DÜNYAYA HER YERDEN BAKMAK

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Monika Kirloskar-Steinbach *

    Leah Kalmanson **

     

    Felsefe öğrencileri felsefe tarihini esasında iki ana ders üzerinden öğrenirler: “Antik felsefe” ve “modern felsefe”.[1] Atina şehir devletinde Sokrates’le başlar hikâye, kendisi deyim yerindeyse felsefenin gerçek bir maskotudur: muzip bir huysuz, güçlüye karşı hakikatin sözcüsü ve emsallerinin oluşturduğu bir jüri tarafından sadece bilgelik sevgisi (philosophia) sebebiyle infaz edilen bir şehit. O zamandan bize kalan Yunan kayıtları o bölgenin Mısır’a ve daha genişinde Akdeniz dünyasına olan entelektüel borcunu belgelese de günümüzde filozoflar Sokrates’i disiplinlerinin kurucusu olarak görme hususunda uzlaşmışlardır. Müstesna bir kişilik olduğunu söyleriz, çünkü kabul edilmiş normlar ve irdelenmemiş öncüller karşısında bağımsız eleştirel düşünceyi cesurca teşvik etmiştir. Onun yürekliliğini yüceltir ve bu felsefi değerleri öğrencilerimize aktarmak isteriz. Böylece hocalar “antik felsefe” derslerini Sokrates, onun öğrencisi Platon ve Platon’un öğrencisi Aristoteles etrafında kurgulamaya meylederler.

    Orta çağ felsefesi sıklıkla atlanır. Genelde bağımsız düşüncenin dinî dogmalara mahkûm olduğu bir gerileme çağı olarak tasvir edilse de bu bir basite kaçmadır ve orta çağ düşüncesi yine de uzmanların nazarında bir araştırma alanı olmayı sürdürür. Felsefenin hikâyesi modern dönemde René Descartes ile birlikte toparlanmaya başlar, inanması için öğretilen şeylerden emin olup olamayacağı hakkında duyduğu şüphe öğrencilere hâlâ bir yöntem olarak öğretilir. Bunun ardından modern düşüncedeki normal bir ders Immanuel Kant ve onun deyimiyle bir “devrim” ile sonlanır; bu devrim vasıtasıyla felsefe deneysel araştırmaya dost olan ama zoraki metafizik spekülasyonlara direnç gösteren bir yola girmiştir. Sonraki dönemde -çağdaş felsefe- uzmanlar analitik felsefe ve kıta felsefesi hattı boyunca bölünürler. Antik dönemden modern dönemlere kadar izlenen gelişimin hikâyesini her öğrenci kolayca anlatabilir. Öğrenim gördükleri yer neresi olursa olsun dünyanın dört bir yanındaki felsefe öğrencileri Sokrates, Descartes ve Kant mirasını paylaşır.

    Fakat felsefenin bu tarihinin de bir hikâyesi var. Neden bazı figürler kanona girdi de diğerleri görmezden gelindi? Olayların en doğru anlatımı bu mu? Yahut Sokrates’ten Kant’a uzanan bu hikâyenin her yerde yaygın hâle gelmesini açıklayan başka unsurlar mı var? Bu anlatıyı üreten tarih yazım metodolojisi, önceki devirlerin bir kalıntısıdır. Felsefenin kökenlerinin sadece Atina’ya dayandığı yönündeki iddialar günümüz tarihçilerinin irdelemesine pek dayanamamıştır. Africa, Asia, and the History of Philosophy: Racism in the Formation of the Philosophical Canon, 1780-1830 [Afrika, Asya ve Felsefe Tarihi: Felsefi Kanonun Oluşmasında Irkçılık] (2014) eseri içindeki Peter K. J. Park’ın muazzam araştırmasının gösterdiği üzere Yunanların felsefe tarihindeki eşsizliğine dair iddialar 1700’lerin sonunda ortaya çıkmıştır, yani Avrupa’da yeni beliren sahte ırk biliminin Yunanlara “beyaz” vasfını atfetmeye ilk kez imkân verdiği sıralarda. Böyle ırk temelli düşünce, dünya tarihinin geliştiğini varsayan evrimci teorilerle bağlantılıydı; bu düşünceyi destekleyenler sayıca az olsa da Kant ve daha sonra G. W. F. Hegel gibi muazzam etkili isimler de onlara dahildi. Bu iki isim de ırk temelli evrimci modeli felsefi tarih yazımıyla alakalı eserlerine dahil etmiştir; onlara göre felsefe beyaz ırka özgü bir alandır, güya doğuştan gelen biyolojik özellikler böyle gerektirir.

    Felsefe tarihi yazmaya yönelik başka birçok yaklaşım daha vardı. Park, 1500’ler ile 1700’ler arasında gerçekleşen 20’den fazla felsefe tarihi yazımı girişimini inceler; bu girişimler Mısır, Hindistan ve Çin başta olmak üzere dünyanın diğer bölgelerinden erken dönem birçok filozofu bünyesinde barındırır. Fakat bu felsefi anlatılar galip gelememiştir. Zaman içinde, Park’ın “ırk bilimi” dediği şeye dayanan hikâye kök salmış ve yerini sabitleştirmeye de devam etmiş, çünkü hem “antik” dönem hem de “modern” dönem için ihtiyaç duyduğumuz müfredatta geleneksel içerik yelpazesinin temelini oluşturmuştur.

    Peki felsefenin geçmişini çeşitlendiren muhtelif tarih yazımlarına kıyasla bu anlatının popülerliğini sağlayan şey ne olmuştur? Kuşkusuz, 1800’ler ve 1900’ler boyunca Avrupa’nın sömürgeci ve emperyalist amaçlarıyla aynı hattı izleyen anlatılar siyasi açıdan da fayda sağlıyor ve bu sebeple önem kazanıyordu. Ancak tek sebep bu değil. Bu aynı dönem boyunca baskın paradigma hâline gelen bilimleri felsefenin kendisine model alması da burada etkili olmuştur.

    Bir “bilim” olarak felsefe sadece metafizik spekülasyonlardan değil, “ruhani alıştırmalar”dan da el etek çekmiştir, ne var ki bu alıştırmalar bir zamanlar Yunan felsefe faaliyetinde temel bir niteliğe sahipti, kendini yetiştirme ve dönüştürmeyi amaçlayan bir “yaşam biçimi” olarak görülüyordu. Metodoloji açısından baktığımızda felsefe 1989’da Thomas Nagel’in “dünyaya hiçbir yerden bakmak” dediği yere, yani bağlamdan kopuk, bedeninden ayrılmış bir gözlemcinin müstakil perspektifine çıkmıştır. Eleştirel mesafe kapasitesi bir fayda sunsa da bağlama sokma yerine soyutlamaya yapılan aşırı vurgu nedeniyle felsefe kendi çabalarının tarihsel ve kültürel yerleşikliğini dikkate alma konusunda kifayetsiz kalmıştır.

    Günümüzde “hiçbir yerden bakmak” filozoflar arasında özellikle etkili ve evrensel iddialar oluşturmak istediklerinde yaygın bir alışkanlık hâline gelmiştir. Gerçi tuhaf biçimde hiçbir yerden bakmanın kökenlerini derinlemesine sorgulamazlar. Sonuç olarak, nesnellik iddialarının irdelenmemiş önyargılarda kök saldığını göremezler. Bu görüş modern Avrupa’da sömürgeci ve emperyalist uygulamaların hükmettiği bir dünyada filizlendi, burada Avrupalı filozoflar sahada gelişen olaylardan sıyrılmış bir bakış açısını sadece kendilerinin benimseyebileceğini düşünüyorlardı. Bir yaşam biçimi olarak değil de bir bilim olarak felsefeyi sadece onlar izleyebilirdi.

    Felsefe tarihinin arka planına baktığımızda “hiçbir yerden bakmak” meselesinin ardında gizlenen ırkçı anlatıyı görmezden gelmek çok zordur. Yakın zamanda Charles W. Mills’in The Racial Contract [Irk Sözleşmesi] (2014) eserinde gösterdiği üzere bu anlatı akademik felsefeyi günümüze kadar şekillendirmiş “beyaz cehaleti” yansıtıyor. Mills ve diğerlerinin ifade ettiği üzere felsefenin sözde tarafsızlığı sadece kültürel yerleşikliğini değil aynı zamanda kültürel şovenizmini gizlemeye de hizmet ediyor. İdeal dünya hakkında ya da gerçek olaylardan soyutlanmış bir teori dünyası hakkında tartışmaları teşvik eden metodolojiler, bedenlerinden arınmış düşünürler olarak kendilerini tanımlamaya alışmış uygulayıcılar söz konusu olduğunda, nihayetinde felsefenin analitik berraklığa sadakatini baltalamaktadır.

    Dünyanın gerçek merkezi olarak kendini konumlandırmış Batı Avrupa etrafında şekillenen böyle bir bağlamından kopuk anlatı, dünyanın başka taraflarından ödünç alınan şeyleri görünmez kılar. Bu durum günümüzde dünya genelinde akademik felsefeyi icra etme modelinin içine işlemiş dünya felsefelerine dair kasıtlı bir cehalet yaratır. 1998’de Kwasi Wiredu’nun dediği gibi “felsefi bir yeni sömürgecilik” ile sonuçlanmıştır. “İnsan”, “medeniyet”, “insan gelişimi”, “özgürlük” ve benzeri kavramlar Avrupalı emperyalist yayılmacılığa ve sömürgeciliğe derin hatlarla bağlanmıştır, fakat felsefenin güya soyutlaştırma faaliyeti nedeniyle siyasi bağlamlar karartılmıştır. Kısacası, bu kavramlar Avrupalı olmayan halkların ötekileştirilmesi sayesinde geliştirilmiştir; beyaz, varlıklı, eril, Avrupalı ve felsefi kişiliğin kendini doğal bir gözlemci kisvesi altında insan aklının merkezinde konumlandırması da buna yardımcı olmuştur.

    Bu kavramlar günümüzde Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki bağlamlara uygulandığında dışlayıcı tarihlerini beraberlerinde getirmeye devam ediyorlar. Avrupa ve muhayyel “Batı”yı insan aklının tek kaynağı olarak yansıtmayı sürdürüyorlar, buna karşın ihraç edildikleri bağlamları da ilerlemeden, özgürlükten, medeniyetten vesaire yoksun hâlde sınıflandırıyorlar. Kavramlar anlamların tarafsız taşıyıcıları değildir. Vakti geldiğinde “dünyaya hiçbir yerden bakmak” dünyaya bir yerden bakmaya dönüşür.

    Aşama aşama olsa da durum değişiyor. Dünya çapında sayıları artan araştırmacılar ana akım felsefenin kendini sunumuna direnmeye ve Vrinda Dalmiya’nın Caring to Know [Bilmeyi Önemsemek] (2016) eserinde belirttiği üzere akademide cereyan eden “adaletsiz ayrıcalıkların muğlak sorunları” ile ilgilenmeye başlamışlardır. Bazı felsefe bölümleri müfredatlarını dünya çapında çeşitlendirmek için işe alım usullerini değiştirmeye yönelik ilk teşebbüsleri üstleniyorlar. En azından bunlardan bazıları yapısal değişimleri yerine getirmeyi taahhüt etmiş görünüyor, böylece Avrupa merkezli olmayan tarih yazımları, metodolojiler ve alt alanlar bünyesinde eğitim görmüş hocalar filozof muamelesi görebilirler. Peki gereken yapısal değişikliklerin yapısı ve menzili ne olacak?

    Bazı öneriler zaten masada. Jay Garfield ve Bryan von Norden’ın çok tartışılan önerisine göre felsefe bölümleri faaliyetlerine göre yeniden isimlendirilmelidir (Taking Back Philosophy: A Multicultural Manifesto) [Felsefeyi Geri Almak: Çokkültürlü Bir Manifesto]. Yani, bölümler sadece Avrupa ve Kuzey Amerika içeriğine odaklanıyorsa, kendilerine “Avrupa ve Amerika Felsefesi Bölümü” demelidirler. Bazı akademisyenler de aşamalı biçimde hâlâ geçerli olan kanonunun ders müfredatına dünya felsefelerinin entegre edilmesi yoluyla felsefeyi çeşitlendirmeyi önermektedir.

    Dizi editörleri olarak “dünya felsefeleri yaklaşımı” adını verdiğimiz ortak çalışmamız bünyesinde bu muhtelif değişim çağrışımlarını dikkate alıyoruz. Bu perspektiften bakıldığında, bu felsefeler egemen felsefi paradigmaya göre kıstırıldığında, dünya felsefe geleneklerinin mevcut akademik düzeneğe dahil edilmesi pek mümkün olmayacaktır. Disiplinimiz dahilinde “muhtelif” alanların aldığı payı kolayca artıramayız, çünkü bu alanlar eşit konumlanmış değiller. Bu sebeple filozoflar, sömürge sonrası akademik faaliyetlerin çekişmeli alanı dahilinde iktidar mücadelesine giren kavramları eleştiriye tabi tutarak ve bir maksat gözeterek kullanmalılar. Egemen bir söylemi başka bir egemen söyleme dönüştürmeden (örneğin Avrupa merkezciliği Çin merkezcilik yapmadan) filozoflar akademide devam eden güç farklılıkları gerçekliğini idrak etmeliler. Müfredat oluştururlarken stratejik davranmalılar ki egemen faaliyetlere sürekli müdahale edebilsinler.

    Peki 1700’lerin ırk temelli düşüncesinde kök salan kültürel gelişimdeki hiyerarşiler hakkında irdelenmemiş varsayımlara bulaşmadan dünya felsefesi geleneklerini “antik”, “orta çağ” ve “modern” dönemlerine nasıl dahil edebiliriz? Modern dönemin Avrupa’da 1500’ler gibi erken bir dönemde başladığını ancak Çin’de 1912’ye kadar başlamadığını öğrencilere açıklamak şahsen bize çok zor geliyor, ki zaten tarih yazım ayrışması da burada hemen göze çarpar. Bu tarih yazımını meşru kılmak için kimin ölçüm aletlerini kullanacağız? Burada bir kültürün diğerinden daha hızlı ilerlediğine dair zımni bir varsayım yok mu?

    Örneğin dünya tarihinin haritasını çıkarmak için Çin’deki tarihçilerin kendi ölçüm araçlarını uyguladıklarını düşünelim. Elimizdeki tarih yazıları en azından Chunqiu (春秋, İÖ 722-481, Lu devletinin klasik yıllıkları) ve Zuozhuan (左傳) gibi rehber şerhler dönemine kadar geri gider. Bu metinler Savaşan Devletler döneminde (İÖ 475-221) mevcut hâlini almıştır ama daha evveline giden hususları da içerirler. Chunqiu metninin düzenlemesi Kongzi’ye (孔子) ya da bizzat Konfüçyüs’e (İÖ 551-479) atfedilir, bu itibarla “tarihin babası” olarak adlandırılan Herodotos’tan (İÖ 484-425) muhtemelen öncedir. İlk önemli âlimler arasında “büyük tarihçiler” ya da saray katipleri (taishi, 太史) Sima Tan (司馬談, İÖ 165-110) ve onun oğlu Sima Qian (司馬遷, İÖ 145-86) da vardır.

    “Dünyaya hiçbir yerden bakmak” diye bir şey belli ki yok. Tarih anlatıları muğlaktır, birbiri üzerine biner ve birbirine bağımlıdır. En azından günümüzde herhangi bir bölümün bu meseleyi toptan halledeceğine inanmıyoruz. Dünyanın farklı felsefelerinde uzmanlaşan birçok kişiyi işe almak finansal açıdan imkânsız olabilir ve farklı gelenekleri alıp sırıtmayacak şekilde mevcut müfredat içine yerleştirmek zaten konuşulan birçok sorunu ve çıkmazı da beraberinde getirecektir.

    Ancak filozofların asgari düzeyde yapabilecekleri ve yapmaları gereken bir şey var: Mevcut müfredatın içeriklerini öğretirken öyle bir yol izleyebilirler ki ırk temelli tarih yazımı ve Avrupa merkezli yöntemlerin disiplin için nihai olduğu izlenimini savuşturabilirler. Böylesi gerçekçi bir amaç olabilir. Bir diğer deyişle, tarihçi Dipesh Chakrabarty’nin ifadesini ödünç alacak olursak “felsefeyi çeşitlendirmeye” çıkan tek yol “Avrupa’yı taşralaştırmaktır.” Bu amaçla birçok bölüm için makul bir hareket planı öneriyoruz: “Antik felsefe” ve “modern felsefe” tarihi dizilerinizi gözden geçirin ve tarihsel bağlamın yanı sıra bugün sahada gerçekleşen faaliyetleri de bu diziler içinde yansıtın. Bu sınıflandırmaları da gündeme alın ve onları öyle bir öğretin ki Akdeniz dünyasındaki ve Avrupa’nın imparatorluk ve sömürgeci dönemlerindeki belirli bağlamları yansıtsın. Bunu gerçekleştirmek için filozoflar uygun bir terminoloji kullanıp felsefe derslerinin tarihsel içeriklerini gerektiği gibi düzeltmelidir.

    Sokrates’in Atina şehir devleti ticari ve kültürel bir alışveriş şebekesi içine derinden gömülüydü; bu şebeke günümüz İtalya ve Yunanistan’ındaki birçok devletin yanında Kuzey Afrika’dan günümüz Türkiye’sine kadar Akdeniz dünyasını kat ediyordu. Atinalılardan bahsederken Akdeniz bağlamını da hesaba katarak söylemimizi düzelttiğimizde “antik Yunanların” zengin, büyüleyici ve tarihsel açıdan doğru kültürel çeşitliliğini öğrencilere aktarmak için uzun bir yol kat etmemiz gerekecek. Ancak dersin içeriğini ayarlamak tek başına bir sorun teşkil etmeyecektir, çünkü lisans öğrencilerine “antik felsefe” öğretmek için görevlendirilen birçok hoca zaten alanın uzmanı değil, yani antik Yunanca okuyamıyoruz, Sokrates, Platon ya da Aristoteles üzerine yayın yapmıyoruz, üstelik dersi vermeye yetkin hâle gelmek için önemli ölçüde hazırlık yapmamız gerek. O hâlde belirli düzeyde ek bir araştırma yaptıktan sonra Miletli Thales’i (İÖ 7.-6. yüzyıl), Mısırlı Irsesh’i (İÖ 12. yüzyıl) ve hatta 350-415 yılları arasında Roma idaresindeki Mısır’da yaşamış Yeni-Platoncu bir kadın olan Hypatia’yı (o da Sokrates gibi felsefe şehidi olmuştur) müfredata koymak makul gözüküyor. Böylece Sokrates ve Platon’un kültürel bağlamları, entelektüel mirasları ve günümüze kadar gelen etkilerinin çok daha karmaşık bir manzarasını öğrencilere sunmak mümkün olacaktır.

    “Modern felsefe” derslerine gelecek olursak, konuşma alışkanlıklarından hareketle öğrencilerin kolayca anlayacağı üzere Aydınlanma ile Avrupa’nın imparatorluk ve sömürge idaresi arasında yakın bir ilişki vardır; bazı “modern” filozofların sömürgecilik, emperyalizm ve köle ticareti hakkındaki söylemlerle derinden meşgul olduğu da yine burada göze çarpacaktır. Charles W. Mills, Lucius Outlaw Jr, Robert Bernasconi, Ofelia Schutte ve Emmanuel Chukwudi Eze gibi düşünürlerin uzun zaman boyunca vurguladığı üzere “modern” filozofların siyaset felsefesi, beyaz olmayanların insan altı statüsü hakkındaki bilinen inançlarına neredeyse yapışıktır. Kant tüm rasyonel varlıkların doğuştan gelen haysiyete sahip olduğunu savunur, ancak Afrikalıların ve Amerika yerlilerinin felsefede ihtiyaç duyulan yüksek düşünme kapasitesine biyolojik bakımdan sahip olmadığını söyler. John Locke’a göre tüm insanlar belirli doğal haklara sahiptir ve bunlar her meşru siyasi otorite tarafından tanınmalı ve korunmalıdır, ancak aynı Locke Carolina Anayasasının kölelik savunusunu kaleme alan kişidir. Öğrencilerimiz bu bariz çelişkiler üzerinde kafa yormaktan asla çekinmezler.

    Kanona ait “modern” filozoflar ve onların düşünceleri Avrupa’nın imparatorluk ve sömürge dönemlerinin tarihsel ve siyasi bağlamları çerçevesinde ele alındığında bu çelişkilerin çözümleri de bulunabilir. Bu filozofların önce özgürlük, eşitlik, evrensel haklar ve anayasal yönetim gibi Aydınlanmanın siyasi ideallerini tasarladığını, sonra da köleliği ve sömürgeciliği savunarak kendileriyle çeliştiğini kastetmiyoruz. Bilakis, meşru devlet gücünün rasyonel temellerini ifade etmeye yönelik girişimleri, Afrika ve Asya’daki despot addedilen rejimlere nispetle Avrupa yönetim modellerinin üstünlüğü hakkındaki iddialarıyla derinden bağlantılıdır. Siyasi projeleri başlangıçtan beri emperyalizm ve sömürgecilik üzerinden Avrupa modellerinin yayılımını meşru kılmayı hedeflemiştir. Nihayetinde, emperyalizm ve sömürgecilik uzun zamandan beri dünyayı iyiliğe götüren uygarlaştırıcı güç olarak görülüyordu. Bu açıdan bakıldığında mezkûr kanona ait modern filozofların köleliği ve sömürgeciliği savunan çeşitli görüşleri daha az kafa karıştırıcı görünür. Hocalar, konuşma alışkanlıklarının bu meseleleri muğlaklaştırmaktan çok berraklaştırdığından emin olduklarında disiplinin çok değer verdiği analitik berraklığı takip etmeye öğrencileri de davet edebilecekler.

    Özgürlük, eşitlik, evrensel haklar ve anayasal yönetim fikirleri elbette müfredatta kalmalı. Öğrenciler, bu fikirlerin ardındaki felsefi teorileri öğrenmeye devam etmeli. Fakat “modern” felsefeyi tarihsel, toplumsal ve siyasi bağlamından ayıran mevcut faaliyet durmalı. Doğru bir tavır değil bu ve öğrencilere zarar veriyor. Öğrenciler, miras aldıkları dünyayı daha iyi anlamak istiyorlar. Buna karşılık öğretmenler de “modern felsefe”nin arka çıktığı cehalet epistemolojisine direnmeli ve dersin standart modellerine siyasi tarihi dahil etmek için gereken araştırmayı yapmalı. Zorunlu derslerdeki bu asgari önlemler eleştirel becerileri ve kendi hakkında düşünmeyi teşvik etme iddiasındaki bir disiplinin esas suretini daha iyi sergileyebilir.

    Bir bölüm müfredatındaki ders başlıklarını değiştirmek çoğu zaman gerçekçi değildir, özellikle de bölümler bu kadar kontenjan doldurma baskısı altında olduğunda. Dolayısıyla “antik felsefe” hakkındaki bir ders katalogda yeniden isimlendirilmese de mesleki söylemlerimizdeki standart konuşma alışkanlıklarımız daha kapsayıcı hâle getirilebilir. Burada sunulan görece basit önlemler bir felsefe tarihi müfredatı oluşturacak ve bizce ırkçı ve kültürel özcülüklere direnmenin yanında üst üste binen ve birbiriyle bağlantılı anlatılardan müteşekkil tarihsel kayıtların tüm karmaşasını daha iyi yansıtacaktır.

    Felsefe anlatılarını dallandırmaya çalışırken yıllar boyunca dünya felsefeleriyle kurduğumuz sürekli ilişkiler vasıtasıyla benzer düşündüğümüz meslektaşlarımızla iş birliği içinde fark yaratmayı öğrendik. O meşhur Avrupa aklı, Avrupa merkezli olmayan bağlamlara dönüştürülmeden kolayca uygulanmaz. Başka durumlarda da noksan sonuçlar doğurur, üstelik Avrupa felsefesine uygulandığında bile. Bu başarısız sonuçları kabul etmek yerine filozof Helen Verran’ın Contested Ecologies [Tartışmalı Ekolojiler] (2013) eserinde “epistemik huzursuzluk” dediği şeyle doğrudan yüzleşmeyi öğrendik ve rahatımızı bozan gerilimlerle yaşamayı uygun gördük. Böylece zihinsel prangalarımızdan kurtulmanın ve standart bilme yollarını yeniden düşünmenin mümkün olduğunu anladık. Öğrendiğimiz bir başka şey de kendini belli eden felsefe dünyalarını anlamlandırmada kavramsal çerçevelemenin ve bağlam özgünlüklerine riayet etme niyetinin çok önemli olduğu.

    Disiplindeki geleneksel öğretilere direnen filozoflar zengin felsefe dünyalarıyla karşılaşacaklar; bu dünyalar, örneğin, zihin-beden zıtlığı vazetmeyecek veya toplumsal ilişkileri insan / insan olmayan ekseninde iki kola ayırmayacak. Avrupa felsefesinin kullandığı standart karşılaştırma araçlarını benimseyen filozofların bu dönüşümü gerçekleştirebilme ihtimalinden şüphe duyuyoruz; çünkü yeni felsefi araçlar ve faaliyetler gerekli. Aynı şekilde, dünya felsefelerinin alan araştırmaları dahilinde incelenmesi gerektiğinden de şüphe duyuyoruz örneğin, Asya çalışmaları, Budist çalışmaları vs. Bazılarına göre bu alan araştırmaları Avrupa dışındaki dünya bölgeleriyle sürekli ilişkisi sayesinde ana akım akademik felsefeden ve onun egemen anlatısından bağımsız olan güvenli entelektüel alanlar sunabilir. Fakat bu makul bir seçenek değil, çünkü dünyanın çoğu yerinde felsefe bölümleri disiplin dışından gelen birini nadiren işe alırlar demek ki Asya çalışmaları programından mezun olmuş biri felsefe bölümünde asla ders veremeyecek. Dolayısıyla, egemen anlatıları destekleyen maksatlı cehalet doğrudan disiplin dahilinde sorgulanmalı ve iş birliği çabası dahilinde sonlandırılmalıdır. Disiplinimiz, bu görevi yüklenecek gerekli araçlara sahiptir.

    Bizler şanslıydık çünkü farklı kıtalardan hocalarımız oldu ve en inandırıcı felsefi pozisyonun yalnızca kendi geleneğimiz içinde bulunabileceğini varsaymamız için hiçbir neden olmadığını bize öğrettiler. Felsefi bir iddia olmaya çalışan her iddia dikkatle incelenmeli. Disiplinin kendi hakkında anlattığı hikâyeler de buna dahil; ayrıca felsefedeki çeşitliliğin bir şekilde sadece felsefi muhakemeyi sulandıracağı iddiasını da buraya ekleyebiliriz. Avrupa felsefesi ve dünya felsefeleri üzerine yaptığımız çalışmalar bu iddianın kıymetsiz olduğunu bize gösterdi. Dünya çapında sayıları gittikçe artan filozoflar tıpkı bizim gibi felsefe hakkındaki standart anlatıyı destekleyen olası nedenlere rağbet etmeye pek istekli değiller. Dünya felsefesi projesinde birlikte çalıştığımız birçok ulustan araştırmacılar bizi başka meslektaşlarımızla bir araya getirdi, onlar da standart felsefe anlatısının dar görüşlülüğüne direnmemiz gerektiğini söylediler, özellikle de sağlam felsefi muhakemeyi engellemek istediğinde. Akademik felsefe gerçekten de birbirine dolaşık ve karmaşık dünyamızı anlamlandırabilir. Fakat bunu yapmak için uygulayıcılar çeşitlenen felsefenin dalları vasıtasıyla dikkatlice düşünmeliler.

    Avrupa merkezli felsefi kanon ile birbirine dolaşık bir dünyadaki yaşamlarımız arasında bir kopukluk sezerek bizi uzun zamandır uyaran kişilerden destek alıp söyleyecek olursak, akademik felsefeyi daha kapsayıcı kılmanın yeni, yaratıcı ve gerçekçi yollarını keşfetmek için vakit geldi. Nihayetinde yaşadığımız dünyayı anlamlandırmak için kullandığımız çok önemli bir araç bu.

     

    *Prof. Dr., Felsefeyi Çeşitlendirme Kürsüsü, Amsterdam Vrije Üniversitesi

    ** Doç. Dr., Felsefe, Kuzey Teksas Üniversitesi

     

    [1] Bu makale Aeon’dan alınmıştır: https://aeon.co/essays/how-academic-philosophy-can-become-truly-diverse-and-global