İNSANLIĞIN AHİR ZAMANI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Claire Colebrook*

    Dünyanın sonu gelişen bir endüstri.[1] Kıyamet neredeyse ortalıkta kol geziyor: Hayatta kalma yanlısı ve kıyamet tellalı internet sitelerinden (survivopedia.com, doomandbloom.net, prepforshtf.com) tutun da yeni akademik disiplinlere kadar (“felaket çalışmaları”, “antroposen çalışmaları”, “tükeniş çalışmaları”) insanın kırılganlığı moda oldu.

    Panik sadece medeniyet tehditlerinden değil tükeniş tehditlerinden de kaynaklanıyor. Kitleler hâlinde yok olma, iklim değişikliği, salgın hastalıklar, global sistemin çökmesi, kaynakların azalması hakkında kıyamet senaryoları bir yana, herhalde bir de bizi insan yapan nitelikleri kaybetme endişesiyle karşı karşıyayız. Söylentilere göre sosyal medya empati ve hakiki iletişim kapasitemizi tehdit ediyor. Felaket senaryoları ve apokaliptik sinema da cabası; zombiler, vampirler, acayip mahluklar, yapay zekâ ve uzaylı istilacılar insan olmaya o kadar çok yaklaşmışlar ki bizzat kategorinin değerine ve özüne dair şüphe duymamıza neden oluyorlar.

    Tarihte bu noktaya nasıl geldik? İnsanlık teknolojik açıdan daha önce hiç olmadığı kadar güçlü hâle gelmişken biz kendimizi neden gittikçe daha kırılgan hissediyoruz? Cevap belki de “insanlığın” özünü anlama şeklimizin uzun tarihinde gizli; bir de tabii bu kategorinin kendi çöküş fantezisini semirterek kendini güçlendirmesinde. İnsan bilgeliğinin kırılganlığı hakkındaki korkular en az Eski Yunan kadar geriye gider ve Platon’un mağara meselinde somutlaşır, insanlar bu mağarada tutsak edilmiştir ve sadece hakiki ideaların duvarlara yansıyan gölgelerini bir anlığına görürler. Biz tutsaklar ışığa dönmeye ve suretlerin kaynağını (hakikatini) görmeye azmederiz ve bunu yapmak için direniriz. Platon’un başka bir diyaloğu olan Phaedrus’ta Sokrates’in kaygısı bilgi aracının yazı kendimizi hatırlama ve düşünmeden bizi alıkoyma ihtimalidir. Sanki bizi tanımlayan muhakeme yetisi her daim kaybetme tehlikesi altında olduğumuz ve hatta kaçınmaya meylettiğimiz bir yetiymiş gibi.

    Bu paradoksal kaybetme mantığı burada vazgeçme riskini en çok yaşadığımız şeye değer veririz mevcut badiremizle başa çıkma tarzımızda iş başındadır. Yıkıma ne kadar yakın olduğumuzu anladığımız an nihayet bir şey yapabiliriz; bizzat insanlığın kırılganlığını kabullendiğimiz an düzgün bir gelecek tesis etme umudunu kazanabiliriz. Ya da popüler kültürün, siyaset teorisinin ve çağdaş felsefenin bilgeleri öyle diyorlar. Kapitalizmin vahşetine karşı eyleme geçmeye bizi nihayet zorlayacak şey ekolojik yıkım olacak; Naomi Klein, This Changes Everything: Capitalism vs the Climate [Bak Bu Her Şeyi Değiştirir: Kapitalizm İklime Karşı] (2014) kitabında böyle diyor. Filozof Martha Nussbaum’un uzun zamandır iddia ettiği üzere insanları kırılganlıktan ve savunmasızlıktan koruma girişimi Platon’dan günümüze kadar gelen siyasi hiyerarşilerin kaynağını açıklar; istikrarsız bedensel yaşamlarımızın olduğunu ve insan denen hayvana heyecanların ve korkuların eşlik ettiğini kabul edersek şayet ırkçılığı, cinsiyetçiliği ve diğer irrasyonel hınçları anlayabiliriz. “Düzensizlik ve muhtemel yıkım esasında daha gürbüz olmak için fırsattır,” der Nassim Nicholas Taleb Antifragile [Kırılganlığa Karşı] (2012) kitabında. New York Times yazarı Thomas Friedman da Thank You for Being Late [Geç Kaldığınız İçin Teşekkür Ederiz] (2016) adlı eserinde mevcut ezici “hızlanmalar çağı”nın bir mola vermek için fırsat olduğunu söyler. Bu arada Oxford Üniversitesine bağlı İnsanlığın Geleceği Enstitüsü de varoluşsal felaketlerden kaçınmaya odaklanan araştırmalar yürütüyor, bunun yanında teknolojik olgunluk ve “süper zekâ” üzerine çalışmalar da yapıyor.

    İşte burada kırılganlık ve güçlülük arasında sıkı bir bağlantı görebiliriz. “İnsanlık” pekiştirilmiş ama nazik bir kavramdır. Tarihin bize gösterdiği üzere zekâ, hâkimiyet ve ilerlemenin öznesi mahiyetindeki insanı ne kadar çok tanımlarsak evrensel akrabalık sanılan şemsiyenin altında küresel birlik hususunda ne kadar çok ısrar edersek insan mahiyetinde başka varoluş biçimlerini hayal etmek o kadar az mümkün olacaktır. Sırf yaşama indirgenmiş, kırılgan, tüm sömürü biçimlerine ve iktidarın keyfî icraatlarına açık insanlık hâli olarak tasvir edilir kıyamet. Fakat bu müstakbel distopya senaryoları, çoğu insanın günbegün gerçekliği yaşadığı koşullardan daha kötü değildir. “Dünyanın sonu” ifadesiyle genelde bizim dünyamızın sonunu kastederiz. Ancak bu “biz” içine kimin dahil olup olmadığını sormaya meyletmeyiz; ya da bizim dünyamıza erişmenin neye mal olduğunu ya da böyle bir dünya hakkını kazanıp kazanmadığımızı.

    İncil’deki eskatolojiden tutun da orta çağ veba anlatılarına kadar, zamanın sonu hakkındaki hikâyelerin uzun bir tarihi vardır. Ama bizim özellikle “insani” kıyametten korkmamız aslında 18. yüzyıldaki Aydınlanma ile başlar. Modern “insanlık” kavramının entelektüel doğum tarihidir bu dönem: Akıl ve haklar gibi müşterek vasıflarımızın bir araya getirdiği yoldaş varlıklardan müteşekkil bir topluluk. Bu hümanist ideal ilerlemeci aktivizmi ve demokratik söylemi canlandırmaya günümüze kadar devam etmiştir. Ancak, bir anlığına geriye çekilip René Descartes’ın “Düşünüyorum öyleyse varım” ifadesine dönmek ve şu soruyu sormak mantıklı olabilir: Soyutlanmış bir kendilik için kişiliğini dünyadan koparmak ve yazma, okuma ve inanmayı soyutlanmış ve saf bir benliği savunma görevine adamak nasıl mümkün olur? Ya da birkaç yüzyıl ileri sarıp 1792 yılına gelelim ve Mary Wollstonecraft’ı düşünelim: İnsan [man] hakları üzerine okuyup sonra kadın [woman] hakları talep etmeye nasıl zaman buldu?

    Roman yazarı Amitav Ghosh, The Great Derangement [Büyük Tertipsizlik] (2017) adlı küresel ısınmaya dair çalışmasında inandırıcı bir cevap sunar. “Sömürgeleştirme, imparatorluk ve küresel ısınma pratikte birbirine dolanmıştır,” der. Üçüncü Dünyanın kaynakları konforlu orta sınıf varoluş biçimlerinin yaratılmasında mühim bir rol oynuyordu, ancak bu kaynaklar herkesin erişimine sunulmamalıydı: “Modernliğin ürettiği yaşam kalıpları sadece belli bir azınlık içinde icra edilebilir… Dünyadaki her aile iki arabaya, bir çamaşır makinesine ve bir buzdolabına sahip olamaz teknik ve ekonomik kısıtlamalardan dolayı değil, insanlık süreç içinde boğulacağı için.”

    Ghosh, insanlık hikâyesinin önemli bir veçhesini tartışır: İnsanlık, hepimiz tüm meyvelerinden nasiplenene kadar artan bir gelişim ve kapsayıcılık içermelidir. Fakat ben bu aykırı anlatıya bir hat daha eklerdim: Eğer Batı, giderek yükselen bir liberal orta sınıfa imkân veren rahatlık ve teknolojik gelişimi deneyimlemeseydi, Aydınlanmadaki haklar, özgürlük ve mutluluk arayışı kavrayışları öyle hemencecik düşünülemez olurdu. Temel insani özgürlüklerin onaylanması yaygın ahlaki kaygılar hâlini aldı, çünkü modern insanlar maddi seviyede git gide konforlu hâle geldi özellikle de fetihlerle, sömürgeleştirmeyle ve başkalarının köleleştirilmesiyle elde edilen ekonomik faydalar sayesinde. Hâliyle, düz ve doğrudan anlamıyla köleliğe ve esarete karşı olmak mümkün değildi, ta ki dünyanın büyük bir kısmı enerji üretme sanayilerine mahkûm edilene kadar. Demek ki “hepimiz için” olan haklar bu muntazam koşulların insana ait olsun olmasın başka hayatlar pahasına elde edildiği gerçeğini görmezden gelmeye bağlıydı. Güvenlik, haysiyet ve haklardan gerçekten evrensel manada tasarruf etme meselesi ortaya çıktı, çünkü “insanlığın” lehtarları kendi konfor alanlarının ve statülerinin güvenliğini sağlamışlardı ama bu esnada insandan daha aşağı gördüklerini de daha kırılgan hâle getirmişti.

    Bu 18. yüzyıl hümanizminin doğuşundaki ilginç şey sadece sonradan reddettiği utanmazlığın bir tarihi olması gerektiği değildir. “İnsanlık” fikrinin bu aynı utanmazlıkla hâlâ süregiden ilişkilere sahip olmasıdır. “Başkalarının” bedenlerinden ve bölgelerinden zenginliklerini çekip kullandıktan sonra Batı düşüncesi, köleliğin kaldırılması akımıyla, kadınların oy kullanmasıyla ve imtiyazları genişletme hareketleriyle birlikte bir zamanlar dışlanmış bu bireylerden çok daha fazlasını kazanmak için “insanlık” kategorisini genişletmeye başladı. Tuhaf bir biçimde bu dönüşümler günümüzdeki teknoloji milyarderlerinin söylemlerini hatırlatıyor; küresel kapitalizmin işleyişinden akla hayale sığmaz paralar kazandıktan sonra evrensel temel gelir çağrısı yapıp makineleşme ve yapay zekânın etkilerini dengelemeye çalışan şu zenginler. Nihayetinde hâkimiyet sadece rahat bir konum kazandığında kendini düzeltmeye meylediyor.

    Fakat burada bir şaşırtmaca var. Herkesin “insanlığı” kendinden menkul ve tartışmaya kapalı olsa da bazı insanlar başkalarına nispetle insanlıklarını daha fazla “gerçekleştirmek” zorunda kalıyor. İnsanlık halkası savunmasızları da içine alacak şekilde genişliyor ancak “bizim” yarı insan durumuna ya da insanlık dışı duruma düşme riskimiz öncesine göre daha mümkün görünüyor, dolayısıyla daha kapsamlı ve sağlam “insan” kavrayışı talepleri de meşruiyet kazanıyor.

    Kölelik hakkındaki 18. yüzyıl tartışmalarında bu dinamiğin iş başında olduğunu görebiliriz. O zamanlar bu faaliyet ahlaki açıdan itici hâle gelmişti, sadece köleleri insanlıktan çıkardığı için değil, aynı zamanda köleleştirmenin tek imkânı bir bütün olarak insanlık namına tehlikeli sayıldığı için, nitekim bazı insanlar rasyonel özneler olarak potansiyellerini gerçekleştiremiyordu. Örneğin, Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (1792) kitabında Mary Wollstonecraft, kadınları kölelerle kıyaslar ama köleliğin kimseye gerçek efendi olma hakkı sunmadığını da vurgular. “Biz” hepimiz başkalarını köleleştirerek daha vahşi ve aşağılık olmuşuz, der. “[Kadınlar] el altındaki köleler olabilirler, ama kölelik kaçınılmaz sonucunu beraberinde getirecek, hem efendiyi hem de bağımlı kulu nitelikçe düşürecektir.”

    Bu ifadelerdeki varsayıma göre özgürlüğe hakkı olmak “insan” olmanın doğal koşuludur ve gerçek kölelik ve kulluk artık “bizim” için hakiki tehdit değildir. Jean-Jacques Rousseau Toplum Sözleşmesi (1762) eserinde “insan hür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur” dediğinde kuşkusuz kelimenin düz anlamıyla zincire vurulmuş olanlarla ilgilenmiyordu; William Blake’in “zihne vurulmuş kelepçeler” kavramının işaret ettiği gibi esas dehşet fiziksel kapanlar değil, bir kimsenin düşünme yetisini sakatlayarak onu köleleştirmektir. Hâliyle tam da kölelik kaldırıldığı anda safi bir savunmasızlık simgesine indirgendiği için insanlık potansiyelini içerden tehdit eden bir duruma dönüşmüştür.

    Kölelik durumunda doğal ya da kaçınılmaz bir şey olduğunu elbette savunmuyorum. Savunduğum iddia şu: Köleliğin tabiatı gereği insana uymadığını söyleyerek kölelik karşıtı olduğunu iddia eden yazarlar köleliğin doğa dışı ve korkunç potansiyelinin kendi hâlindeki insanlara nüfuz etmek üzere olduğunu gördüler. Ancak, kişideki bu savunmasızlığın ışığında dünyaya karşı iyi bir tutum benimsemek yerine tam tersi durum vuku buldu. İnsanlar rasyonel potansiyellerine erişemedikleri ve “her yerde zincire vurulmuş” oldukları için kendi geleceklerini her zamankinden daha tedbirli korumak zorundaydılar. “İnsanlık” el üstünde tutulmalı ve korunmalıydı çünkü salt yaşamın üstünde güvensiz bir şekilde yükseliyordu. “İnsan”ın altının oyulması riski bizzat kategoriyi sağlamlaştıran ve genişleten bir güce dönüştü. Hâliyle kölelik acımasız, insan dışı ve baskıcı başkaları tarafından boyun eğdirilen bazı insanlar için tarihsel bir durum olarak algılanmadı; devam edegelen bir iç tehditti, güç dürtüsünü meşru kılan bir savunmasızlık hayaletiydi.

    Peki bugün kendimize anlattığımız hikâyeler ne kadar farklı? Filmler, kültürel havanın ilginç bir barometresi konumunda. 1970’lerde sinemalardaki felaket hikâyeleri genelde bir bölgeyi etkileyen dehşetleri anlatıyordu; gemi kazaları (Poseidon Macerası, 1972), yanan gökdelenler (Gökdelende Panik, 1974) ve insan yiyen köpek balıkları (Jaws, 1975) buna örnek gösterilebilir. Fakat bu hikâyeler şimdi tüm insanlığı ilgilendiriyor. Bugün bizi tehdit edenler yerel kazalar değil, insanlar. Yıldızlararası (2014), insanların aşırı tüketiminden sonra kaynaklar tükendiği için uzayı keşfe çıkar. Elysium (2013) filminde dünyanın köleleştirilmiş bir varoluşa mahkûm olması, yanlış tür seçiminden kaynaklanır; bazı insanlar kalan tek kaynağı ele geçirmiştir, dünyada kalanlar ise sözleşmeli çalışmaya razı olmuşlardır. Dünyanın (yakında) yitip gitmesi kültürel muhayyilemizin öyle büyük bir parçasını oluşturur ki bunun nasıl olacağını hayal ediyoruz, olup olmayacağını tartışmıyoruz bile.

    Fakat daha yakından baktığınızda çoğu “dünyanın sonu” anlatısının “dünyayı kurtarma” anlatısıyla bittiğini görürsünüz. Popüler kültür felaketin ölçüsünü ve yoğunluğunu yükseltebilir ama bunu daha sağlam ve nihai bir zafer karşılığında yapar. Yıldızlararası filmi hayatta kalmaya çalışan zavallı bir bürokrasi karşısında uzay araştırmalarının devrimci ruhunun mücadelesini gözler önüne serer; emekli bir astronot dünyayı kurtarmak için her şeyini riske atar. Cormac McCarthy’nin Yol (2006) romanının üç yıl sonraki acıklı sinema versiyonunda genç bir oğlan aileye katılır. Kısırlaştırılmış, köleleştirilmiş, tüketilmiş ve cansız topraklar, daha metanetli bir gelecek elde etmek adına varoluş imkânsızlığıyla yüzleşmek için hâlâ “insanlık” adına fırsatlar sunuyor.

    Böyle filmler yeni varoluş yollarını arzulamaya işaret eder. Avatar (2009) filminde yağmacı militarist Batı, “unobtanium” çıkarmak için Satürn’ün uydularından Pandora’yı istila eder; nihayetinde de Na’vi yerlileri onları durdurur, yerlilerin doğaya karşı tutumları bir fetih tutumu değil, ortak yaşamlı bir uyum tutumudur. Yerli ekoloji bilgeliği ve uyum, sonunda, kendini düşünen istilacıların araçsal aklına karşı galip gelir. Çılgın Max: Öfkeli Yollar (2015) filminde gelecekte kaynakları tükenmiş bir dünya açgözlü, asalak ve müsrif bir elit grubu tarafından yönetilir. Fakat kurtuluş devrimci bir kadın grubunun dönüşü sayesinde mümkün olur, bunlar ekolojiyle uyumlu ve başkasını düşünen kişilerdir, hepsi mitsel bir bilgelikle kutsanmışlardır, böylece tam anlamıyla kan emici zorba bir ailenin vahşi bencilliği karşısında nihai zafer elde ederler. Bu hikâyeler yarı yerli ve feminist topluluk imgelerine dayanıyor ve Batı’nın aşırı çıkarcılığına alternatifler sunuyor; her ikisi de emperyalizme ve militarizme galip gelen sezgisel ve bütünsel varoluş tarzlarıyla kendi felaket hikâyelerini tamamlıyorlar. Post-post-apokaliptik geleceği eğlenceli bir bağlamda sunmakla kalmıyorlar, aynı zamanda daha iyiliksever ve ekoloji uyumlu insanlık modeliyle bunu gerçekleştiriyorlar.

    Bu filmler aslında bize şunu fısıldar: Mevcut duruma tekrar bak, umutsuz bir durum gibi görünen şey belki de güçlenme için gerçek bir fırsat olabilir. Felaketin eşiğinde görünen dünyanın kendisi bir fırsat dünyası olabilir. Bir kez daha, Aydınlanmanın kendi iradesiyle ilan edilen evrensel insanlık “biz” hepimiz aklın ve gelişimin ilerlemesinden faydalanmalıyız parolasıyla yola çıkıp köleleştiren ve sömürgeleştiren de aynı akıldı hem kırılgan hem de etik kurtuluşa yetkinmiş gibi görünmeye başlamıştır. Sanki insanlığa nihai efendilik hakkını bahşeden şeyin bizim kendi zayıflığımız olduğunu söylüyoruz.

    Çağdaş post-apokaliptik kültürün korktuğu şey “bu dünyanın” sonu değil, “bir dünyanın” sonudur zengin, beyaz, rahat, varlıklı bir dünya. Batılı yaşam tarzları Fransız filozof Bruno Latour’un “yavaşça tesis edilen dönüşsüzlük dizileri” dediği şeye dayanır; buna göre dünyanın geri kalanı “insanlığın” yaşanmaz gördüğü koşullarda yaşamalıdır. Dünyanın küçük bir kısmını kendine kapatan, kaynaklarını başka bir yerden ithal eden, çöpünü ve şiddetini ihraç eden, sonra da kendi varoluş biçiminin insanlığın ta kendisi olduğunu iddia eden bir türden daha tehlikeli ne olabilir?

    Bu belirli insanlık biçimiyle bizzat insanlığı tanımlamak o insanlığın sonunu dünyanın sonu olarak görmek demektir. Eğer “bizi” tanımlayan her şey böyle bir komplekse yani sömüren ve sahiplenen varoluş biçimine bağlıysa o zaman tabii ki bu aşırı insanlıktaki herhangi bir azalma apokaliptik bir olay gibi algılanacaktır. “Biz” güvenli dünyamızı kaybettik, diyoruz sanki kendimize, ve “bizim” için “insan” olmanın anlamının gerçek bedelini yüklensinler diye medet umduğumuz insanlar var ya, biz de yakında onlar gibi yaşamaya başlayacağız.

    Bu analizden edindiğim derse göre kırılganlığın etik yönü tersine döndürülmeli. İnsanlık ne kadar dayanıklı ve metanetli olmaya çabalarsa o kadar savunmasız kalacaktır. Fakat felaket gününe “bizim” başımıza gelebilecek insan dışı bir korku filmi gibi bakmaktansa bize kendini “insanlık” diye sunan şeyin kendi kırılganlığını daima başkalarına havale ettiğini bilmek gerek. “Biz” evrensel “insani” iyilik çağını tecrübe ettik, herkes için adalet ve güvenliğin arzulandığı bir dünyayı yaşadık, fakat bunun geçtiği yol başka insanların baştan aşağı kırılgan yaşam biçimlerini üretmek ve çoğaltmaktı. Hâliyle, istikrarımızı korumak için “bizi” teşvik edeceği düşünülen şu kışkırtıcı felaketler birçok insanın zaten yaşadığı şeyler olmanın yanında belki de kendi geleceğimizi hayal etme biçiminden de dışlanmamalı.

    İşte bu sebeple günümüzde felaket senaryoları hâlâ dünya ve insanları betimlemeye devam ediyor, fakat bu dünya bildiğimiz dünya değil, üstelik terk edilen insanlar da “insanlık” değil. İnsanlıktaki “biz”, herkesi kuşatması gereken elverişli koşullarla kutsanmış gibi kendini hayal eden “biz”, esasında tarihsel olayların en kırılganıdır. Eğer günümüzde “insanlık” bir öngörülmemiş kırılganlık hissi ifade etmeye başlamışsa bunun sebebi güvenilmez, muhafazasız ve kırılgan varoluşun bir yaşamının istikrara sahip bir tarihi birden ve kazara kesintiye uğratması değildir; daha ziyade, kendine “insanlık” diyen bir şeyin özlü ve transandantal bir kırılganlıktaki bir fasıla ve bir yoğunlaşma olarak daha iyi görüldüğünü ortaya koymasıdır.

     

    *Prof. Dr., Pensilvanya Devlet Üniversitesi.

     

    [1] Bu makalenin aslı Aeon’da yayınlanmıştır: https://aeon.co/essays/the-human-world-is-not-more-fragile-now-it-always-has-been