; Rast, Isfahan, Irak, Zirefkend, Büzürk, Zengüle, Ruhavî, Hüseynî, Hicâz, Bûselik, Nevâ ve Uşşak’tır. Bundan başka dört unsur vardır ki “anasır” dedikleri ateş, hava, su, toprak. Şû’be de dörttür. Şû’beyi dört unsura göre koymuşlardır: Yegâh, Dügâh, Segâh, Çargâh. En aşağı mertebe Yegâh’tır, yukarı mertebe ise Çargâh. Dügâh ve Segâh, bu ikisinin arasındadır. Ve gezegenler de yedidir. Zuhal, Müşteri, Merih, Ûranûs, Zühre, Utarid, Arz (Dünya). Avâze de yedidir. Zira âvâzeyi yedi gezegene göre koymuşlardır. Yedi âvâze dedikleri ise; nevruz, selmek, şehnaz, mâye, gerdaniye, hicaz ve geveşttir. Bundan başka, gece ve gündüz yirmi dört saattir. Terkîbât da yirmi dörttür. Zira terkîbâtı yirmi dört saate göre koymuşlardır. Bir makamı ağaz edüp, yani başlayup başkasında karar edince, onda bir terkib elde edilir ve bu ilme de ‘Edvâr İlmi’ ve ‘Musikî İlmi’ derler. Bu ilmi yazıp düzenleyen, Hz. Süleyman’ın talebelerinden, hakîm Pythagoras’tır. Söz birliği ile yedi hakîmin en seçkinidir. Deniz dalgalarının vuruşundan, yani sığ yerlerde denizin talazından, birbirinin ardından gelüp taşra kıyıya vurmasından usûller bulup, yazup dizmiştir.”

    Mehmet Ali Ayni de feleklerin dönüşünden bir nağmenin hasıl olduğunu şu şekilde beyan etmektedir: “Eski astronomiye göre sayıları yedi olan felekler, şeffaf kubbeler hâlinde birbirinin mihveri etrafında dönerler. Dönerlerken de, nehirden su çekip bağ ve bahçelere akıtan dolaplar gibi sesler çıkarırlar. Göklerin ve feleklerin dönüşünden hâsıl olan latif ve ruhnuvâz nağmeleri, lâhûtî musikîyi herkes işitemez. Bu nağmeleri, uzun bir çalışmadan ve gayretten sonra filozof Pythagoras işitmiş ve onun sayesinde musikî kaidelerini koymuştur.”

    Müziğin kozmik ahenkle açıklanması ve Pythagoras’ta olduğu gibi göklerden meydana geldiği düşüncesine uzak doğu metinlerinde ve belki de en fazla Konfüçyanizmde de rastlamak mümkündür. Konfüçyanizmin bu görüşlerinde, “Pentatonik (5’li) sistem” olarak bilinen Çin müzik sisteminin bir anlamda felsefi boyutuna rastlanır. Konfüçyanizmin yorumları şöyledir: “En yüksek derecedeki müzikle gök ve toprak arasında aynı ahenk vardır. Merasimlerin en yüksek derecesiyle gök ve toprak arasında da aynı derece vardır. Ahenk vasıtasıyla varlıklar bozulmaz. Derece (fark) vasıtasıyla da göğe ve toprağa kurban verilir. Aydınlıkta müzik ve merasimler, karanlıkta ise şeytanlar vardır. Bunlar böyle olunca, bütün dünyada karşılıklı bir sevgi ve saygı vardır.

    Müzik, gök ve toprak arasında bir ahenktir. Merasimler ise gök ve toprak arasında bir sıradır. Bu ahenk, bütün varlıkların cinsini değiştirir. Bu sıra ise bütün varlıklar arasındaki farkları meydana getirir. “Müzik, gökten meydana gelir.” Merasimler ise topraktan vücut bulur. Bu meydana gelmede bir fazlalık olursa, her şeyde karışıklık çıkar. Bu vücut bulmada bir çokluk varsa, her şeyde bozukluk olur. Eğer gök ve toprak arasında bir ahenk varsa, merasimler ve müzik yükselebilir.”

    Platon da astronomi ve müziğin birbirinden ayrılamaz iki geniş alan olduğundan bahsederek, Pythagoras’a benzer şekilde kozmosun uyumunu ve bu uyumun müzikte de yansıma bulduğunu ifade eder. Hermes ve Pythagoras’tan başlayarak Antik Yunan düşünürlerine kadar gelen düşünce biçiminde müzikle kozmos arasındaki ilişki her zaman gündemde olmuştur. Neredeyse bütün antik düşüncelerde müzikteki ahengin kozmosun ahengini yansıttığı fikri önemli bir yer tutar.

    Çin’den Yunanistan’a kadar antik dönem düşünce dünyasının neredeyse bütün filozoflarının, birbirinden kilometrelerce uzakta olmalarına rağmen müzik ile kozmos arasında bu kadar yakın ilişki kurmaları aslında ilgi çekicidir. Müzik ve kozmos arasındaki yakın ilişkiye dair bu ortak düşüncenin nereden kaynakladığı konusu, hakikatin kaynağının da ortak olduğuna dair kanaatlerimizi güçlendirmektedir. Varlıktaki uyumun mahiyeti ve bu uyumun nasıl sağlandığı, galaksilerin ve sistemlerin boşlukta nasıl herhangi bir dayanak olmaksızın asılı tutulduğu konusunda Kur’ân-ı Kerîm’de ipuçları bulmak mümkündür. Bütün varlığın, muazzam bir çekim yasası ile boşlukta adeta birbirlerini tuttukları ve uyumlu bir şekilde kendi yörüngelerinde hareket ettiklerini biliyoruz. Hz. Mevlânâ gibi bir mutasavvıf mütefekkir; Johannes Kepler, Galileo Galilei ve Nicolaus Copernicus’tan çok önce ve astronomi biliminin bu kadar gelişmediği on üçüncü yüzyılda, gezegenlerin birbirlerine olan çekimleri ile bu olağanüstü dengeyi ve uyumu sağladıklarından bahseder.

    Kevn ü mekânın (kâinatın) harmonisini ve içinde hareket halindeki varlıkları düşündüğümüzde, kevn ü mekânın muhteşem bir müziği olduğunu düşünüyoruz. Kevn ü mekân, içindeki bütün mekânları kapsayan bir mekân… dolayısıyla kevn ü mekânın muhteşem harmonisi, ortaya bizim kulaklarımızla işitemediğimiz ama hissedebileceğimiz muhteşem bir müzik ortaya çıkarıyor olabilir. Şeyh Gâlib’in

    “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

    Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

    diyerek âlemin özü olarak vasıflandırdığı insan, bu âleme sığmayabilir. Nesimî bunu şöyle ifade etmiş:

    “Bende sığar iki cihân, ben bu cihâna sığmazam

    Cevher-i lâmekân benim, kevn ü mekâna sığmazam

    Kevn ü mekândır âyetim, zâta gider bidâyetim

    Sen bu nişân ile beni bil ki nişâne sığmazam”

     

    * Prof., Dr., İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikîsi Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölümü.