HOŞ NAZAR

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Hasan Sevil*

    Tasavvufun temel meselelerinden birisi afaka değil, enfüse bakmaktır. İnsan çevresine değil, kendisine bakınca görmeye başlar. Çünkü görmenin kemali kendine bakmaktan geçer. Kendisine bakmayı becerebilen, âdet hâline getirebilen insan çevresini de hakkıyla görür. Güncel tabirle oto-kritik denen süreç tam da budur. İnsan kendisine bakmaya başladığında kendisinde gördüğü kusurlardan, eksiklerden ve sorunlardan başını kaldıramaz. Hâliyle de çevresindekileri, başkalarını eleştirmeye vakit ya da imkân bulamaz. Yani, enfüse bakmak insanın bakışını kendine sabitlemesi, bir anlamda, başkalarında kusur aramaktan, sürekli ya da haksız yere eleştirmekten olabildiğince uzak durmaya niyet etmesidir. Öteki, başkası insanın bahanesidir. İnsan ötekisini, başkasını eleştirmekten ziyade kendisiyle meşgul olmalıdır.

    Ehli irfan “Nazar ber kadem” derken bu ilkeyi, bu inceliği kasteder. Bu ilkenin hakiki kaynağı, örneği Hz. Peygamberin bizatihi kendisidir. Efendimizi tarif eden hilye-i saadetler, mübarek nazarının boyunun gölgesi nispetinde olduğunu ifade ederler. Resulullah Efendimiz kendi gölgesinin ötesini merak etmez, gözünü o yana kaçırmaz demektir bu. Arifler de bu maksatla gölgenin ötesine bakılmamasını tavsiye ederler. Yani gözlerin bu mesafede olmasını tavsiye ederler. Hafızayı tahkim eder, odaklanmayı artırır, zihni meşgul eden lüzumsuz şeylerden emin kılar. Böylesi bir bakışın insanın kendisine kör olmasını engellemesi gibi daha nice faydaları da vardır. Ehli irfanın tavsiyesi olan “Nazar ber kadem” de bu manaya gelir.

    İnsan önüne bakmalıdır. Önünde de arkasında da kendisinden başkasının olmadığını ancak böylece görebilir. Böylece tehlikenin de emniyetin de, iyiliğin de, kötülüğün de kendisinde olduğunu idrak eder. Öteki bir bahanedir. Nazar ber kadem’de ısrarcı olan insan bahaneden kurtulup hakikatle yüzleşir. Hakikatle yüzleşince de kendisindeki eksiklikleri fark eder. O eksiklerin kendisinde gizli hakikatin üzerini örttüğünü idrak eder. İnsan kendi gölgesinin ötesinden yüz çevirerek afaktan enfüse döner. Dışa değil içe bakar. Elbette bu ilkenin de şartları vardır. Bu davranış insana bir televvün ve tereddüt hâli yaşatır. Kendine bakmak gözünü keskin bir kınayıcı belleyip kendine dikmek demek değildir. Kendisini kötülemesi, küçümsemesi değildir. Kendine bakmak sürekli kendini dinlemek değildir. Sürekli kendini dinleyenin histerisi çoğalır. Kendisine bakmayı takıntı hâline getirenin ruhsal problemleri olur. Bu bir denge meselesidir. Kendine bakmak da ancak bir dengeyi gözetebildiğinde şifadır. Bu şifa sayesinde tevazuya ulaşır. O tevazu sayesinde de gerçek övgüye mazhar olur. Gözü kör eden kibir belasından emin olur. Çünkü hadis-i şerifte “Kim tevazu gösterirse Allah onu yüceltir ve kim büyüklenirse Allah onu alçaltır,” diye buyurulur.

    Erbab-ı tasavvufun şefkat ve merhamet nazarı geniş bir nazardır. Yalnızca insanlığa değil topyekûn mahlukata yöneliktir. Hürmet ve hayret dolu bir bakışa sahiptir. Canlı cansız ayırmaksızın mahlukatın her bir şubesinin, her bir zerresinin hürmet nazarıyla bakılmayı hak ettiğini düşünür. Bu şuurla da bütün yaratılmışlara hoş nazarla bakar Yürürken ayaklarını yere vurmadan yani yeri incitmeden yürür. Severken boğmadan sever. Konuşurken muhatabının seviyesini, hâlini gözeterek konuşur. Dinlerken hürmetle dinler. Yalnızca insana değil eşyaya da hürmet gösterir. İstifade ettiği her bir nimet şükür vesilesi olduğu gibi o nimete aracılık eden eşya da bu şükürden nasibini alır. Örneğin su içtiğinde bu suyu kendisine ulaşmasına aracı olan bardağı öper. Gece yattığında yorganını yastığını öper. Paltosunu çıkardığında onu soğuktan koruyan bir eşya olduğu bilinciyle paltosunu öper. Yazan kalemini, kaydeden defterini, onu bilgilendiren kitabı öper. Bu davranışları bütün eşyaya karşı bir nevi teşekkürdür. Bu tutumun altında yatan bir telakki vardır: Bütün mahlukata karşı bir hürmet çerçevesinde davranmak. Tüm eşyaya karşı böyle bir düşünceye sahip olan birisinin insana karşı kötü bir gözle bakması zaten düşünülemez. Tekkelerin tezyinatının bir parçası olan “Hoş gör ya Hu” levhaları da bunun estetik bir temsilidir. İnsana her şeye hoş nazarla bakmayı tavsiye eden, öğreten bir anlayışın estetik ifadesidir.

    Tasavvuf ehlinin pratiğe döktüğü ölçüler denilebilecek Kur’an ve sünneti takip edersek bu konuda bir ayeti hatırlayabiliriz. “Biz Ademoğullarını mükerrem [saygın] kıldık” (İsrâ suresi, 70) ayetinde en genel manada insanlık vurgulanır. Burada insanın sıfatları, bir dine, milliyete, kesime tabi olması veya başka bir niteliği zikredilmemektedir. Bizatihi insanın kendisinin saygın olduğu ifade edilmektedir. İnsan yaratılış itibariyle Hazreti Allah’ın kendisine muhatap kıldığı bir varlıktır. Bu muhatap olma hâlinin şartı yoktur. Allah insanı herhangi bir dinin, kavmin, ailenin, kesimin mensubu olarak değil bizatihi kendi nefsinden üfleyerek var kıldığı bir kıymet olarak muhatap almıştır. Yani insan yaratılış itibariyle biriciktir, kıymetlidir. Yalnızca bundan dolayı dahi her türlü hürmeti hak eder. Elbette genelde İslam kültürü özelde tasavvuf geleneği bu düstur, anlayış üzere oluşmuştur. Hâliyle insanın en temelde mükerrem oluşu birçok âdet ve gelenek meydana getirmiş ya da hâlihazırdaki âdet ve geleneklere sirayet ederek onları daha ince, daha canlı kılmıştır. Mesela, halk arasında bilinen yüze vurulmaz anlayışı bu düsturun neticesidir. Tasavvuf ehlinin de üzerinde durduğu yüze vurmamak ilkesi bu noktadan hareketle söylenir. Yüz aynı zamanda cemal sıfatının tecelli ettiği bir yerdir. Bundan dolayı başkasının yüzüne hürmet edilir. Yine aynı sebeple, spor faaliyeti olsa bile erbab-ı tasavvuf boksa dahi sıcak bakmaz.

    İnsanın mükerrem oluşunu ve bunun gündelik hayattaki tezahürünü Hz. Peygamber’in hayatında, onun gayrimüslimlere karşı hiçbir zaman ötekileştirici bir tavrının olmamasından görebiliriz. Günümüzde insanların, başkalarında gördüğü hatalara veya kötü fiillere karşı olumsuz davranışları bu açıdan tekrar düşünebiliriz. Başkalarında görülen kötü fiiller hiçbir zaman mubah veya uygun görülmez. Bu fiiller dışarıdaki insanlarda zuhur ettiğinde ise kişinin kendi iç dünyasındaki hatalara yönelmesi telkin edilir. Eskiler “Her günah bâde kadar sarhoş etseydi, bu dünyada ayık insan kalmazdı” buyurur. Bu anlamda, ayık olmak badeden beri olmak, emin olmak değildir. Ayık olmak kendi gölgenden, kendi kademinden öteye göz çevirmemektir. Ayık olmak gördüğün kusuru kendinde aramaktır. Ayık olmak her daim eller yahşı men yaman diyebilmektir. Kişinin başkalarının günahlarına veya kusurlarına değil kendi kusurlarına ve hatalarına bakarak ayık kalır. Bununla beraber, dini kabul ve ret manasında, insanın mükerrem kılınmasına yönelik şöyle bir yorum ortaya çıkar. Bu husus Birgivi Vasiyetnamesi’nde de geçer: Hz. Peygamber’in devrinden kıyamete kadar yaşayacak bütün insanlar onun ümmetidir. Bir kısmı bu davete icabet etmiştir, diğerleri de hâlâ davettedir. Ehl-i tasavvufa göre bu insanlara din anlatılmalı ve sevdirilmelidir fakat buradaki anlatılma meselesi yaşayarak ortaya koyulmayı ilgilendirir. Davetin muhatabı insanların akıl ve muhakeme gücüne sahip olduklarından neyin kötü neyin iyi olduğunu ayırt edebilirler. Bu basit bir propaganda, itici bir söylev ya da softaca bir tebliğ anlayışıyla yapılmamalıdır. İnsan bütün insanlığa gönderilmiş bu güzelliği yaşayarak göstermelidir. Muhatabının gözünün içine sokmadan, onun da mükerrem kılınmış bir varlık olduğu düşüncesini unutmadan yapmalıdır bunu. Muhatabın sizde bir güzellik varsa bunun kaynağının ne olduğunu sormasıyla bu uzun yol başlar. Sözlü anlatım ise her zaman karşıdaki kişinin bir eksiği olduğu ön kabulünü varsayar. Oysa, tasavvuf büyükleri şöyle derler:

    Kendini noksanını bilip arif ol,

    Kimsenin ayıbını gözetme gönül

    Yetmiş üç millete bir nazarla bak,

    Hak sevmiş yaratmış söz etme gönül

    İnsanın mükerrem kılınışı insanoğlunun başta akıl olmak üzere üstün niteliklerle donatılmış olmasını varsayar. Bu anlamda insan karşısındakini de dikkate alabilen bir varlıktır. Bu karşısındaki ne olursa olsun dikkate alabilir. Gerek İslam felsefesinde gerekse tasavvufi eserlerde insanın karşısındakini dikkate almak zorunda olduğu söylenir. Bunu bizatihi karşısındakinden dolayı ve dolayısıyla Allah’ın emri olduğundan dolayı yapar, çünkü insan mükerremdir, saygındır. Ancak bu saygınlığı bireysel anlamda düşündüğümüzde insana bir sınır da çizildiği söylenmelidir. Kur’an’da “Allah’ın çizdiği sınırlar” (Tilke Hududullah) ifadesi geçer. Bütün bu üstün vasfıyla beraber Allah’ın insana koyduğu birtakım sınırlar vardır. Mesela israfa dair çizgilerin çizilmesi eşyaya dair bir bilincin açığa çıkışını ifade eder. Bir nehrin yanı başında olsan bile suyun israf edilmemesi bildirilmiştir. Buradaki su kullanımı Allah için yapılan bir eylem olan abdest için bile geçerlidir. Burada böyle bir fiilde Allah’ın var ettiği eşyanın kötüye kullanımı yasaklanmıştır.

    Eşyaya karşı böyle bir tavrın yanında, insanın gurur yapmaması, böbürlenmemesi, başka insanları tahkir edecek tavırlarda bulunmaması da her zaman telkin edilmiştir. İnsan hayatının ve ona zarar vermemenin ölçüsü bellidir. Bir kişiyi öldürmek bütün insanlığı öldürmekle eş değerdir. Muhatabından zarar görsen dahi ona karşı aynı kötü muameleyi yapamazsın. Bu, elbette bir yanağına tokat yiyince diğer yanağını da dönmek demek değildir. Allah’ın koyduğu kurallar bellidir. Bu kurallar dahilinde tanzim edilmiş bir hukuk vardır. Bu hukukun yargısı vardır. Elbette ki hükümler çerçevesinde böyle bir fiilin cezası neyse verilir, verilmelidir. Adalet insan eliyle işlemez. Kurum ve otorite eliyle işler. Hülasası kişi kendisine kötü muamelede bulunana kendi başına karşılık veremez. Hakaret eden, fiili gerçekleştiren hukukun gerekliliğine göre cezalandırılır. Fakat hukukun ulaşamadığı, karışamadığı bir yer vardır. İnsanın kendisine yönelik eylemleri affetme yetkisi vardır ve bu da üstün bir davranış olarak nitelendirilmiştir.

    Benzer şekilde, kurban ibadetinde evsafı belirtilmiş birtakım hayvanlar Allah için kurban edilir. Kurban edilen hayvan sosyal ilişkiler esas alınarak taksim edilir. Ne sadece ihtiyaç sahipleri ne sadece yakın akraba ne sadece aile kıstas alınır. Taksim bunların hepsini içerir. Birini diğerine feda etmek adaleti duygusal bir tavra, ideolojik bir yaklaşıma kurban etmek demektir. İnsana bir özgürlük sınırı verilmiştir. Hz. Peygamberin uygulaması kurbanın üçe taksim edilip dağıtılmasıdır. Dağıtımın bu şekilde tesis edilmesinden maksat sosyal ilişkileri ve sosyal hayatı öne çıkarmak olsa gerektir. Elbette insanoğlu beslenmek için kurban etine ihtiyaç duyar. Ancak kurban ibadetinde dinin anlatısı beslenmenin ötesinde bir anlam içerir. Ayrıca kurban insanın Allah’ın emirlerini yerine getirmek olduğu için kurban hayvanına da hürmette kusur etmemesi gerekir. Bu maksatla hayvana hiçbir şekilde eziyet edilmez, gönlü alınır. Yani nasıl olsa kesilecek diye hayvanı incitemezsin, aç-susuz bırakamazsın. Hayvana bir konfor alanı temin edip bunun içinde o ibadeti gerçekleştirmek gerekir. Bunun gibi, adaletin olduğu kadar doğanın da muhafazası için aynı hürmete riayet edilir. Hayvanat ve nebatata ihtiramda bulunmak onun habitatını bozmamaktan, sürekli gelişen insan hayatının onlara yönelik olumsuz etkilerini bertaraf etmeye kadar birçok şekilde gerçekleştirilmesi demektir. Hz. Peygamber kıyametin kopacağını bilsen bile elindeki fidanı dikmen gerektiğini vurgularken birçok hususun yanında bu hususu da kastetmektedir.

    İslam düşüncesi ve tasavvuf geleneği insana ve evrene bütünsel bir bakışla bakar. Bu anlamıyla dünya insan merkezli değildir. Dünyayı çekip çevirmek, emanete gözü gibi bakmak, dünyayı güzelleştirmek elbette insanın vazifesidir. Evrende nitelikleri bakımından en üstün yaratık elbette insandır ama bu ona sınırsız yetki vermez. Kendine olduğu gibi doğaya zarar verebilme potansiyeli açısından da yine en büyük tehlike insandır. Burada mühim olan, insanın kendini merkeze koymamasıdır her ne kadar evren onu koysa da. İnsan bu merkeziyetini, Tanrı’nın ona vermiş olduğu nitelikler bakımından bütün varlıklarla birlikte paylaştığı için adaleti gözetmek zorundadır. Bu adalet hissini yitirdiği anda bireysel, toplumsal ve çevresel hayatın dengesi bozulur. İnsanoğlu neticede kıyamet kopmasa bile kıyameti koparabilecek kapasiteye sahiptir. Bu kapasitesini ancak kendisine eleştirel gözle bakarak dizginler. İnsanın sürekli kendisine bakmasının neticesi yalnızca muhatabı olan diğer insanlar için değil bütün hayvanatı, nebatatıyla birlikte topyekûn doğa için de iyi olacaktır. İnsan böylesi bir özeleştirel tavır ve ahlakla kendisine verilen nitelikler çerçevesinde hem kendisini hem de doğayı adaletli bir şekilde muhafaza edecektir. Yani insanın mahlukata ve çevreye karşı tutumundaki kemal, dengeli bir biçimde bütün bu ilişkileri gözeterek ortaya çıkacaktır.

    İnsanoğlu yaratılış itibariyle meleğin de şeytanın da ötesine gidebilecek kabiliyete sahiptir. “esfel-i sâfilîn”, yani sefillerin en sefili de olabilir, meleklerden üstün de. İnsanoğlu doğduğu zaman “ahsen-i takvîm”, yani en güzel şekilde yaratılmıştır. “Her doğan, İslam fıtratı üzerine doğar” hadisinde, İslam’ı güven manasında anlarsak insanın bu dünyaya başkalarının emniyetini gözetecek bir fıtratla geldiğini söyleyebiliriz. Bu fıtrat talim ve terbiyeyle kemal de bulabilir, zeval de. İnsan kendisine bakmakta ısrar ederken bu fıtrata sadakat göstermekte de ısrar etmiş sayılır. “El-emin”, Hz. Peygamberin en önemli sıfatıdır. Tarihî kaynaklarda açık bir şekilde görüldüğü gibi bu isim kendisine İslam’ın zuhurundan önce verilmiştir. Yani zaten kendisinden herkesin emin olduğu bir peygamber olarak yapmıştır tebliğini. Emniyet tebliğden evveldir. Kendinden emin olunmayanın söyleyeceği sözün de gerçekleştireceği fiilin de tesiri olmaz. İnsana ve doğaya zarar vermeyecek üzere yaratılmıştır. Fakat insana verilen teçhizatın içinde olan aklın kullanımı, Allah’ın çizmiş olduğu sınırların çerçevesini aştığında çevresine karşı emin olmaktan çıkar. Kıyamet kopmadan kıyameti koparabilecek kapasiteye sahip olduğundan insanoğlu, adaleti kaybettiğinde alçalır, insanlığından uzaklaşır. Hatta şeytan insanoğlunun yaptığı fiiller karşısında o kadar şaşırır ki ayette geçtiği üzere “Ben sizden uzağım,” der. Görüldüğü gibi şeytanı dahi ürkütecek bir kapasitesi vardır insanoğlunun. Aynı zamanda insanoğlu, meleklerin ötesine de geçebilir. Miraç hadisesinde, Hazreti Peygamber Cebrail’in ulaşabileceği sınırın ötesine geçmiş ve Yaratıcıyla meleklerin dahi ulaşamayacağı bir yakınlığa erişmiştir. Bu kapasite insana aittir, başka bir varlığa değil. İnsanoğlu iyilikte de kötülükte de görece sonsuzu gerçekleştirebilecek bir kapasiteye sahiptir.

    İnsan kendisine bakarken eleştirel olduğu kadar hoş nazarla da bakabilmelidir. Hoş nazarla bakmak ifadesindeki nazar, insanın davranışlarında sahip olduğu kanaati ifade eder. “Eşyada aslolan ibahadir” kaidesince, kendimiz dışındaki her şeye bakışımız bir hoşluk, iyilik içermelidir. Hukukta suçsuzluk karinesi, Mecelle’deki ifadesiyle “Beraat-i zimme asıldır”, suçlu olduğunu düşündüğümüz kimseye bile evvela böyle bakmamızı telkin eder.  İnsanın şahsi yargılarında da pozitif olandan başlamasını gerektirir demektir, bu hoş nazar. Kısacası, âlemde bulunan her şeye ve evrenin bizzat kendisine bu hoş nazarla bakmamız icap eder. Aynı şekilde kendi davranışlarımızı da gerçekleştirirken yine pozitif olanı seçmektir, hoş nazar. Yaratıcı ikisi arasında bizi muhayyer bırakmıştır, iyi ya da kötüyü seçme yetkisi bize aittir. İşte burada hoş nazarla bakmak, iyiyi seçmektir. Şeytan gibi olmaya, kötülüğe doğru özenmek değil, pozitif olanı tercih etmektir, hoş nazar. Çevremizde bulunan her şeye karşı olumlu değerlendirmeyi gerektirir.

    Bugün dünyada inanılmaz bir eşitsizlik var. Üçüncü dünya diye nitelenen ülkelerde yaşayan insanların, dünyanın bugün ulaştığı zenginlik ve kapasiteye rağmen yaşadığı şartlar ortadadır. Onca zenginliğe ve imkâna rağmen insanlığa layık olmayacak standartlarda yaşamaları da bir insanlık ayıbıdır. Eğer insanlık diye bir şeyin varlığından ve birtakım temel haklardan bahsedebiliyorsak, herkesin insanlığa layık bir şekilde yaşaması için bir şey yapabilmektir insanlık. Bugünün dünyasında, insanların temel haklarından uzak bir şekilde yaşaması, insanlık bakımdan insanoğlunun çok geride olduğunu açıkça ortaya koyar. Bu anlamda hoş nazar, hayat standartları olarak içler acısı durumda yaşayan insanların hâllerinden vicdani rahatsızlık duymaktan da geçer.

    *Araştırmacı, Yazar.