DEVLET VE DİN ARASINDA İNSAN

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Selman Bayer

    Bugün insanlığın bir kriz içinde olduğu açık. Din-milliyet, özgürlük-güvenlik, yerel-küresel gibi birtakım ikiliklerin arasında bocalayıp durduğu ortada. Bunun yanında mezhep farklılıklarından, yerel kimliklere varana kadar sürekli bir bölünmeye maruz kaldığı, zorunlu ama insani olmayan bir tercihe zorlandığı aşikâr. İnsan bütün bu farklılıklar arasında yolunu kaybetmiş gibi görünüyor. Aydınlanmanın insanının olduğu kadar, Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi olarak kabul edilen insanın da hayatına devam edebilmesi için yalnızca pratik olarak değil, ontolojik olarak da kendinden feragat etmesi, fedakarlıkta bulunması gerekiyor. Bu feragat ve fedakarlıklar neticesinde de gittikçe daha az insan oluyor. Bu krizde başrolü üstlenen iki köklü kurum var. Devlet fikrinin günümüz tezahürü ve temsilcisi olan ulus devletler ile geçmişteki görkemli günlerine olan özlemini fırsat buldukça dile getiren din. Bu iki gücün muhataplarıyla ya da birbirleri arasındaki iktidar mücadelesi kıyasıya devam ediyor. Bu mücadelede hem din hem de devlet gücün ve çatışmanın verdiği yorgunluk ya da ihtirasla meşru kurumsallığını mütemadiyen zayıflatıyor. Bu zayıflığın faturası da insana çıkıyor elbette. Diğer yandan, insanoğlu bu sıkışmışlığın getirdiği paralize durumun yanında teknolojinin gelişimi ve dayattığı yeni dünyevi tavırların baskısıyla yeni bir tehditle de karşı karşıya. İdeal olarak dünya var olalı beri bir kültürü, geleneği olan insanın, bu sefer gerçekten tahtından edilmesi söz konusu. Bu durum da insanlığın karşı karşıya olduğu krizi ayan beyan ortaya çıkarıyor.

    Geleneksel anlayışa göre insanın yeryüzündeki en değerli varlık olduğu düşüncesi hâlâ geçerliliğini sürdürmekte elbette. Fakat bu düşüncenin pratik ya da ontolojik tezahürlerinin ve etki alanının sürekli törpülendiği ortada. Yalnızca çağın ruhunun ete kemiğe büründüğü kurumların despotik ve zorlayıcı tutumuyla değil yapay zekâ gibi yeni teknolojilerin insanı daha da etkisizleştirme tehlikesiyle de baş etmek zorunda. Elbette bu büyük bir kriz ve katı bir şekilde ilerlemeci ve rekabetçi bir dünyada bu krizin hakkıyla değerlendirildiği de şüpheli.

    Genel olarak dünyanın ve orada varlığını devam ettiren insanlığın hâli bu durumdayken, bu topraklarda daha belirgin bir kriz söz konusu. Farklı saiklerle geçmişin yükünden ve anlamsız borcundan kopamayan insanın kurumsal anlamıyla devlet ve din arasında sıkışmışlığı ciddi bir kriz. Bu krizin dünya genelinde fark edildiği kadarıyla fark edilmiyor oluşu buna yönelik bir eleştirel söylemin yokluğu durumu daha da trajik hâle getiriyor. İnsanın trajedisi antik dönemlerde olduğu gibi yeniden görkemli bir metne dönüşmek için demleniyor gibi. Bunu yapacak olan da halefleri gibi elbette yine sanatın gölgesinde gölgelenenler arasından çıkacak.

    Muhtemel yanlış anlamaların önüne geçmek için bu satırların yazarının ideal anlamda devlet ve dinle herhangi bir problemi olmadığı şerhini düşmek gerekir sanırım. Fakat yine aynı şekilde insanın devletten de dinden de üstün olduğu inancına sahip olduğunu not etmeli. Devlet en basit itibariyle bir arada huzur içinde yaşayabilmek için bulunan en yaygın ve en köklü kurum olarak reddedilemez bir konumda. Tarihi örneklerine bakıldığında en makul olan düzenleyici organizma olduğu da açık. Din ise kendi iradesi ve işleyişi olan devletin ruhu olarak hayatına devam eden en kadim gelenek. Faşizm, sosyalizm ve kapitalizme kadar birçok ideolojinin uygulamadaki görkemli yanlışlıklarının ve getirdiği felaketlerin bile gayet makul ve soğukkanlı bir şekilde savunulduğu bir düşünce ortamında bütün bunlardan çok daha kadim, derinlikli ve işlevsel olan bir geleneğin, kuru bir ezbere dayanılarak yok sayılması ya da küçümsenmesi adil değil. Fakat bu iki kurumun tarihin farklı dönemlerinde uygulanış biçimlerindeki yanlışlıkları, aşırı yorumlarına itiraz etme hakkı baki.

    Semavi dinlerin tarihi bir yerde farklı yorumların çatışmasının, savaşının ve münazarasının da tarihi aslında. Tarihin herhangi bir dönemindeki tartışma üzerine bir değerlendirme yapıldığında dayanılan paradigmaya göre farklı sonuçlar ortaya çıkabildiğini de kabul etmek gerekir. Fakat en güçlü ve reddedilemez olan şey, başta tarif edildiği şekliyle insan. Yani dinin ve devletin dünyanın emanetçisi olan insanlığa bahşedilen, onun icat ettiği birtakım kurumlar olduğunu kabul ederek bakıldığında çok daha sağlıklı bir değerlendirme yapılacağı muhakkak. Ancak böylesi bir değerlendirme neticesinde insanın geleceğine dair sağlıklı bir projeksiyon ortaya çıkabilir.

    İnsan, temsil ettiği manası, aidiyeti ve kökeni itibariyle dinden de devletten de öncedir, üstündür ve kıymetlidir. Devlet insanın kendisi ve ötekisiyle olan ilişkisinde ihtiyaç duyduğu düzen için verdiği cevaptır. Doğası itibariyle insandan üstün olması mümkün olmadığı gibi onunla aynı terazide de tartılamaz. Din ise Tanrı’nın buyruğu olmakla birlikte insan içindir. Metafizik (dikey) anlamda olmasa da sosyolojik (yatay) olarak bir kültürel birikim ve gelenektir. Şeksiz şüphesiz bir kutsiyete rağmen farklı ve yanlış yorumlamalarla dolu bir tarihe sahip olduğundan uygulamalardaki yanlışlıklar dolayısıyla temkinli yaklaşılması gerekir. Hülasası, her iki kurumun da sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi ancak insan merkeze alındığında mümkündür.

    İnsan hayat, ahlak ve zanaat temelleri üzerinde kendini inşa eden aynı anda hem aciz hem de kudretli bir varlıktır. Hayat şahsiyeti, ahlak maneviyatı, zanaat ise liyakati inhisarında bulundurur. Hayatın olmadığı yerde ahlak ve zanaatın bir anlamı kalmaz. Hâliyle şahsiyeti olmayan insanın maneviyatı ve zanaatı güdük kalır ve birtakım maddi ve manevi kisveyle arzı endam eden kurumlar ya da otoriteler tarafından manipüle edilmeye müsait hâle gelir. Örneğin Arendt’in yorumunu kabul edersek Adolf Eichmann’ın aslında ahlak ve liyakat anlamında bir problemi olmadığı ortadadır. Oysa bir zulüm makinesi olduğu da ortadadır. Hayat insanın temel hakkıdır. Şahsiyet de onun tezahürüdür. Hâliyle Eichmann’ın bir zulüm makinesine dönmesi hayatı parantez içine almasıyla mümkün olmuştur. Hayatı yani şahsiyeti, yani ontolojik varlık olarak insanı paranteze alan bir ahlakın meşruluğu olamayacağı gibi, liyakatin de bir meşruiyeti olmaz. Yani insandan söz edeceksek birini diğerine kurban etmeden, birini diğerinden daha değersiz kılmadan bu üç temeli de aynı anda, aynı oranda zikretmek elzemdir.

    Kubbealtı Lügati’ne göre şahsiyet bir kimsenin şahsına ve nefsine ait özelliklerin, ruhi ve manevi niteliklerin bütünüdür. İslam Ansiklopedisi’ne başvurduğumuzda biraz daha geniş bir izaha rastlarız. “Sözlükte ‘fert, kişi, birey’ anlamındaki şahstan oluşturulmuş yapma mastar olan şahsiyyetin kökü şuhûs “yükselmek, uzaktan görünmek”, şahâset ise “irileşmek, büyümek” demektir. İslam ahlakçıları insanın her bakımdan gelişip olgunlaşmasının tabiat ve sanat denilen iki temele dayandığını söyler. Allah vergisi ve irade dışı olan tabiat doğuştan sahip olunan özellikler, yetenekler ve davranış eğilimleridir, bunların her birine garîze denir. Sanat ise kişinin kendi tercihleri, yaşantıları ve etkileşimleri sonucu elde ettiği ikinci tabiat ve karakterdir.”

    Yine Kubbealtı Lügati’ne başvurduğumuzda, ahlakın insanın iyi ve kötü huylarını havi olan tabiatı olduğu kadar insanı manen yükselten iyi huyların bütünü anlamına geldiğini görürüz. İslam Ansiklopedisi ise daha müstakil ve geniş bir ahlak tanımı verir. Kabile ve soy sop (hasep nesep) anlayışı yerine Allah’ın bütün yaratıklarına karşı merhametli olmayı, beşerî ilişkilerde dürüstlük ve güvenilirliği, karşılıksız sevgi ve fedakârlığı, samimiyet ve iyi niyeti, kötü eğilimlerin bastırılmasını ve daha birçok faziletleri ihtiva eden bir erdem olarak telakki eder.

    Liyakat ise sözlük anlamıyla layık olma, uygunluk manasına gelir. Daha çok mesleki anlamda bir karşılığı olan ve ehliyet ile birlikte kullanılan liyakat kamu yönetimi bağlamında Batı’daki meritokrasi kavramıyla eşleştirilen bir kavramdır. Köken itibariyle Arapça olan kelime layık olma, yeterli olma, kifayet anlamlarına gelir. Kavram olarak ise kişinin işe, mesleğe, teknik olarak uygunluğunu ifade eder.

    Yukarıdaki tarifler bağlamında insanı bir binaya benzetirsek, şahsiyet insanın temeli, ahlak iskeleti ve liyakat ise iç ve dış süslemeleri olarak anlaşılabilir. Hâliyle insan olmanın hakkını vermek birini diğerine tercih etmeden her birine hakkıyla ve elbette sırasıyla riayet etmektir. Şahsiyetin olmadığı yerde ahlakın, ahlakın olmadığı yerde de liyakatin sıhhati olmaz. Bunlardan birinin eksikliği insanın bir krize sürüklenmesine ve parçalanmasına neden olur. Bu parçalanma neticesinde de insan için olan kurumlar bizatihi insanı kendi için yapan kötücül makinelere dönüşür. Bugünkü hâliyle muhatap olduğumuz devlet ve din insana tam da bu gözle bakmaktadır. İnsanın trajedisi, karşılaştığı kriz ve hayatındaki parçalanma tam da buradadır. Oysa insan bir bütündür bölünemez.

    İnsanın böylesi bir çözülme sürecine girmesi tarihin içerisinde tezahür eden kurumsal hâliyle devletin ve dinin de çözülmesi demektir. Bu kurumların sıhhati, temsil ettiği mana ve o manaya sadakati oranında insana bağlıdır. Hobbes devlet ve dinin birbirlerine olan saygısını ve mesafesini yitirdiğinde ciddi bir çatışmanın söz konusu olacağını söylemişti. Maddi iktidar ile manevi otoritenin bu mücadelesinden doğan karışıklığın kurbanı ise elbette ki insan olacaktır. Devlet ya da dinin, tarihin koynunda hâlâ kayıtlı olan farklı yorumlamaları neticesinde insanı ve hayatı parantez içine aldığı çokça vakidir. İnsan bir tarafıyla ait olduğu bütünün prospektüsü bağlamında dinin, hedeflediği düzen ve barışın eyleyicisi anlamında da devletin doğal bir üyesidir. Fakat temsilcisi olduğu mananın, ait olduğu bütünün değil de üyesi olduğu kurumların zihniyetine büründüğünde şahsiyetinden ve ahlakından feragat etmiş belki sadece liyakatiyle yetinmekle tatmin olma yolunu seçmiştir. Binaenaleyh insanın kendinden vazgeçmesi, yalnızca kendisine bahşedilen hakları kendisine bahşedilen ve kendi yarattığı kurumlara devretmesi demektir. Bu da devletin ve dinin farklı ve yanlış yorumlara teslim olması, suistimale açık hale gelmesine ve birbiriyle çatışmasına sebep olur. İnsanın trajedisi de burada tebellür eder.

    Batı’da çok daha erken ve çok daha ciddi bir şekilde cereyan eden din-devlet çatışmasına karşın bizde pratik birtakım başarılar ve adetler üzerinden “Din devlet ikizdir” anlayışı hâkim olmuştur. İnsanı nispeten daha özgür ve rahat bırakan bir gelenektir bu. Fakat Aydınlanma ve sonrasındaki süreçte dünyanın merkezinin değişmesi ve fazlasıyla konsolide olmasıyla birlikte bu kudretli ama esnek anlayış da kendini revize etmek zorunda kaldı. Farklı unsurların bu süreçte fark ettikleri farklılıkları neticesinde bu zorundalık bir kaosa sebep oldu. Mesela din devlet ikizdir anlayışını prensip olarak kabul ettiği hâlde haleflerine göre daha seküler ve maddi iktidar merkezli bir anlayışa sahip olan Osmanlı, son döneminde, güçlü olduğu dönemlerde pek yüz vermediği din kartını oynamak durumunda kaldı. Bu da hem tablonun vahametini ortaya çıkardı hem de çözülmenin ve suistimalin boyutlarını arttırdı. Denge kayboldu. İnsan ihmal edildi. Devlet zayıfladı. Kutsal elde kaldı.

    Bilindiği gibi Batı önce dine karşı maddi iktidarı tahkim etti, sonra da kilisenin elindeki son kozu almak için bilimin de desteğiyle Tanrı’nın yerine insanı koydu. Bizde ise özellikle son dönemde belirginleşen miyopluk ve alınganlık meseleleri yanlış yorumlayıp el çabukluğu marifet bir hileye başvurulmasına sebep oldu. Batı’nın, kendi şartlarında makul bir gerekçeyle yaşadığı dönüşüme öykünen elitler Tanrı’yı yerinden ediyormuş gibi yapıp yerine devleti koydu. Böylece insanı ıskalayan ve sürekli kendini tazim eden histerik bir kutsal devlet fikri ortaya çıktı. Batıda devlet kiliseye karşı insandan yana tercihte bulunur ve onu sürekli tazim ve takdim ederken bizde insan bir aparata hatta topyekûn bir kapıkuluna dönüştürüldü. Hâliyle aslında Batı’ya nazaran çok daha otantik bir varoluşu ve yaşamı sürdüren insan kadük kaldı.

    Cumhuriyet bu sorunu bir yere kadar fark etse de özellikle kriz anlarında Osmanlı elitlerinin tavrı ve anlayışını devam ettirip histerik ve muharref bir kutsal devlet fikrine demir attı. Bir taraftan da Batı’da takip edilen metodu takip ederek, Hobbesçu terminolojiyle söylersek, kendi otantik doğal insanını boğup yapay insan yaratmaya kalkıştı. Bu da Batı’da olduğu gibi, sivil hakların sınırlarını çizdiği devlet fikrini değil sivil hakları kendi iznine tabii kılan ve bu hakları birtakım özel günlerde ve dönemlerde lütfen bahşeden bir devlet fikrini ortaya çıkardı. Böylece insanın ontolojik olarak devletten üstün olduğu değil devletin insandan üstün olduğu bir dönem başladı. Akabinde ise insanın aleyhine bir düzen ve zihniyet hâkim oldu. Devlet rahatsız edici bir tekebbür hâliyle, astronomi aletleriyle elbise dikmeye çalışan Güliver’in terzisi gibi kendince mühendislik faaliyetlerine girişti. Bu da zaten trajik olan duruma bir de komediyi ekledi. Mesela devlet, halkı için en iyisinin o olduğunu iddia ederek Orhan Gencebay’ın yerli, millî ve kutsal bir müzik otoritesi olduğuna dair yasa çıkarırsa buna herkesin itaat etmesini bekleyecekti. Oysa Carl Schmidt gibi otoriteler tarafından totaliterci olarak kabul edilen Hobbes dahi yasalara boyun eğmek zorunda olmasıyla yapay insana dönüşen doğal insanın tamamıyla yok edilmemesi gerektiğini ve devletin ancak böylece sıhhatini koruyacağını savunuyordu. Yani devletin, Orhan Gencebay’ı millî kutsal varlık olarak kabul eden bir yasa dayatması durumunda klasik müzikçiler kadar Müslümcülerin de itiraz etme hakkı olması gerekirdi. Fakat muharref kutsal devlet fikri buna tahammül edemezdi, etmedi.

    Din de burada aynı kurumsal ezber ve önyargılarla devlete muadil bir anlayışla arzı endam etti elbette. İnsanı yasakla günah arasında neşesiz, müziksiz, kakafonik ve gerilimli bir hâle hapsetti. Bu da insanın trajedisini artırdı elbette.

    Peki, bu mutlak bir kader mi? Bu trajediden kurtulmanın imkânı, bütün bu sıkışmışlıktan bir çıkış yok mu?

    Louis Althusser “İnsan bütün hesapları alt üst edebilir,” diyordu. İnsan söz konusuysa her zaman bir çıkış vardır. Bu satırların yazarına göre bu topraklarda yeni ve hâlâ anlaşılamamış bir trajediyi yaşayan insan için güçlü bir çıkış imkânı mevcut. Bu çıkış yukarıda izah edildiği şekliyle hayata dönüşle mümkündür. Hayata yani şahsiyete. İnsanın kendi şahsiyetini inşa etmesinde, kendine dönmesinde edebiyatın büyük bir imkân olduğu aşikâr. Batının, bütün kusurlarına rağmen, insan merkezli anlayışa kavuşmasında sanatın yerinin yadsınamaz. Bu anlamda, elbette ki farklılıklarını unutmadan, Türkiye özelinde de insanın kurumsal devlet ve din arasındaki sıkışmışlığını aşabilmenin yolunun da sanattan geçtiği söylenebilir. İslam ahlakçıları insanın her bakımdan gelişip olgunlaşmasının tabiat ve sanat denilen iki temele dayandığını söylediğinde bugünkü anlamıyla sanatı kastetmemişti. Fakat bugünkü anlamıyla sanatın böylesi bir yoruma o kadar da uzak olmadığını düşünmekte beis yok.

    Mezkûr kurumların özgüveni yitirmiş, pasif agresif ve sürekli gergin bir insan yarattığı ortadayken edebiyatın teskin edici olduğu kadar tedavi edici tarafına güvenmekten başka şansımız yok. Diğer yandan insana yeni pencereler açtığı, kendini ve ötekini anlamanın yollarını gösterdiği ortada. “Devletin dini adalettir,” kaziyesini idraklere yerleştirebilecek olan refakatçi vicdandır. Vicdanın besini, gıdası ise insanın hikâyesidir. Yani vicdan ancak sanatın/ edebiyatın eşliğinde hayat bulur, hayatına devam eder. Bir yalancı peygamberi alt ederken de bir zorbaya isyan ederken de bürokrasinin koridorlarında dolaşmanıza gerek yoktur. Zafere giden yol muhayyilenin geniş tuvallerinde, satırlarında ya da notalarında gizlidir çoğu zaman.

    Edebiyat her daim insanı merkeze aldığı için zahirde değişse de bâtında hep aynı berrak şekilde akar. Bu da onu zamanlar ve mekanlar üstü kılar. Çağının ruhunu anlamak bir sanatçıyı özgün kıldığı gibi ölümsüz de kılar. Farklı bir din ve devlet anlayışının hâkim olduğu yüzyılların birinde yaşayan herhangi bir insan kendini ancak edebiyatın/sanatın bu ölümsüz ölçeğine vurabildiği zaman hakikati görme, fark etme ya da ondan yana olabilme imkânına sahip olabilir. Çünkü edebiyat, felsefe, tarih gibi diğer bütün kıymetli kardeşlerinden çok daha mahir ve ayrıntılı ve her seviyeden insanın anlayacağı şekilde, insanın bütün hâllerini, renklerini, tonlarını kaydetmeye muktedirdir. Tam da bundan dolayı insana dair hafızanın hulâsa edildiği bir kozmik oda vazifesi görür. Buraya girmenin tek şartı da sadık okur olmaktır. Böylesi bir okura sıhhatli bir bakış kazandırır. Tarihi, felsefeyi, siyaseti ve hatta dini sağlıklı bir şekilde anlamasına hizmet eder. Hangi bütünün parçası olduğunu hatırlatır ve onun mezkûr iki kurum tarafından suni olarak üflenen kadir-i mutlaklık sarhoşluğundan uyanmasına yardımcı olur. Edebiyatı rehber edinmeyen insanın kendini anlaması mümkün olmadığı gibi, tarihi ve felsefeyi de hakkıyla kavraması pek mümkün olmaz. Ayrıca, bugün ucuz edebiyatın, merdiven altı edebiyatının mucitleri ve simsarları olan siyaset, kilise gibi kötücül güçlerin elinde bir intihal eylemcisine, isimsiz bir figürana dönüşme ihtimali de artar.

    Leo Löwenthal “Toplumsal düzeyde, estetik deneyim bölücü olmaktan ziyade birleştirici bir etkisi olan tek iletişim biçimidir,” diyordu. “Topluma ancak beğeni uyum getirir, çünkü beğeni bireyde uyum tesis eder,” diye de ekliyordu. Edebiyat insanın kendisine yönelik bakışını netleştirdiği gibi ötekine olan bakışı ve bağını da kuvvetlendirecek bir iksire sahiptir. Bu hâliyle bizi bir halt olduğumuz zannından kurtarıp, bize kim olduğumuzu ayan beyan gösterir. Aynı şekilde neyin kutsal olduğunu da apaçık gösterir. Bu anlamda insana bilgelik kazandırır. Bilgelik, tarih içerisinde bir anlamı ve misyonu yüklenen her insan için elzemdir. Edgar Morin’in dediği gibi “Bilgeliğe gerek duyarız; o da bizden ihtiyat, itidal, had bilme, uzak durma, vazgeçme ister.” Biz de bu ihtiyat, itidal, had bilme ve uzak durma kabiliyetleri sayesinden mezkûr kurumların iç yüzünü çok daha iyi görürüz. Ayrıca trajik sıkışmışlığını ve sürekli çözülen insanlığını hatırlamasın diye mezkûr otoriteler tarafından sürekli tekrar edilen insanın her şeyi hak ettiği yalanından da ancak böylesi bir bilgelikle kurtulunabilir.

    Edebiyat şahsiyetimizi ve ahlakımızı olduğu kadar liyakatimizi de kuvvetlendirir. Bize mükellef bir sofraya karşı perhizkar olmayı öğrettiği gibi gerektiğinde o sofraya adabıyla oturmayı da öğretir. Bu anlamda, Lascaux mağarasındaki resimlerin modern versiyonudur edebiyat. O resimlerdeki gibi, gündelik hayatı kolaylaştıran kültürel ve pratik bir tarafı olduğu kadar insana aşkın bir bütünün parçası olduğunu da hatırlatır. Ve hatta o bütüne bağlayan süreci harekete geçirir.

    İnsan, sanıldığının aksine, kendisinden uzaklaştıkça kendisini kadir-i mutlak zanneder. Bugün kurumsal anlamda tecrübe ettiğimiz din ya da devlet insanı dünyevi bir grubun parçası olarak görmeye meyyaldir. İnsan kendini; keder dolu ama bereketli yalnızlığını unuttukça, bu parça olma hâline daha çok alışır. Alıştıkça da yalnızlığını unutur. Tanrı’nın bizatihi insan tekini muhatap aldığı hakikati ortadayken insanın sınırlarını dilsiz bir kalabalığın içerisinde kaybetmek istemesi o hakikatin üzerini örtmesi demektir. Edebiyat işte insana buradan seslenir. Elbette bu sesi tarihçiler, felsefeciler kadar mesela yazmaya ilgileri olsaydı marangozlardan da işitebilirdik. Onlar da kendi mesleklerine böylesi bir kıymet atfedebilirlerdi. Tanrı insanlarla bir bahü, şifonyer ya da kitaplık aracılığıyla değil de onlara kıssalar, hikâyeler anlatarak iletişime geçiyor olmasını görmezden gelirsek neden olmasın! Ayrıca insanlara aracı olarak bir marangozu seçmiş de olsa o büyük insandan geriye kalan bir mobilya değil sadece epey renkli ve çok baskı yapmış bir kitaptır. Hak dinin peygamberi olan Risaletpenah Efendimizin mucizesi olarak kabul edilen Kur’ân-ı Kerîm’in kendisine muhatap olarak yüksek Arap şiirini alması ve ona meydan okuması da bu bağlamda okunabilir. Yani Kur’ân-ı Kerîm içerdiği şiirsel ifade biçimi ya da kıssa ve hikâyeleriyle şiiri ya da topyekûn edebiyatı iptal etmez bilakis onu sağaltır ve tahkim eder. İnsan da tam burada kendisini görür, kendisine yakınlaşır.

    The Pope dizisinin ikinci sezonunda, Vatikan sekreteri hanımefendi, İngiliz asilzadesi kardinale İngiltere gibi bir ülkede o kadar kişiyi nasıl Katolik yapabildiğini sorar. Kardinalin cevabı manidardır: “Başka şeylerden bahsederek.” Bugünkü hâliyle din ve devlet insanın başka şeylerle ilgilenmesine müsaade etmez, ettiğinde de sürekli tepesinde durur. Oysa edebiyat insana başka şeylerin de önemli olduğunu gösterir ve onun hep görme bozukluğuna mâni olur.

    Ayrıca insanın yalnızca başkalarını değil kendisini ikna edebilmesi için de başka şeylerden bahsetmesi gerekir. Edebiyat işte bu başka şeylerin hülasasıdır. Şimr’in, Serçeşme-i Şehidânın mübarek başına musallat olurken söylediği küstahça sözü hatırlayalım. Yezid’in zalim askeri, Hazreti Hüseyin Efendimize İslam’ı onun değil kendilerinin temsil ettiğini söyleyebilme cüretinde bulunmuştu. Bu vaka Karamazov Kardeşler’deki meşhur engizisyoncu sahnesinin tarihteki örneğidir. Hâliyle, kötünün iyiye zulmederken iyiliği sonuna kadar suiistimal etmesi, bunun için dünyevi menfaatleri için kutsalı sonuna kadar sömürmesinin tarihi sanıldığından da eskidir. Bugün de dünden farklı değildir. İşte böylesi bir cüretle muharref kurumlar tarafından takdis edilmiş ve insanı sağır eden bu kakafoniden de başka şeylerden bahsederek kurtulunabilir ancak. Yani “Ayetler Yarışıyor” programına dönmüş bir vicdan pazarında güzel ahlakı savunmak için dinin avlusuna çıkmaktan, taşrasına göçmek kaçınılmazdır. Edebiyat işte bu taşradır.

    Edgar Morin’in şiir için dediğini edebiyata hamlederek bitirelim. Edebiyatın bütünsel ve çok boyutlu bir istidadı vardır, dolayısıyla insanlıkla ve siyasetle ilgilidir ama siyasi örgütlenmenin boyunduruğuna girmesi gerekmez. Edebiyatın siyasi mesajı siyaseti aşmaktır. Bu pasif ve apolitik tavır değildir. Bilakis çağla ve kendini unutmaya meyyal insanla mukayyet olan kurumların körlüğünden ve onlar arasında sıkışma tehlikesinden emin kılan bir bilgeliktir. İnsanı içine düştüğü trajediden de bu bilgelik kurtaracaktır. İşte o zaman devlet ve din de çağcıl ve kurumsal kusurlarından arınıp gerçekten insanın hizmetine girecektir.