ANTROPOSEN ÇAĞI VE YENİ MATERYALİZMİN ELEŞTİRİSİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Mehmet Barış Albayrak*

    İçinde bulunduğumuz Antroposen Çağı ve yaklaşan iklim felaketi, çağdaş felsefi akımlarda genel olarak insanmerkezcilik karşıtlığını ve daha spesifik olarak özne merkezciliği hedefe alan bir ethos yaratmış gibi görünüyor. Çoğunlukla “yeni materyalizm” olarak adlandırılan bu çağdaş felsefe akımları[1], bu ethos bağlamında genel olarak özne felsefesini eleştirerek, insanmerkezci olmayan yeni bir tutumun gerekliliğine vurgu yapıyor.

    Bu akımların ethos’unun uzun uzadıya tartışma gerektirmeyen geçerli bir noktası var: Özellikle pandemi dönemi bize insan yaşamının kırılganlığının yanı sıra hayatımızı sürdürebilmek için yarattığımız kurumların (her şeyden önce sağlık kurumlarının) kırılganlığını gösterdi. Gelecekte ise daha büyük bir şey bizi bekliyor: Yaşadığımız ürkütücü derecede ılık kışlar ve serin baharlar, insan hırsının dünyayı kaçınılmaz olarak götürdüğü yönü bize her gün işaret ediyor. İklim krizinden iklim felaketinde doğru giderken, insanmerkezci düşünceye alternatifler aramak ve dünyadaki ve evrendeki yerimizi yeniden gözden geçirmek kadar aklıselim bir tutum yok gibi görünüyor. İşte yeni materyalizmlerde, insanın Alain Badiou’nün ifadesiyle “varlığa batırdığı kıymığı” çıkarmaya ilişkin bu samimi çabayı bulmak mümkün.

    Yeni materyalizmlerin ortak bir diğer noktası, “yeni” ifadesinin vurguladığı gibi, “eski” materyalizme bir alternatif getirdiklerini iddia etmeleri. Bu bağlamda yeni akımlarda, her şeyden önce tarihsel materyalizme ve Marksizme bir antipati bulmak zor olmuyor.[2] Örneğin yeni materyalistlerin önemli temsilcilerinden de Landa’ya göre tarihsel materyalizmin diyalektiği, bu dünyaya ait olmayan bir uydurmadan başka bir şey değil.[3]

    Felsefi eleştiri bakımından bu yeni akımlar, “eski” materyalizmi ve genel olarak Batı metafiziği geleneğini, maddeyi “durağan”, “katı”, düşünceyle ya da kavramla “ele geçirilebilir” olarak ortaya koydukları için eleştiriyor. Bu da elbette yukarıda dile getirdiğim insanmerkezci karşıtı ethos ile doğrudan bağlantılı. Bu bağlamda yeni materyalizm kabaca şunu öne sürüyor: “Biz insanlar, insan olmayan her şeye yeterince hükmettik ve onları bastırdık; artık şimdi onların konuşma zamanı geldi.”

    Bu bağlamda yeni materyalizm, nesnelerin bilen-duyumsayan insandan bağımsız varlığını reddeden her türlü anlayışa karşı çıkıyor. Modern düşüncenin Kartezyen ikiliklerine, özellikle doğa-kültür, özne-nesne ve fail-yapı ayrımlarına karşı bir konum alıyor. Genel olarak “kurucu özne”nin ayrıcalıklı konumuna karşı bir tavır takınıyor. Yeni materyalizmin iddiası, nesneyi ön plana çıkarıp insanları arka plana iten yeni bir hiyerarşi yaratmak değil, bir tür “yatay ontoloji” tasarlayarak insanı da nesnelerin alanına dahil etmek. Böylece, en azından Descartes’tan beri felsefeye egemen olan insanmerkezci düşüncenin egemenliğine meydan okunuyor.

    Gelişen kimya teknolojisi ve jeobilim, bize fosillerin, taşların yaşını kesin bir biçimde sunuyor; bunların apaçık ki insandan önce kesin olarak varolduğu ortaya çıkıyor. Aynı şekilde milyarlarca yıllık evren de, besbelli insana ihtiyaç duymuyor. Evveliyata ilişkin bilim tarafından sağlanan bu kanıtlar, insanmerkezci çerçevelemeye meydan okuyor. Matematik ve genel olarak modern bilim, bize herhangi bir düşüncenin katılımı olmaksızın mutlak bilginin varolduğunun kanıtını sunuyor. Matematik bize insan düşüncesinden bağımsız bir mutlağın bilgisini veriyor çünkü matematik, düşünmenin sınırları ötesindekinin, düşünmenin kapsayamadığı şeyin var olduğunu kanıtlıyor.[4]

    Peki yeni materyalizm ne kadar yeni ya da eski materyalizm eleştirisinde ne kadar haklı? Her şeyden önce “eski materyalist” Engels’in Doğanın Diyalektiği adlı çalışması, durağan ve yeni materyalistlerin eleştirdiği anlamda insanmerkezci olmaktan son derece uzaktır. Dahası bu eleştiri, Sovyetlerin başından beri farklı dinamik materyalist akımları da gözardı ediyor gibi görünmekte.

    Burada ayrıntılı bir diyalektik materyalizm savunusu yapacak yerim yok, ama genel olarak şunu söyleyebilirim ki tezahür eden her şeyin kökeninin madde olduğunu öne süren bir akım olarak materyalizm, en azından diyalektik materyalizmde, yeni materyalistlerin iddia ettiği gibi durağan, sabit ve “verili” bir hammade olarak değil, devingen, farklı biçimlere bürünebilen, belirli koşullar altında nitelik ve nicelik arasında dönüşebilen karmaşık bir yapı olarak ele alınır. Engels’in, Lenin’in ve Sovyetlerdeki bilim insanlarının çalışmaları bir yana, yalnızca Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’i bile bunu kanıtlamaz mı? Kısacası tü kaka edilen diyalektik materyalizm, çağdaş doğa bilimlerinde, yaşam bilimlerinden fiziğe kadar ele alındığı şekliyle dinamik, kaotik, beliriveren-zuhur eden (emergent), olasılıksal tüm farklı madde anlayışlarını kucaklayan, onları yadsımayan bir plastisiteye sahiptir. Yeni materyalist akımlar, günümüzde moda olduğu üzere hakikat sorusunu, artık felsefeye değil, doğabilimine bırakıyor. Felsefe ve doğa bilimleri arasındaki işbirliği, felsefenin “yardımcılığına” indirgenmiş gibi görünüyor.

    Descartes sonrası özne ve bilinç felsefeleri, Antroposen Çağı’nın ethos’u gereği, bir tür utanç kaynağı olarak bertaraf edilmeye çalışılıyor. Diğer yandan yeni materyalistlerin ortak ethoslarının insanmerkezcilikten uzaklaşıp nesnelere ve en genel anlamıyla doğaya dönüşlerini, neden modern doğa bilimi temelli bir natüralizme dayandırdıklarını fark etmek zor değil. Bunun nedenlerinden biri, bilimin bize hâlâ nötr, mesafeli, kendi kişisel arazlarımızdan bağımsız bir bakış açısı sunabileceğine dair devam eden inanç. Bir diğeri de günümüzde doğa bilimleri ve insan bilimleri arasındaki ayrımın muğlaklaşması, dahası evrimsel bir tarihi merkeze alan doğa bilimlerinin, artık insanın kültür tarihini de kapsadığı iddiası.

    Her ne kadar disiplinlerin ve fakültelerin ortak ve işbirliği içinde çalışması, örneğin biyoloji, felsefe ve sinirbilim arasında olağanüstü alışverişlerin gerçekleşmesi heyecan verici olsa da, her şeyin doğa bilimleri ve doğa tarihi içinde kapsanma iddiası insan tarihselliğinin yanlış bir yorumunu içeriyor; hatta, getirdiği dolaysız bağlantısallıklar nedeniyle başta toplumsal ve tarihsel çatışmalar olmak üzere pek çok çelişkiyi görünmez kılma tehlikesini barındırıyor.

    Daha önce Gadamer ve Althusser gibi düşünürlerin dikkat çektiği üzere, tek başına madde kavramı ve tanımı bile türlü çelişkiler içerir ve tarihseldir. Felsefi bir kategori olarak madde ile fiziğin ya da genel olarak doğa bilimlerinin konusu olan maddeyi hangi ölçüde, hangi bağlamda örtüştürebiliriz? Maddenin doğa bilimlerinde sabit, durağan bir anlamı yoktur. Hele kuantum fiziğindeki gelişmelerden sonra, maddenin gerçekte ne anlama geldiği birçok açıdan sorgulanır olmuştur. İronik bir biçimde örneğin fizikte madde, elle tutulur bir nesne olmanın ötesinde, matematiksel modellerle, en soyut düşünme biçimleriyle ifade edilir. Felsefede de madde kavramı tarih içinde anlam kaymaları yaşamıştır, ama genel olarak içeriği az çok bellidir: Aristoteles temelinde daha çok kendisinden yeni formların meydana geldiği bir tür genel malzemeye ya da Descartes ile düşündüğümüzde, uzayda yer kaplayan nesnelliğe işaret eder. Materyalizm de buna bağlı olarak, meydana gelen ya da varolan tüm gerçekliğin tek sahici kaynağı olarak bu maddeyi düşünür. Dahası, tüm oluşumun kaynağı da buna göre maddi ilkelerdir. Elbette felsefi madde kavramı, doğa bilimlerinin madde kavramını içerir, ama mesele materyalizm olduğunda, yeni materyalizmin, felsefi madde kavramını ve onun tarihsel dönüşümünü göz ardı edip doğa bilimindeki dinamik ve doğa bilimine göre dönüşen madde kavramına dayanması çelişkilidir.

    Kısacası şunu söylemek istiyorum: Kozmos ya da genel olarak doğa tarihine indirgenmiş bir kültür-toplum tarihi içinde bireysel ya da kolektif olarak insanın yapacak bir şeyi yoktur. Yuval Noah Harari’nin kitaplarının ya da kozmos tarihini insanlık tarihiyle bağdaştıran her türlü kolaycı popüler kitapların bu kadar rağbet görmesinin bir nedeni, günümüz insanını herhangi bir eylemsellikten, faillikten azat etmeye de yaramalarıdır. Şöyle diyordu Kant “Aydınlanma Nedir?” adlı makalesinin girişinde: Benim yerime düşünen varken ben niye bir şey yapayım ki? Rahatıma bakarım. Günümüzde toplumsal tarihi, çatışmaları ve dönüşümleri kozmik zamana indirgeyen popüler kitaplar da benim yerime düşünen bu dogmatik kitaplara benziyor: “Benden bağımsız, bana kayıtsız işleyen bir kozmos varken neden bir şeye zahmet edeyim ki?” Burada eylem karşıtı, pasif bir mesiyanizmin izlerini görmek mümkün: Bu mesiyanizmde doğa, artık kutsal bir kudret değil, kozmosun çizeceği doğa bilimlerinin de bize göstereceği bir yazgının ifşasından ibaret.

    İnsanın tarih içinde kendisiyle karşılaşma deneyimi, anlama biçimi, doğa bilimlerinin nesnesi Homo Sapiens’in incelenmesinden farklıdır; ilki hiçbir zaman güvenli bir mesafeden bir inceleme nesnesi olamaz. Gerek yeni materyalizmin ekolojisinde gerekse yukarıda sözünü ettiği doğabilimsel açıklamalarda doğa tarihi ile toplumsal insan tarihini –kasıtlı ya da kasıtsız– birbirine karıştırma, dolaysız bir indirgemecilik arzusu göze çarpıyor. Yazının başında ifade ettiğim ethos, yine bu arzunun arkaplanında da bulunuyor: Descartes ve Kant sonrası özne ve bilinç felsefesinin iktidarını tersyüz etme, doğaya hükmeden insanmerkezci anlayışa karşı bir alternatif geliştirme arzusu.

    İnsanmerkezci olmayan yeni materyalizmler, doğa bilimlerinin kesinliğine dayandıkları ölçüde kendi zeminlerinin, yola çıktıkları ethos’un da altını oyuyorlar. Özneyi eleyici yeni materyalizmleri ve doğa bilimlerinde cereyan eden indirgemeci yaklaşımları bu nedenle dogmatik olarak adlandırıyorum çünkü bu modellerde, çelişki ve olumsuzluk gibi eleştirelliğin ve refleksiyonun temel mantıksal araçlarının eksik olduğunu düşünüyorum. Bunu, refleksiyonun yansıma ve akis bağlamını ima ederek “aksi tarafa bakma eksikliği” olarak niteleyebilirim.

    Oysa doğa bilimlerinin inceleme nesnesi olamayan özgürlük, adalet gibi kavramların doğruluk ve hakikatinin tamamen gözardı edilmesine ya da ölçülebilir olduğu savına direnilmesi gerektiğini düşünüyorum. Özgürlük ya da özgür irade hiçbir zaman beynin o olağanüstü kıvrımları arasında bulunamayacak çünkü özgürlük dediğimiz şey hiçbir zaman elma ya da armut arasında bir seçim yapmaya indirgenemez. İnsan yaşamına dair tek bir fiziksel açıklama biçimi, bu açıklama, hepimizin haklı olarak baştacı ettiği doğabilimlerinden de gelse, dogmatiktir; dahası bu dogmatik metafizik olarak adlandırılabilir. Ontolojik alanı eylemsizleştiren, tarihsizleştiren ve depolitize ederek her indirgemeci yaklaşım dogmatik bir metafiziktir. Bu nedenle ethos olarak haklı bir temeli olduğunu düşünsem de, insanmerkezcilik karşıtlığının dolaysız savunusunun bizi ancak yararsız ve edilgenleştirici bir soyutlamaya götüreceğinden şüpheleniyorum.

    Öznelliği karşısına alan her türlü düşünce, tam da kaçmak istediği şeye toslar, yani kendisine. Özne dediğimizde yalnızca beyaz-Avrupalı filozofları düşünmek zorunda değiliz. Arşimed Noktası ya da bir pergel ucu gibi sabit duran ve çevresini bu sabitliğin ekseninde kuşatan bir özneden ziyade, toplumsal varlığı yaşamlaştıran yeni özne modellerini düşünebileceğimizi ve üretebileceğimizi öne sürüyorum. Sakatlar, mülteciler, otizmliler, evsizler, zihinsel engelliler ya da beyaz olarak atfedeğimiz kenarda köşede ne kadar insan varsa, onların da özne olmaya hakkı vardır. Kendi akademik sıkılganlığımız nedeniyle egemen öznelerden nesnelere savrulma şımarıklığını gösteremeyiz. Bugün sözü, yalnızca konuşma değil logos anlamına da gelen sözü, şu ana kadar özne olma hakkı verilmemiş öznelere verme zamanı.

     

    * Çevirmen, editor.

     

    [1] “Spekülatif materyalizm” (Meillassoux), aktör-ağ kuramı (Latour), “nesne yönelimli ontoloji” (Harman), “düz ontoloji” (de Landa), “hiper obje realizmi (Morton) gibi farklı dallara ayrılan bu akımlar, elbette tek bir felsefi görüşü yansıtmıyor ve hatta aralarında kavramsal zeminde çatışıyorlar da, ancak bu yazıda dile getirdiğim ethos’un hepsinde ortak olduğunu düşünüyorum.

    [2] Bu konuyla ilgili bkz. Simon Choat, “Science, Agency, Ontology,”; Political Studies Association 2017, s. 1-16.

    [3] Bkz. “An Interview with Manuel deLanda.” http://futurenonstop.org/c/bad189cc715b73b2e88626a072d17a64

    [4] Bunun ilgili olarak bkz. Quentin Meillesaux, Sonluluğun Sonrası, çev: Kağan Kahveci, İş Bankası Kültür Yayınları, 2020.