SÖNMÜŞ HAYALLER YA DA SANATÇININ ÖLÜM PERFORMANSI BİR ROMANDA GÖRDÜĞÜMÜZ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Selman Bayer

    Honoré de Balzac’ın yaklaşık sekiz yılda yazdığı üç ciltlik romanı Sönmüş Hayaller yalnızca İnsanlık Komedyası’nın değil dünya romanının da zirve eserleri arasında yer alır. Hayatının baharında iki gencin hikâyesine yoğunlaşan roman “İki Şair”, “Taşralı Bir Büyük Adam Paris’te” ve “Bir Yaratıcının Çektikleri” adlı üç bölümden oluşur. Romanda yalnızca bir sanatçının hazin öyküsünü okumayız aynı zamanda ihtilalden yaklaşık 40 yıl sonra sancılı bir dönüşümü tecrübe eden Fransa’yı temaşa ederiz. Fransa’nın restorasyon dönemi olarak adlandırılan bu dönemde yaşanan toplumsal, siyasi ve kültürel değişimleri bu iki roman kahramanının hikâyesi bağlamında takip ederiz.

    Roman ilk cildi olan “İki Şair” iki dünya, iki zihniyet, iki sınıf ve iki bölge arasındaki gerilimi yüklenen aslında birbirinden çok farklı iki gencin birbiriyle kesişen hikâyesine odaklanır. Gelenek, aristokrasi ve devletin tecelli ettiği Angoulême ile ticaret, üretim ve yenilik arayışını temsil eden orta sınıfın hüküm sürdüğü Houmeau özelinde devam eden çatışmayı gözlemleriz.

    Hikâyemiz 1820 yılında gençlerimizden idealist olanı David Séchard’ın kaba saba bir adam olan babasının matbaasında başlar. Romanın başlangıç cümlesi harikuladedir: “Bu hikâyenin başladığı devirde, Stanhope baskı makinesiyle mürekkebi yayan merdaneler küçük taşra matbaalarında henüz işlemeye başlamamıştı.” Bu başlık bize Musil’in Niteliksiz Adam’ını müjdeler gibidir. Orada içinde bulunduğu gerçeklikle arasındaki sınırı titizlikle belirginleştiren ironi, burada hayatın tam içindedir. Bu cümle aslında tipik bir Balzac başlangıcıdır. Çevreden merkeze, yüzeyden derine inerken hiç acele etmeyen, çevreyi bütün titizliğiyle resmeden; onu insandan ayırmadan, onda insanı görebilecek keskinlikte bir bakışın, nazarın tesis edildiği ustalıktır bu.

    Fransa’nın yaşadığı bütün bir dönüşümü matbaanın üzerine yansıtırken o matbaanın sahibi olan acımasız adam artık çok daha canlı ve unutulmazdır. Paradan başka hiçbir şeyi tanımamasıyla maruf, dehşet uyandıran bir karakter olan Baba Séchard, yer yer İsa figürünü andıracak kadar iyiliğin ve idealizmin timsali olan oğlunu dolandırmak üzeredir. Bu tuhaf adamın matbaasını fahiş fiyata satmaktan duyduğu hazzı okurken hayretler içinde kalırız. Paris’teki kariyerini kendi işinin patronu olmak ve hayal ettiği hayatı kurmak için bırakıp memleketine dönen David Séchard ise öylesine heyecanlıdır ki babasının kendisini dolandırmasına ve buna imkân verdiği için küçük görmesine aldırış etmeden işinin başına geçmek için can atar. Heyecanı en soğukkanlı okuru bile ürpertir. Çok iyi tanıdığı babasının ahlaksızlığı karşısındaki kayıtsızlığı benim diyen okuru çaresiz bırakır. David Séchard bütün bu olumsuzluklar içerisinde kendine ve çalışma azmine güvenir. Bu anlamda, gerçekten Batılı ve çalışmaya iman etmiş bir Alyoşa’dır David Séchard.

    Şairlerimizin diğeri ve romandaki ana karakter olan Lucien Chardon ise Houmeaulu bir eczacının dünyalar güzeli oğludur. El bebek gül bebek yetiştirilmiştir ve kalemi kuvvetli bir şairdir. Aslında soylu bir aileden gelse de alelade bir eczacıyla evlenerek Rubempre soy isminden feragat etmiş bir asilzade olan annesinin geçmişini ve şairlik yeteneğini kullanarak Angouléme’un aristokrat salonlarına kabul edilmek derdindedir. Birinci bölümde bu iki şairin serüvenlerinin kesiştiğine ve farklı yollara ve sonlara ulaşsa da kopmaz bir kader birliği ettiğine şahit oluruz.

    “Taşralı Bir Büyük Adam Paris’te” ismiyle karşımıza çıkan romanın ikinci cildi ise ilkine göre çok daha hacimli ve heyecanlıdır. Bütün ihtişamı ve sefaletiyle gözümüzü kamaştıran Paris’teyizdir artık. David’i geride bırakıp sadece Lucien’in hikâyesine odaklanırız. Lucien ilk aşkı ve Angoluéme’nin salonlarının efendisi olan Madame de Bargeton’un refakatinde Paris aristokrasisinin huzuruna çıkmıştır. Lucien’le birlikte Paris hayatını tecrübe ederken ilk ciltteki taşra hayatının sakinliği, sıradanlığı, basitliği, mütevazılığından sonra rengarenk ve alabildiğine canlı ve hareketli Paris hayatını takip etmekte zorlanırız. Paris o kadar görkemli ve büyüktür ki Angouléme’un prensesi ve Lucien’in Beatrice’i olan Madame de Bargeton Paris’in ışıltısında boyaları dökülmüş bir utanca dönüşür. Bütün o ışıltıyla gözleri kamaşan Lucien bu soylu Beatrice’inden utanıp ondan kaçar. Hisler karşılıklıdır. Madame de Bargeton da Paris’in keskin spotlarında Lucien’deki hiçbir şekilde iyileşemeyecek taşralı kifayetsiz muhterisi acıyla fark eder.

    Her gözü açılmış insan teki gibi Lucien de yalnızdır artık. Bir anda bütün gerçekliğiyle gördüğünü düşündüğü Madame de Bargeton’dan uzaklaşınca halesi kaybolmuş bir aziz gibi büyüsünden soyunmuştur. Kendinden olmayanı hemen tanımakta ve ötekileştirmekte pek mahir aristokrasinin soğuk bakışları artık ruhuna işlemektedir. Yine de uzun bir süre Paris’in görkemini üzerine giyinmek için yanıp tutuşurken kendisini zamanı gelince çöpe atacak soğukluğu ve kayıtsızlığını fark etmek istemez. Önce hamisi kaybolur, sonra parası biter, en son da o büyüleyici yakışıklılığı taşralı görgüsüzlüğü ve şair ihtirasıyla gölgelenip tesirini yitirir. Yalnızca Paris aristokrasisi değil, sanat çevrelerinden, gazete ofislerine, yayınevlerinden matbaalara kadar hınçla ve öfkeyle hücum ettiği bütün ikbal kapıları üzerine kapanır. Romanı çıkar, kendinden çok matbaaya fayda sağlar. Gazetelerde ateşin yazılar yazar. İhtirasına ve duygusallığına teslim olmuş her şair gibi kralcıyken en sadık kralcı olarak, kral karşıtıyken de en şedit kral karşıtı olarak yazılar yazdığı gazeteler çok satar ama o daha da mimlenir. Bir taşralı olarak hıncının altında ezilir. Aşkı sadakatsizliğine, yakışıklılığı taşralılığına, dehası sabırsızlığına mağlup olur. Artık eniştesi olan David Séchard’ın ve adeta bir melek gibi her an onu kollayan kız kardeşinin desteklerine rağmen başarısız olur. Altın tozlu bir saman alevi gibi parlayıp söndüğü Paris’ten büyük bir hayal kırıklığıyla memleketine döner.

    Üçüncü cilt olan “Bir Yaratıcının Çektikleri”nde Lucien’in heyecanlı hikâyesinden biraz uzaklaşıp David’in çektiklerine yoğunlaşırız. Matbaayı satın alıp Lucien’in kız kardeşiyle evlendikten sonra David dürüst bir aydın, idealist bir teknisyen, inatçı bir mucit olarak yeni ve karlı bir kâğıt üretiminin peşinden gider. Bu arada maddi sıkıntıları epey artan genç mucit şairimizin tek sıkıntısı da bu değildir. Angouléme’de tekel olmak isteyen ve David’in icadından çekinen Cointet biraderlerle uğraşmak zorundadır. Acımasız kapitalizmin ilk örneklerinden olan bu iki kardeş David’in matbaası ve potansiyelinin üzerine çökmek için taşra eşrafı ve bürokrasisini de devreye sokarak her türlü entrika ve usulsüzlüğe başvururlar. Öyle ki David’in saf karısını ve avukatını bile kandırmaya muvaffak olurlar. David tek bir şikâyet dahi etmeden bütün bu belalarla mücadele ederken Lucien de geri dönüş yolundadır. Fakat henüz kavuşmadan kardeşi ve eniştesinin durumundan haberdar olunca daha fazla dayanamaz ve intihara yeltenir. Kader yine sürprizini yapar ve tam da bu trajik anda kendisini yeniden ve hatta çok daha güçlü bir şekilde Paris’in gözdesi yapacak bir sürpriz çıkarır karşısına.

    Bir Romandan Anladığımız

    Sönmüş Hayaller aslında muhteşem bir restorasyon romanıdır. Balzac’ın kendi çağına dair şahitliği görkemli olduğu kadar muazzam bir miras. Arkeolojiden, antropolojiye, zanaattan, sanata, siyasetten sosyolojiye kadar hiçbir alanı boş bırakmayan mucizevi bir kayıt. Yalnızca ustalıkla sergilenmiş bir dönem panoraması değil iki insan arasındaki en mahrem sırları, dönem insanının zihninden, kalbinden geçenleri, iki yüzlü tavırlarını en ince ayrıntısına kadar resmeden ilahi bir dehanın mucizesi bu. Balzac’ın aristokrasiyi pek iyi tarif edemediği, salon adetlerini o kadar iyi bilmediği hep söylenegelir. Ne gam! Matbaadan, taşra adetlerine, terzilikten, gazeteciliğin karanlık entrikalarına kadar her türlü ayrıntıyı anlatırken gösterdiği ustalığın yanında bu da eksik olsun!

    Bütün büyük dehalar gibi çağdaşını anlatırken hiç şaşmayan o berrak pencereden bakmaktan vazgeçmez Balzac. İnsanı en çok da kendine bakarak, kendi içinden ama kendine de mesafe koyarak tasvir eder. Tam da bu yüzden Lucien’i de David’i de içinde barındırdığını, ilk orada tanıdığını bilen bir “insan” olarak yazıyor her satırını. “Güneş evliyaları da eşkıyaları da aydınlatır,” diyordu Cemil Meriç. Balzac romanın merkezinde parlayan tek güneş olarak, iyinin ve kötünün ötesinde bir bilgelikle aydınlatıyor bizi. Hâliyle yazdığı her metin, çizdiği her karakter ölümsüzleşiyor. Onun sinematografik evreni, muazzam realizmi ve titiz dehasıyla anlattığı her insanın en sıradan hikâyesi bile bir başyapıta dönüyor. Sönmüş Hayaller de böylesi bir başyapıt işte.

    Toplumun fay hatlarının kırılmaya, yer hareketlerinin görülmeye başladığı bir dönemde taşrayla merkezin çatışmasına odaklanıyor Sönmüş Hayaller. Aristokrasiyle kendi potansiyelinin yeni yeni farkına varan, bu konuda da fazlasıyla agresif ve ısrarcı olan burjuvazinin kavgası bu. Bu kavgayı resmederken yalnızca büyük devrimlerin ya da dönüşümlerin değil, toplumun bütün sıradanlığıyla yaşadığı günlerin de temel hususlarından birine odaklanıyor Balzac. Tarih boyunca kâh artarak kâh sönümlenerek de olsa daha yeni ve daha rahat bir hayat için taşradan merkeze akışın hikâyesine… Bu aslında yalnızca Balzac’ın değil, Stendhal’den Maupassant’a kadar birçok romancının kayıtsız kalamadığı ve her defasında cepheye parlak gençleri sürdüğü mümbit bir mesele. Goriot Baba’daki Eugene de Rastignac’tan, Balzac’ın bilge doktoru Horace Bianchon’a, Stendhal’ın Mavi ve Siyah’ının Julien Sorel’inden, Guy de Maupassant’ın George Duroy’una, Lucien’in kader arkadaşı David Séchard’dan yine Balzac’ın favori karakterlerinden biri olan “vicdanlı bilgin” Léon Giraud’ya kadar birçok genci hatırlayalım. Stefan Zweig’ın harikulade tarifiyle “Paris denen o korkunç asit kimilerini eritir, kemirir, bir kenara atar ve yok ederken kimilerini de kristalleştiriyor, sertleştiriyor ve taşlaştırıyor,” dediği gençler bunlar. Rastignac, Bianchon, Giraud ya da George Duroy gibiler bu savaşın galipleri. Lucien ve Julien Sorel gibiler mağlup da olsalar görkemli bir hezimeti yüklenip edebiyat tarihinin efsane karakterlerine dönüşüyor. Balzac bu kavganın en büyük tarihçisi aslında. Bizzat kendi hayatından damıttığı öfkenin ateşiyle parlayan güçlü cümlelerinde hep şahit oluruz buna.

    Bu aslında bütün bir insanlığın hikâyesidir. Bu anlamda edebiyat, özellikle de şaheserleri aracılığıyla, bize hep aynı şeyleri ya da tek bir anı yaşadığımızı gösteren bir rehberdir. Taşra merkez çatışması ya da taşra merkez kavgasında cepheye sürülen gençler yalnızca restorasyon Fransa’sının değil bugünün de sorunudur. Bugün, bütün yoğunluğuyla yaşadığımız taşralı-şehirli hikâyesinde de aynı sahnelere rastlar, aynı çatışmaları izler, aynı kavgalara karışırız. Bu çekişmenin sosyolojik analizini yapacak değiliz elbette. Yine de bir cümle de olsa izah gerekir. Toplumun doğası gereği bir tarz-ı hayat olarak arz-ı endam eden birtakım usullerin ideolojiye dönüştürülmesi ve bu ideolojiyle aşılanmış bir hiyerarşiyle dikte edilmesidir sorun. René Girard’ın deyimiyle “soyluluk bir kasta dönüştükçe, kalıtım yoluyla geçtikçe, soylu olmayan sınıftan gelebilecek tutkulu kişiye kapılarını kapatır ve varoluş hastalığı ağırlaşır.” Bu varoluş hastalığıyla yüzleşecek ilme sahip olsa da kemale sahip olamayan her genç de hâliyle ilkenin kendisine değil tezahürüne bakarak pozisyon alır. Böylece kendi gerçekliğinden daha da uzaklaşır ve bir figürana ya da kostümlü kurgu bir karaktere dönüştürür. Yani sıhhatini kaybetmiş bir aristokrasinin (ya da bugünkü burjuvanın) ideolojik olarak dayattığı profesyonel nezaket taşradan gelen her cevher için kendisini içten içe çürüten bir zehri barındırır. Gençler de bu zehri yutan ya da buna karşı kendini koruyan olarak iki farklı tavırla arz-ı endam eder. İşte Sönmüş Hayaller’in iki şairi Lucien ve David bu tavrın iki farklı örneğidir.

    Tek hedefi önünde dikilen devasa nezaket duvarını yıkmak ve ardındaki gösterişli kalabalığa kendini kabul ettirmek olan zavallı dâhimiz Lucien mezkûr zehri yutmuş olan kardeştir. Bunun panzehrinin ne olduğunu bilmeden yer yer bu nezaketi taklit ederek, yer yer de buna buğz ettiğini gösterir şekilde vulgar performanslarla içten içe çürür. Oysa David bu zehre aşılı olduğunu en başta gösterir. O büyük bir fedakârlık ve istiğnayla asıl asaletin ne olduğunu işaret eder. David nezaketin zehrini aşabilmek için onu taşradan değil içeriden gelen bir samimiyetle aşılamak gerektiğini bilir. Bu elbette bir istidat olduğu kadar istikamet ve istiğnayı da gerektirir. O da edebiyatın değil, ahlakın meselesidir. Balzac her ne kadar büyük bir ahlakçı olsa da her şeyden evvel dâhi bir romancıdır. Hâliyle ahlakçılığını dehasının içerisinde eritir ve kendisinden bir şeyler barındıran David’i, çok sevdiği birçok karakteri gibi gerilerde tutar. Romanda bizi kendimizle baş başa bırakır.

    Sanat ya da edebiyat hazık bir hekim gibi çoğu zaman hastalığa odaklanır. Bütün bir sanat ve edebiyat tarihinde güzel anların, iyi karakterlerin sayısı ya da kapladığı hacim zıtlarına nazaran fazlasıyla sınırlıdır. Farklı ekollerin, farklı türlerin tezahürleri de olsa edebiyat tarihinin en ölümsüz kötü karakterleri hep en önde olmuştur. Yani edebiyat bütün dikkatini sıhhati temin etmek için hastalığa yoğunlaşan bir hekim gibi kötülüğe ya da karanlığa hasreder. Bu bağlamda, hep kötülerden, kötülükten söz ediyor ya da kötülüğü teşvik ediyor diye sanatı, edebiyatı zemmetmek hastalığı anlatıyor diye bir hekimi cezalandırmak gibidir. Balzac da bunun farkındadır ve iki şairden hikâyesi daha trajik olanını, yani Lucien’i vitrine sürer. Çünkü hastalık Lucien’de tezahür eder.

    Bütün arzusu Paris salonlarının efendisi olmak olan Lucien’in hikâyesi baştan aşağı bir trajedidir. Onun daha Angoloumeu’da başlayan ihtirası intiharına kadar gözümüzü alamadığımız bir yıldız gibi parlar durur. Fakat Lucien’in hayatındaki en dramatik an onun karakter dönüşümünün manivelası Madame de Bargeton’un tiradıdır. Lucien’in pragmatik olduğu kadar hayalperest Beatrice’i olan Madame tiradını atarken mahir bir büyücü gibi sarf ediyordur sözlerini.

    “Üstün insanlar orada [Paris’te] yaşarlar, sevgilim. İnsan ancak akranları arasında rahat ediyor… Aranızdaki mesafeyi çabuk aşınız!.. Küçük bir şehirde sararıp solan bir istidadı, mevki ve itibar arayıp bulamaz… Sizi Madame d’Espard’ın salonuna kabul ettireceğim; bu salona kimse kolay kolay giremez, orada bütün büyük şahsiyetleri, nazırları, elçileri, meclisin hatiplerini, en nüfuzlu ayan azasını, zengin ve meşhur insanları göreceksiniz… Onun için hem dini şair hem de kralcı şair olun. Mevkileri, mükafatları veren, yazarların ikbalini temin eden muhalefet mi, liberalizm midir? Siz de doğru yola sapın ve bütün deha sahibi insanların geldikleri yere gelin.”

    Burada özetini sunduğumuz bu tirat bugün de tesirini sürdüren, birkaç değişiklikle güncelliğe kavuşabilecek epey müessir bir tirattır. Lucienvari ihtirasla kendinin taşrasından başkasının merkezine doğru sefere çıkan tek bir şair yoktur ki ateşi yükseldiği anlarda -ister gerçek ister hayalî- böyle bir tirat duymamış olsun. Yine kendine aşık hiçbir şair yoktur ki böyle şeytani bir hatifin sesiyle büyülenip kendinden geçmemiş olsun.

    Balzac’ın aşıkları da kaderleri farklılaşsa da hep aynı tabiattadır. Sevdiklerine tamamıyla itaat ederler. Felix, Rastignac ya da Lucien fark etmez. Genç şairimiz de hayalindeki cennete doğru ilerlerken kendisine refakat eden Beatrice’i, Mephistopheles’in tonuyla söylemiştir bu tiradı. Lucien bütün varlığıyla teslim olur bu tavsiyeye. O anda da Faust’a dönüşür. Fakat ne Madame Mephisto’nun kötücül irfanına sahiptir ne de Lucien sebatkar bir bilim aşığıdır. Evet, Lucien bilimin değil sanatın Faust’udur. Goethe’nin Faust’unun aksine Balzac’ın Faust’u bilmeye değil bilinmeye, tanımaya değil tanınmaya, bağımsız bir kudrete değil bağımlılığa meftun bir karakter olarak sahne alır. Yani Lucien için, her ne kadar kabiliyeti yüksek olsa da sanatın kendisi değil o sanat bağlamında arzu ettiği hayatın bir değeri vardır. Onun Faust’un yanında böylesi dünyevi bir düşkünlüğe meyletmesi insanın hikâyesinin en bilindik taraflarındandır. Aslında bunun için şiire kabiliyeti olmasına da gerek yoktur. Basit bir kasap, model ya da yerel politikacı olarak da bu hikâyeyi yaşayabilirdi. Fakat klasik dönemde trajedi en çok muhteris bir şaire yakışır. Bugün bile böylesi bir trajediyi bir kasabın hikâyesi üzerinden anlatmak fazlasıyla avangart sayılabilecek bir tercihtir. Yeri gelmişken Faust’un aksine Lucien’in affedilmemesi, ki Balzac’ta buna yönelik tek bir emare dahi yoktur, kendisine bahşedilen yüce değerleri alelade hırslara meze etmesinden dolayıdır. Faust olabilmek için sağlam bir kültür, sadık bir tutku yanında çelik gibi bir irade gerekir. Bir şairde ise irade, çoğu zaman dili ölüme mahkûm eden tirana benzer.

    Ayrıca ruhunu satmak profesyonel bir ticarettir, köylü tüccarının ya da duygularını kontrol edemeyen bir taşralının kotarabileceği bir iş değildir. Paris’teki sosyetik yaşamın zorunlu masraflarını sağlayabilmek için acilen paraya ihtiyacı olan Lucien tam da burada taşralılığını gösterir. Şiir kitabının ve tarihi romanının para etmemesi sonucunda kolay ve çabuk para kazanmanın yollarından biri olan gazeteciliğe atılır. Paris’e geldiğinde tanıştığı mahfil arkadaşlarının, bu kararın kendisinin sonu olacağı uyarılarına kulak asmaz genç şair. Bunlardan belki de en önemlisi, Balzac’ın “güzel bir yetenekle güzel bir karakter birliği sergiliyor,” dediği Daniel d’Arthez’dir. Lucien bu fedakâr arkadaşın, bu diğerkam dâhinin, bu merhametli kâhinin dostluğundan hoşlansa da dostlukta sebat edemez. Paris’in ışıltılarından gözlerini alamadığı için kendisinin son şansı olan, geleceğin büyük yazarı, Daniel d’Arthez’i reddeder. Onun merhametli tavsiyelerini geçiştirir, beraber sabırla çalışma önerilerini kabul etmez, d’Arthez’in tam zıttı olan Etienne Lousteau’nun hercailiğine kanıp kiralık itibar katilliği ya da ideoloji demagogluğu demek olan gazeteciliğe başlar. O dönemde henüz yazar atölyeleri ya da kültürel aydınlanma yaşayan belediyeler olmaması Lucien’in talihsizliğidir tabii. Dolayısıyla dalavere ile elde edilecek ve kısa sürede suyunu çekecek parayı haysiyet, gayret ve sabırla kazanılacak sonsuz itibara tercih eder. Bu hiç değişmeyen bir kaidedir, kendi dehasını bilemeye gönül indiremeyenler, öfkelerini birleştirerek ortak bir ikbal satın almaya çalışırlar. Onlarınki kısıtlı bir menfaat ve bitimsiz bir hınç ortaklığıdır. Birtakım geçici başarılarla yetinirler. Bu tür geçici başarılar ise çoğu zaman geçmişi karanlık bir kazanç gibidir, ortalık aydınlandığında ya büyük bir utanca ya da arşivlik bir ayrıntıya dönüşür.

    Lucien de bu utanca doğru koşar adım ilerler. Tercih ettiği yolda hızla şöhret bulur. Bu şöhretin şehvetiyle başı döner ve ikbalperest suç ortaklarının da teşvikiyle kalemini heyecanına teslim edip namlı bir tetikçiye dönüşür. Paris’teki herkes ona düşmandır artık. Kendisine o çok arzuladığı salonlarda kalıcı ikamet ve ikbal anahtarı olan “de Rubempré” soyadını bahşetmeye hazırlanan kral bile bu itibar suikastçısına, bu estet tetikçiye bütün kapılarını kapar.

    Lucien Chardon, Balzac’ın dediği gibi “David’in soğukkanlı muhakemeleriyle yatıştırdığı” arzularına yenik düşerek “kendisine uzatılan aristokrasi ve şöhret yemine yakalanır.” Bu yem tarihin bütün dönemlerinde farklı kıyafetlerle arz-ı endam etse de hep aynı yemdir. Her daim taşradan merkeze, tenhadan kalabalığa, gölgeden ışığa, temkinden televvüne davet eden bir tuzaktan ibarettir. Nasıl ki Lucien Angoulême’de kendisini yücelten her şeyin Paris’te bir hiçliğe dönüştüğünü görür, kendi metnine ve kalem kuvvetine güvenen her yazarın da böylesi bir yolculuk sonrasında Lucien’inkine benzer bir sınavı yaşaması kaçınılmazdır. Bu aslında iyi edebiyatın kendini kabul ettirme töreni, sancılı inisiyasyonundan başka bir şey değildir.

    Bach’ın ölüm döşeğindeyken “Daha kendimi anlatmaya başlamadım ki,” dediği rivayet edilir. İsmet Özel “İnsan bu dünyada bütün ömrünü ancak anlamaya çalışmakla geçirebilir,” der. Sanat eninde sonunda bir anlam yolculuğudur. Ya da anlam yolculuğunda insana eşlik eden refiktir. Sanatçı anlamak istediği kadar bilinmek de ister. Sanatın en temel arzularından biri bilinmek istemektir. Bu aslında hiçbir insan tekinin kayıtsız kalamayacağı bir arzudur ama sanat bunu meşrulaştırır, güzelleştirir ve evet, zaman zaman da çekilmez hâle getirir. Marifet iltifata tabiidir, derler. İnsan doğası itibarıyla dengiyle hemhâl olmak, kendini anlayanların aynasında izlemek ve kıymetinin takdir edildiğini görmek, tecrübe emek ister. Bütün bunlara rağmen, insanı yolundan uzaklaştıran, dengesini kaybettiren onu bir araca dönüştüren arzulardan biri de bilinmek arzusudur. Kıymete sahip olmak beraberinde bir arayışı getirir. Bu arayış sağlıklı bir toplumda olduğunda önünde sonunda başarılı bir şekilde tamamlanır fakat Devrim sonrası Fransa’sı gibi bereketli de olsa bir kaosun tahakkümündeki toplumlarda her daim çatışmaya sebep olur. Hırs, öfke, bezginlik, ümitsizlik, sabırsızlık, heyecan ve hatta hınç sanatla birlikte daha da alevlenen bilinme isteğini kabına sığmaz bir ateşe dönüştürür. Oysa kalıcı başarı çoğu zaman itidalle, hendeseyle, ölçüyle ve sabırla gelir. Balzac’ın romandaki gölgesi Daniel d’Arthez’in dediği gibi “Deha, çoğu zaman, eserlerini gözyaşlarıyla sular.” Deha dizginlenmemiş doru bir attır. Onu bir Kanthaka’ya ya da Burak’a çevirecek şey sabır ve gayrettir. Aksi durumda en fazla Incitatus olarak tarihe geçer.

    İyi edebiyat kutsal kitaplarla akrabadır. Asıl mesajı değil de onu güçlü, canlı ve korunaklı kılmak için eklenen ayrıntıları önemseyen okurlarla birlikte omuzlarda taşınır ama çoğu zaman kalplere giremez. Okur dediğin ekseriyetle bir metnin özünü değil de etini derisini teşkil eden, onu bir bedene kavuşturan hususları, hikâyeleri ve hatta karakterleri yakıştırır kendine. Bu dünyadaki her değer gibi sanat da insan içindir. İnsana soylu, bilgece bir bakış kazandırır. Sanatın mesele edindiği trajedi göstergebilimsel anlamda işaret edendir aslında. Fakat sanatın moderniteyle birlikte kazandığı büyü, imtiyaz, imkanlar onun insana kazandırdığı bakıştan, işaret ettiği manadan uzaklaştırıyor gibidir. Bu anlamda Lucien’in hikâyesi bir temkine sebep olacağına yığınları cezbetmiş ve Lucien’in başaramadığını başarmaya teşvik etmiş gibidir. Bu aslında sanata yüklenecek bir günah da değildir, insan böylesi bir arzu ya da yanılma hevesiyle kaimdir. Sadece sanatı buna aracı kılar.

    Statülerin iç içe geçtiği, sınıflar arası sınırların belli olmadığı, belirli bir sanat geleneğinin, gündelik kültürün yokluğundaki kaos ortamında ya da merkez taşra belirsizliğinde taşradan şehre göç etmek sosyolojik ya da coğrafi bir hareketlilik değil psikolojik bir dönüşümdür. Yani aynı şehirde doğup büyümüş bir insan yukarıda zikredildiği gibi bir atmosferde hiç yerinden oynamadan, mahallesinden çıkmadan ya da ortamını değiştirmeden de taşra-merkez hareketliliğini tecrübe edebilir. Taşralı şair ve yazarlar, gündelik hayatı yaşarken önlerine çıkan duvarları ürettiklerinin değil de bizatihi yazar olarak kendilerinin aşması gerektiği inancına kapıldığı andan itibaren artık bir yazar ya da şair değil sırasını bekleyen bir karaktere dönüşmüş olurlar. Oysa sahih bir edebiyatın aşamayacağı duvar yoktur, yalnızca zamanı vardır.

    Maupassant “Paris’te yatağın olmaması elbisenin olmamasından daha iyidir,” diyordu. Paris’in -ve tabii Paris’in şahsında bütün Parislerin- neyi önemsediği ve neye kayıtsız kaldığını göstermesi açısından harikulade bir cümledir bu. Temel bir derdi, paradigması, kendi içinde büyüyüp harlanan bir ateşi yani yatağı olmayan her sanatçı ister istemez kendisini modaya kaptıracak ve başkalarının tercih ettiği dertleri, söylemleri ve lügatleri yani kıyafetleri giymeye gönüllü olacaktır.

    Bir Romandan Geri Kalan

    Hülasa edersek, haza realist olan Balzac Napolyon’a benzer bir hınçla ya da hiçbir zaman tam olarak kabul edilemeyeceğini bildiği aristokrasinin karşısında tırnaklarıyla kazandığı bir izzetle muazzam bir ahlakçı olarak dolaşır romanlarında. Onun başrole seçip parlattığı karakterleri hep bir trajedinin kurbanı gibi görünür. Bu anlamda Aristotales’ten, Kierkegaard’a uzanan bir ahlakın oyuncuları gibidirler. Ahlak bir tercih yapma kararlılığıdır. Dürüstlük ile sahtekarlık, aşk ile aile, hınç ile sevgi ikilemi arasında kalan kahraman, çıkmaz içine girer ve genellikle de vicdanının sesine kulak tıkayarak tutkularına yenik düşer. Lucien bu kahramanlar içerisinde en çok üzüldüğümüzdür. Çoğu sanatçının yaptığı gibi, belki de Wilde bu kadar etkileyen tarafı budur, kendisini satarak öldürür. Kendisinden ve ölümünden de estetik bir haz devşirir ya da bunu estetize eder. Zweig, Lucien için “Raskolnikov’un babasıdır,” diyordu. Her evlat babasını aşar, öyle ya da böyle daha ileriyle taşır bayrağı. Babada zürriyetsiz bir nedametin ağırlığıyla teslim olup kendine dönen öfke, oğulda kibir zırhıyla kuşanıp günah keçisi olarak seçtiği ötekine yönelir.

    Oscar Wilde “Hayatımın en büyük trajedilerinden biri Lucien’in ölümüdür,” demişti. Bunu anlamak için hem Lucien’in hem de Wilde’ı iyi bilmek gerekir. Ama buna erinenler için Meltem Gürle’nin harikulade bir izahı vardır Kırmızı Kazak kitabında: “Lucien’in Ölümü sanatçının ölümüdür.” Lucien ölürken Balzac’ın, David’in ya da d’Arthez’in ölümsüzleştiğini aklından çıkarmayan her uyanık okur içinse gerçek ortadadır: Sanat size bilgece bir bakış kazandırır ve bakışınızı çoğu zaman sizi kör etmek için güçlendirilmiş ışıkların güç yetiremediği bir genişliğe dikmenizi salık verir. Orada Daniel d’Arthez’i de Balzac’ı da Desplain’i de Aristotelesçi anlamda bir mutluluğu yakalamış hâlde görürsünüz. Ama sonra da hemen hayata dönersiniz. Çünkü bu dünyada hakikat sadece hayata geri dönebilmeye rıza gösteren, o kalenderliğe gönül indirenlerde tezahür eder. O zaman da gülerek dünya var olalı beri defalarca sergilenmiş bu büyüleyici oyunu izlemeye devam edersiniz.

    Meltem Gürle’nin dediği gibi sanatçı ölmüştür. Artık yağmalanmış bir malikanenin bit pazarına düşmüş ürünleri, hikâyeleri ve efsaneleriyle devam eden bir karnaval kalmıştır geriye. Hep aynı ama hep daha kötü versiyonlarının sergilendiği oyunlar, karakterler ve anlar. Oysa yüksek sanat, hayatına sessizce devam ederken, tarihin tekerrür ettiğini söylemeye hiçbir zaman tenezzül etmez. Ama her yücelik anında bilgece bir tavırla tarihin tekerrür edebileceğini ima eder.