BUHÛRÎZÂDE MUSTAFA ITRÎ’NİN NEVÂ-KÂR’I 

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Türkan Alvan & M. Hakan Alvan

    Buhûrîzâde Mustafa Itrî (v.1711) misk ü anber ve çiçek tütsüleri satan bir ailenin oğluydu. Şiirlerinde kullandığı “güzel ve latif çiçek kokusu” anlamına gelen mahlası Itrî de bu musıkî dehası çocuğun yüzyıllar sonra daha nice gönlü, ıtır kokan latif besteleriyle ferahlatacağının habercisiydi.

    Hayatı hakkında tartışmalı ve pek az bilgiye rağmen muamma ustası bir divan şairi,[1]  hattat, hanende, bahçevan[2] olan Itrî Efendi, deha bir bestekârdır. Şeyhülislam Esad Efendi’ye göre, bestelediği 1000’den fazla eserden[3] günümüze sadece 40 kadarı ulaşabilmiştir. Itrî’nin cami ve tekke musıkîsi yanında din-dışı klasik Türk musıkîsinde de hemen her formdaki bestelerinin sıra dışı bir melodik yapısı vardır. Mevlevî ayinlerinden önce okunan Rast Naʿt-ı Mevlânâ’sı ve Segâh Âyîn-i Şerîfi de Mevlevî musıkîsinin şaheserlerindendir. Segâh Tekbîr, Segâh Salât-ı Ümmiye, Dilkeşhâverân Salâ, Mâye Cuma Salâsı, pençgâh, rast, rehâvî ve nühüft tevşihleri dinî musıkî alanındaki meşhur eserlerindendir.

    Selatin camilerinde kılınan Enderun usulü teravih namazında rekât aralarında farklı makamda ilahi okuma geleneğini Itrî’nin başlattığı bilinmektedir. “Câm lâ’lindir senin âyîne rûy-ı enverin” ve “Her gördüğü perîye gönül mübtelâ olur” mısralarıyla başlayan bûselik bestesi, “Gamzen ki ola sâkî-i çeşm-i siyeh-i mest” diye başlayan bestenigâr bestesi, “Dil-i pür-ıztırâbım mevce-i seyl-âbdır sensiz” diye başlayan hisar ağır semaisi ile Nefʿî’nin “Tûtî-i mucize-gûyem ne desem lâf değil” gazeline yaptığı segâh yürük semai klasik Türk musıkîsinin en seçkin eserlerindendir. Bunca güzel eserin her birinin perspektifinden Itrî’nin sanatı hakkında çok şey söylenebilir. Ancak bunlar arasında Itrî’nin Hâfız-ı Şirâzî’den bestelediği Nevâ-Kâr’ın müstesna bir yeri vardır. Nevâ-Kâr, makam ve usulleri arasındaki geçişleri ve ahengiyle Türk Musıkîsine yeni bir üslup kazandıran efsanevî bir eserdir. Klasik kâr’ların aksine[4] Nevâ-Kâr’a terennümsüz, doğrudan güfteyle başlanması eserin orijinal bir özelliğidir.

    Hâfız-ı Şirâzî ve Nevâ-Kâr’ın Güfte Analizi

    Itrî’nin şairliğini dikkate alırsak bestelemek üzere seçtiği güftelerin sözlerini de bestesi kadar önemsediği muhakkak. Bu açıdan Nevâ-Kâr da güftekâr-bestekâr arasındaki ilişkiyi ve Itrî’nin bestelemek için niçin Hâfız-ı Şirâzî’nin şiirini seçtiğini doğru anlamak gerekir.

    Klasik dönemde Hâfız-ı Şirâzî (v.1390) şiir ve musıkîde önemli bir isimdir. Güzel bir sese de sahip olduğu söylenen Hâfız, mutat olarak cuma geceleri mescidin maksuresinde oturup ekseri Kur’ân-ı Kerîm okurmuş. Hatta yaşadığı asırda kendisi gibi sesi güzel biri olmadığından İlhanlı sultanlarının meclis ve mahfillerinden Hâfız-ı Şirâzî’yi hiç ayırmadığı söylenir.[5] Hâfız-ı Şirâzî’nin Mevlevî, Üveysî veya Nakşibendî[6] olup olmadığı tartışılırken Itrî’nin de Mevlevî olup olmadığı henüz kesinlik kazanmamıştır. İkisinin de hangi tarikata mensup olduğu kesinlik kazanmasa da mutasavvıf eğilimli oldukları bellidir.  Rindmeşrep olsalar da Hâfız-ı Şirâzî ve Itrî’nin şiirlerindeki tasavvufi remizler mutasavvıf kimliklerini ele verir.

    Osmanlı ve İran medreselerinde büyük ilgi gören Hâfız Divanı Farsça ve belagat öğretimi ders kitabı olarak asırlarca okutulmuş, üzerine birçok şerh yazılmıştır.[7] Halk arasında da “lisânü’l-gayb” ve “tercümânü’l-esrâr” lakaplarıyla da anılan Hâfız Divanı İran’ı aşmış; Ortadoğu, Hindistan, Türkiye ve Avrupa’da tanınmıştır. Halk arasında Hâfız Divanı’nın manevi semboller içeren bir eser olarak görülmesi; geleceğe dair işaret almak için (tefe’ül etme)[8] okunması gelenek olmuştur. Klasik Türk şiirinin tohumu Hâfız Divanı’nda saklıdır. Hâfız Divanı’nın belagat değeri, sözün mucizevî bir etkisine yani i‘caz sınırlarına yaklaşmıştır. Bu eserin şiirde hikmeti saklama, muhafaza etmedeki eşsiz gücünü keşfeden hemen bütün mutasavvıflar ve şairler, Hâfız Divanı’nı başucu kitabı yaptılar. Ali Nihat Tarlan “Hâfız mecaz ile hakikati birbirine o kadar yaklaştırmıştır ki insan birinden diğerine geçtiğini hissetmez,” diyor.[9]

    Hâfız’ın şiirlerindeki ana konu olan aşk, çoğunlukla beşerî (mecazi) aşk şeklinde anlatılmışsa da temelinde ilahi aşk düşüncesi hâkimdir. Beşerî aşkı ilahi aşkın zıddı olarak görmek yanlıştır. Bütün mutasavvıflar gibi Hâfız da beşerî (mecazi) aşkı, ilahi aşka götüren bir köprü olarak görür. Hüsn-i mutlak olan Allah’ın “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi, sevilmeyi murad ettim de bu kâinatı yarattım.” hadis-i kutsisi beyanında aşkın hakikati saklıdır. Bütün güzellikler de ancak cemal-i ilahiden akseden zerrelerdir. Fuzûlî’nin “Her sanem Mushâf-ı hüsn-i Hakk’a bir âyetdür”[10] ve Yunus Emre’nin “Bizüm sevdüğümüz Hakk’dur bu halka göz ü kaş gelür” deyişleri de hep mecazların, ilahi hakikatle olan ilgisine dikkat çeker.  Bu perspektiften, Nevâ-Kâr’ın güftesine bakalım:

    Itrî’nin Nevâ-Kâr’ının güfte kurgusu, Hâfız-ı Şirâzî’nin bir gazelinden alınan ilk üç beytine yine başka bir gazelinden alınan mısralarla tamamlanmıştır:

    Gülbün-i ‘îş mîdemed sâkî-i gül-izâr kû
    Bâd-ı bâhâr mîvezed bâde-i hoş-güvâr kû

     

    “Zevk ü safa meclisinin gül fidanı yetişiyor. Peki gül yanaklı saki nerede?

    Bahar rüzgârı esiyor, ama o leziz şarap nerede?”

    Her gül-i nev zi-gül-ruhî yâd hemî kuned velî
    Gûş-i sühen  şinev kucâ dîde-i i’tibâr kû

    “Her tomurcuklanan gül, bize gül yanaklı bir güzeli hatırlatıyor.

    Ama ibretle bakacak göz nerde, onun nağmesini duyacak kulak nerde?”

    Meclis-i bezm-i ‘ıyşrâ  gâliye-i murâd nîst[11]

    Ey dem-i subh-ı hoş-nefes nâfe-i zülf-i yâr kû


    “Bu neşe ve işret meclisinde istediğimiz güzel koku yok. Ey hoş nefesli seher yeli!

    Sevgilinin zülfünün misk kokusu nerede?


    Ey şâhed-i kudsî keşed bend-i nikâbet
    Ve’y murg-i behiştî ki dihed dâne vü âbet
    [12]

    “Ey kutsi melekler kadar güzelim! Yüzündeki örtüyü açan kim?

    Ey cennet kuşu sevgilim, senin yemini suyunu veren kim?”

    İlk beyitte latif bir bahar sabahında esen seher yeli (saba), rahmanî nefesin sembolüdür. “Allah’ın arşta tuttuğu saba adlı bir rüzgârı vardır. Seher vakti esen bu yel tevbeleri, yakarışları alır; Allah’a götürür.”[13] Bereket getiren saba, çiçeklerin açmasını sağladığı gibi insana da ruhanî âlemin doğusundan manevi feyizler taşır. Gül ise gönülde manevi bilginin semeresidir. Gül yanaklı bir saki ancak o gül bahçesinde susuz gönülleri şenlendirebilir. “Gül yüzlü saki”, tasavvuf sembolizminde ilahi aşk şarabı sunan pir-i mugandır, yani mürşittir. Onun elinden içilen vahdet şarabında ilahî marifet sırları saklıdır. Şair burada “Biz sarhoş olduğumuzda henüz dünya şarabını veren üzüm yaratılmamıştı. (İbn Fârız)” düsturuyla Elest Bezmi sarhoşluğundan bahsediyor. İlahi aşkın manevi lezzetini unutmayan ruhlar dünyaya geldiklerinde kâmil insanın elinden marifet şarabını içmek isterler. Hep bu arayışın içindedirler.  Bu nedenle Hâfız-ı Şirâzî, “Şarap nerede?” derken marifete susamış bir aşığın arayış içindeki ruh hâlini vurgulamıştır.

     

    1. beyitte âşık; gül bahçesindeki her gülde gül yanaklı sakiden, yani mürşid-i kâmilden bir işaret arar. Burada gül bahçesi dergâh, dervişler de feyiz suyuyla açılan güller olarak düşünülebilir. Ancak bu güzellikleri sadece gönül gözü (çeşm-i ibret) açık olanlar görebilir. Gönül gözünün açılması da gönül aynasının masivaya ait kirinden pasından arınmasına bağlıdır. Marifet talibi insan, gerçek mürşid-i kâmile gönülden bağlanmakla Allah’ın “Kulumu sevince gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür.” sırrına mazhar olur.

     

    III. beyitte Hâfız-ı Şirâzî, marifet sırrına erişme arzusuyla birçok meclisi dolaştığını belirtip aradığı feyzi bu mecliste de bulamadığından yakınıyor. Onun aradığı dünyevî zevk ve hevesler peşinde koşanların meclisi değil, Hakk âşıklarının toplandığı irfan ve zikir meclisidir. Tekrar sevgilinin misk kokan zülfünün kokusunu taşıyan seher yeline seslenen Hâfız-ı Şirâzî, sevgilinin gittiği irfan meclisini ona sorar. Gazelde sevgili olarak vasfedilen cemalullahtır, âşığın tek emeli O’na vuslattır.  Farsçadaki “kû?” (nerede?) redifi âşığın hasretle tek gerçek sevgili olan Allah’ı arayışını ve O’na vuslata ermek arzusunu simgeler. Yani varlık aynasına tecellisiyle Allah’ın zatının nurları canlı ve cansız bütün varlık (nâsut) âlemini meydana getirmiştir. Âşık baktığı her varlıkta O’nu arar. Zaten beyitlerin sonunda tekrarlanan “ ﻮ ”  vuslatı simgeleyen bir harftir.

     

    1. beyitte Hâfız-ı Şirâzî, kutsi meleğe benzettiği sevgilisine seslenerek yüzündeki örtüyü kimin açtığını soruyor. Kesreti simgeleyen örtünün açılması sevgilinin yüzünde vahdet nurunun görünmesine işarettir. Ayrıca bu beyitte sevgili cennet kuşu olarak tasvir edilmiştir. O muhteşem güzellikte kuşun yemini suyunu kim veriyor? diye soran Hâfız-ı Şirâzî, tecahül-i ârif yoluyla hakikati bilmezden geliyor. Aslında onun ilahî feyzin kaynağından beslendiğini gayet iyi bilmektedir. Itrî’nin Nevâ-Kâr’ının bu son beytinden sonraki uzun terennümler Ruhi Ayangil’in ifadesiyle tıpkı heybetli Anka kuşunun daldan dala konarak yükselişinin ve gökyüzüne uçmasının temsil etmektedir.

    Yahya Kemal ve Tanpınar’ın Nevâ-Kâr Tutkusu

    Itrî’nin Nevâ-Kâr’ı Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ve kimi şairleri etkilemiştir. Mesela Enderûnlu Vâsıf (v. 1824), Sultan II. Mahmud’a sunduğu bir manzumede Itrî’nin bestelediği Nevâ-Kâr’ı bir mazmun olarak kullanmıştır:

    Senin-çün beslemiş gülşen bu gûn-â-gûn ezhârı

    Senin zevkin için meşk eylemiş bülbül Nevâ-Kâr’ı  (Enderûnlu Vâsıf)

    Hâfız-ı Şirâzî-Itrî-Yahya Kemal’in rindlik paydasında birleştiğini gösteren eser Nevâ-Kâr’dır. Yahya Kemal’in sık sık Nevâ-Kâr dinlediğiniz biliyoruz. Tanpınar, hocası Yahya Kemal’e ait bir hatırasında hocasının güftesi Hâfız-ı Şirâzî, bestesi Itrî’ye ait Nevâ-Kâr’a olan hayranlığını şöyle anlatır:

    “Herhalde İspanya dönüşünden sonraydı. Bir gün [İstiklal Caddesi’ndeki] eski Löbon’da [Pastanesi] oturuyorduk. Yahya Kemal, birdenbire anlatmakta olduğu Paris hatıralarından silkinerek ‘Haydi kalk! Konservatuvar’a gidelim’ dedi. Arka sokaklardan geçerek o zaman Konservatuvar’ın bulunduğu Tepebaşı’na çıktık. Yahya Kemal’le talebesi olduğum zamandan itibaren birçok gezintilerimiz olmuştu… Konservatuvara âdeta nefes nefese gittik. Müdür Ziya Bey’in odasına da hemen hemen aynı telâşla çıktık. Bu iyi adam bizi, kendisine has sâfiyet ve dostlukla karşıladı. Kahve ikram etti. Yahya Kemal kahvesini bitirir bitirmez: ‘Ziya Bey biz Nevâ-Kâr’ı dinlemeğe geldik, dedi. Belki senin işin vardır; Selâhattin Bey’i bize çağır’ [dedi…]. Eser çalındığı müddetçe Yahya Kemal genişçe bir koltukta, sol eli her zaman olduğu gibi kalın bastonuna dayanmış ve bütün vücuduyla çok büyük bir ağacın önünde akan suya eğilmiş gibi musıkîye ve onu bize acayip cüssesinden gönderen gramofona eğilmiş, sessiz sedasız dinledi. Ara sıra cigarası bitince dikkatinin kendisine biçtiği bu duruş değişiyor, sonra düşüncelerimizin devamlı arkadaşı vazifesine başlar başlamaz eski vaziyetini alıyordu. Eser bitince: ‘Bir daha çal, Selahattin Bey!’ dedi ve tekrar aynı dikkatle dinledi. Odayı Itrî’nin musıkîsi ve onun dikkati beraberce doldurmuş gibiydi. O zamana kadar eski musikîmizden epeyce şey dinlemiştim… Fakat, Nevâ-Kâr büsbütün başka bir şeydi. Eser içimde bir yaz öğlesinde denize yerleşen güneş gibi yerleşti.”[14]

     

    Yahya Kemal’in Itrî şiiri de Nevâ-Kâr hayranlığından doğmuştur.[15] Yahya Kemal bu şiirini kendi gibi rindmeşrep yakın dostu Rıfkı Melül Meriç’e[16] ithaf etmiştir. Büyük bestekâr ve udî merhum Cinuçen Tanrıkorur, Itrî şiirini rast makamında bir destan olarak bestelemiştir. Bu şiirde Yahya Kemal, Nevâ-Kâr’a müptela olduğunu kendi itiraf ediyor. Bu eseri dinlerken ecdadın elli milyon ruhunun, adeta dillerinde Nevâ-Kâr’ın sözleriyle ufukta beliren fecre doğru yürüdüğünü hisseder. Sonsuzluk hissi veren terennümleri insanı uyuşturmaz, aksine şuh ve diri kılar. Yahya Kemal Yol Düşüncesi, Mevsimler adlı şiirlerinde de Itrî’nin bestelediği Nevâ-Kâr’ı methetmiştir.[17] Yahya Kemal, rindlik kavramını Hâfız-ı Şirâzî’yle müşahhaslaştırmıştır. Hâfız Divanı rindliğin adabını anlatan bir miyardır, düsturnâmedir. Hâfız da rindlerin piridir. Onun şiirlerde sıkça geçen rind, hakiki âşıktır; sadece sevgilinin derdindedir. Dünyanın geçici heveslerinin peşinde koşmaz, sahtelikten, riyakârlıktan uzaktır. O sadece aşkın peşinde ibnü’l-vakt’tir, yani geçmiş, gelecek ve masiva endişesinden uzaktır.

    Itrî’den üç asır sonra Yahya Kemal, Rindlerin Ölümü adlı şiirinde Hâfız-ı Şirâzî’yi rindlerin sembolü olarak seçmiştir. Onun ölümünden sonra kabrindeki bahçede daima açan bir gül ağlar, Hâfız gibi geçmişte yaşamış rindlerin/âşıkların eski günlerini yâd eder. Onlar aşk bahçesinin bülbülüyken her biri yok olunca rindlerin yasını tutmak güle kalmıştır. Gül belli ki artık zamane rindlerinin sahteliklerinden şikayetçidir. Eskiden âşıkların sembolü olan bülbül gül uğruna seher vaktine dek ağlayıp kanlı gözyaşı dökermiş. Onun gül uğruna can verirken kanıyla boyanan güller varmış. Oysa artık zamane rindlerinin riya ve dünyaperest hâllerini gören gül ağlamaktadır. Oysa gerçek rindler asla ölmez; gönlü bir buhurdan gibi aşkın rayihasıyla yıllarca tüter. Bu şiirde “buhurdan” kelimesi Buhûrîzâde Itrî’yi çağrıştırmaktadır. Bu şekilde Yahya Kemal Itrî şiirinde “öz mûsıkîmizin piri” dediği Itrî ile rindlerin piri Hâfız-ı Şirâzî’yi rind mazmunu etrafında dolaylı olarak bir araya getirirken, sanki bize Nevâ-Kâr’ı ima eder:

     

    Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış
    Yeniden her gün açarmış kanayan rengi ile
    Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
    Eski Şiraz’ı hayâl ettiren âhengiyle

    Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde
    Gönlü her yerde buhûrdân gibi yıllarca tüter
    Ve serin serviler altında kalan kabrinde
    Her seher bir gül açar her gece bir bülbül öter
    [18]

    Beste: Münir Nurettin Selçuk (Rast Şarkı)

    Tanpınar da klasik Türk musıkîsinin sembolü olarak gördüğü Itrî’nin Nevâ-Kâr’ına hayrandı. Ona göre Neva-kâr sözden öte bir eserdir; sözün bittiği yerde kadim ruhlara eşlik eden bilge sükûtun sesidir ve batan Türk-İslam medeniyeti güneşinin son ışıklarına benzer:

    “…Nevâ-Kâr’ı ve onun burcu etrafında doğmuş eserleri dinledikten sonra konuşmanın güçlüğünü hatırlatmak istiyorum. Musıkînin beraberce tadılan coşkunluğundan sonra, hayatı bir kere bu değiştirici menşûrda süzülmüş ve sadece içimizde bir şey olmak için bütün cevherinden sıyrılmış gördükten sonra yeniden söz sanatının iklimine dönmek gerçekten tehlikeli bir spordur. Bazı eserler peşlerinden behemahal bir sükûtun, içe dalmanın gelmesini isterler. Itrî’nin Nevâ-Kâr’ı bu cinsten eserlerdendir. O, açtığı dünyayı yine kendisi kapatmak ister.

    Bizim bugün Şark dediğimiz ve türlü şekilde tefsir ettiğimiz coşkun ve ıztırablı âlem, üst üste hasretlerin ve burada tahlil etmemize imkân olmayan inkârların kurduğu acayip ve şaşırtıcı dünya, bundan iki yüz bu kadar sene evvel İstanbul’da yaşayan bir adamın, Buhûrîzâde Itrî Efendi’nin, Hâfız’ın bir beyti etrafında ve tıpkı geceleyin bir yıldızın ışığına takılarak yapılan bir yolculuk gibi, kim bilir hangi uzak çağda ve hangi esrarlı şartlar altında bulunmuş bir ses kombinezonunun arkasından yürüyerek vücuda getirdiği bu büyük eserdedir. Biraz evvel onun yıldızlı gecesinde, musikî cümlelerinin dikkatinizin sessiz ve şeffaf karanlığında üst üste kurduğu hasret burçlarının arasında idiniz.

    Türk musıkîsi üç büyük eser etrafında gelişmesini yapar. Abdülkadir-i Merâgî’nin artık hiç dinleyemediğimiz Segâh-kâr’ı, Itrî’nin Nevâ-Kâr’ı (isterseniz buna Hz. Mevlânâ için yazdığı Naʿt’ı da ilâve edersiniz yahut birinden birini tercih edersiniz) ve Dede Efendi’nin Ferahfezâ Âyîni. Bu üç eser yumuşak çizgiler medeniyetinin sade üç ayrı çehresini vermezler, bütün bir tarihi de verirler. Her şeyi bulmuş gibi görünen birincisinde garib bir tokluk ve arkaizm sadece bir zenginliği gösterir. Belki nağmenin şalı bulunmuştur. Itrî’de eşyanın yerli yerinde oturduğu kurulmuş ve kendisini de idrâk etmiş âlemle karşılaşırsınız. Klâsik bir sanattan beklenen her şeyle beraber. Üçüncüsünde, bir inkıraz devrinin bütün acısı, batan bir güneşin son ışıklarına benzeyen Nevâ-Kâr, bu üç eserin arasında bir merkez gibidir.

    O (Nevâ-Kâr), şimdi On yedinci asır dediğimiz ve yetmiş senesini kaplayan anarşi kapısını kapayan acı mağlubiyetle on altı sene süren bir harbin faciaları arasında asıl manasını kaybettiğimiz bir devirde, sanatlarımızın tam kararını bulduğu, şimdi şimdi haklı şekilde yadırgadığımız bir estetiğin ve dünya görüşünün arasından dehamızın bütünüyle konuştuğu bir zamanda Yeni Câmi’nin ve Nâilî ile Neşâtî’nin divanlarının üstün kardeşi olarak doğdu.[19]

    Tanpınar’ın Huzur’unda Nevâ-Kâr’ı dinleyen roman kahramanları kendilerini; sıra dışı bir kuşun, belki efsanevî zümrüdüanka, mûsikâr veya hümanın kurduğu sarayı seyrederken hayal ederler. Bu benzetmede Nevâ-kâr’ın güftesinin son beytindeki kuştan ilham alındığı bellidir:

    Tevfik’in sesi Nevâ-Kâr’da o zamana kadar pek az tanıdıkları bir kudret almıştı. Tanımadıkları bir kuş, bir yerde büyük bir şehrin bir aydınlık tufanının sarayını kurmuş gibiydi. Fakat asıl mühim olanı, etrafındaki şeylerin Itrî’nin elinde birdenbire değişmesiydi.[20]

    Viyana’da Nevâ-Kâr Etkisi

    Bu vesileyle bir hatıramızı nakletmek Nevâ-Kâr’ın kıymetini anlamak bakımından yerinde olacaktır. 2002 yılında Viyana Kuşatması’nın yıldönümünde Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın resmî görevlisi olarak Viyana Askerî Müzesi’nde yapılan Osmanlı Müziği Konseri’ne katılmıştık. Viyana Flarmoni Orkestrası Çellisti profesör bir bey, konserden sonraki kokteylde yanımıza geldi ve eserleri seslendiren sanatçı Ahmet Özhan’a takdirlerini iletti. Ahmet Özhan ona İsmâil Dede’nin Viyana valsleri tarzında bestelediği “Yine bir gülnihâl aldı bu gönlümü” şarkısını nasıl bulduğunu sordu. Profesör “Bu eser güzel. Fakat beni asıl, ilk başta seslendirdiğiniz eser çok etkiledi. İlk defa dinlediğim bu eser, harikulade bir başyapıt olmalı.” dedi. Profesörün beğendiği bu eser, Itrî’nin Nevâ-Kâr’ı idi. O zaman anladık ki kaliteli müzik evrenseldir. Profesör, müzikal kalitesi sayesinde dilini dahi bilmediği bu eserin kıymetini hemen anlamıştı. Zira Avusturya sarayında o dönemde yapılan klasik batı müziği ile Osmanlı sarayında yapılan klasik Türk mûsıkîsi benzer yüksek medeniyetin ürünlerine sahipti. Nitekim Mozart da Viyana Kuşatması sırasında düşmanları olan Türklerin mehter müziğinden etkilenerek meşhur Türk Marşı’nı bestelemiştir.

    Hâsılı, günümüzde popüler kültürün/kültürsüzlüğün getirdiği hızlı yaşama biçimine alışan yeni nesillerin Itrî’nin Nevâ-Kâr’ını severek ve anlayarak dinlemesi biraz zor görünüyor. Yine de özlenen Türk-İslam medeniyetini idrak etmek isteyen zevk-i selim taliplerinin mutlaka bu eseri yukarıda anlattığımız hususları dikkate alarak dinlemeye gayret etmesi şuurlu bir neslin yetişmesine vesile olacaktır.

    [1] Mustafa Safâyî, Tezkire-i Safâyî, s.398.

    Şair Nâbî, Itrî’nin adına bir muamma söylemiştir: (Nabî Dîvânı, 1997, s. 1320)

    Be ism-i Itrî: Bir tîr bana ider kifâyet/Virdüm iki tîr bir kemâna

    [2] İstanbul sur dışında oturduğu, çiçek ve meyve meraklısı olduğu, bahçeyle uğraşmaktan zevk aldığı söylenen Itrî; Mustaabey armudunu yetiştirmiş. (Nuri Özcan, “Itrî Efendi, Buhûrîzâde” DİA, c.19; s.221)

    [3] Cem Behar, Şeyhülislam Esad Efendi’nin Atrâbü’l-Âsârı, s.230.

    [4] Kâr: Türk musıkîsinin en büyük formudur. Kâr bestelemek nazariyat bilgisi ve yetenek gerektirir. En büyük kâr bestekârı Abdülkadir-i Merâgî’nin bu formdaki eserlerinin güftesi Farsça olduğu için sonraki bestekârlar ona hürmeten kâr bestelerken genellikle Farsça güfteler seçmiştir. Uzun bir terennümle başlayan Kâr’da güfte azdır, ara nağme terennümleri de güfteyi unutturacak kadar uzundur.

    [5] İbrahim Kaya, “Sûdî’nin Hafız Dîvânı Şerhindeki Tasavvufî Yaklaşımları”, Turkish Studies International, 6/2, Bahar/2011, s.605-606.

    [6] Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliya, c.2, s.142-147.

    [7]Hâfız Divanı şerhlerinin en meşhuru Sûdî-i Bosnevî’nin (ö.1599?) şerhidir. Farsça ve Batı dillerine de çevrilmiştir. Sûdî, daha önce Gelibolulu Mustafa Sürûrî (ö.1562) ve Şem‘î’nin (ö.1603?) yaptığı şerhlerin eksik ve hatalı yönlerini göstermek için bu eserini kaleme almıştır. Mevlevî şeyhi Mehmed Vehbî Konevî (ö.1828) de Hâfız Dîvânı’nı şerh etmiştir.

    [8] Tefe’ül etmek fal bakmak değildir. Tefe’ül Kur’ân-ı Kerîm yanında Mesnevî, Hâfız-ı Şirâzî Dîvânı gibi eserlere işaret almak maksadıyla müracaat etmektir. Sıkıntısına çözüm arayan, karar verme arefesinde bir işaret isteyen vb. kişi Divanı eline alıp “Ey Hâfız-ı Şirâzî / Ber mâ nazar endâzî / Men tâlib-i yek fâlem / Tû kâşif-i her râzî” (Ey Şîrazlı Hâfız! Bize bakmaktasın. Ben bir sır istiyorum, sen ise bütün sırları açıklıyorsun) cümlelerini söyledikten sonra açtığı divandaki gazelden kendi adına sonuçlar çıkarır.

    [9] Ali Nihat Tarlan, “Hafız-ı Şirazî” Türk Ans., c.18, s.311.

    [10] Ali Nihat Tarlan, Fuzûlî Dîvânı Şerhi, Akçağ Yay., s.368.

    [11] Hâfız Diva, s.414, g.CDXVI. Bu beyitin arasına Nevâ-Kâr bestesinde araya terennümler girmiştir. II. mısra ise son beyitten sonra okunur ve eser terennümlerle biter.

    [12] Hâfız Diva, s.45, g.XLII.

    [13] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.437’den naklen: (Sülemî, Tabakât, 373).

    [14] Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s.380.

    [15] Beşir Ayvazoğlu, Eve Dönen Adam: Yahya Kemal, s.358-359.

    [16] Rıfkı Melul Meriç (ö.1964): Şair, Türk-İslâm sanatı tarihi araştırmacısıdır. Zengin fikir ve sanat sohbetleri ve dersleriyle meşhurdu. Eski ve yeni tarzda farklı nazım şekilleri yanında pek çok rubâî yazmıştır.  Y. Kemal, Rıfkı Melul ve A. Gölpınarlı rind meşrepli, çok samimi dosttular. Yahya Kemal, bir rubaîsinde “Bakî Efendi, Rıfkı Melûl bir de bendeniz Bizler ikinci devre melâmîlerindeniz” demiştir. Rıfkı Melul Meriç, Âşiyân Mezarlığı’nda can dostu Yahya Kemal’in yanına defnedildi. Yahya Kemâl, Topkapı Sarayı Arşivi’nde yazma eserleri incelerken ara sohbetlerde Rıfkı Melûl gazel okurdu. (Mustafa Kara, “100. Yılında Melûl Bir Sanatçı”.)

    [17] Yahya Kemal, Kendi Gökkubbemiz, s.24, 47.

    [18] a.g.e., s.54.

    [19] Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s.377-378.

    [20] Nesrin Tağızade Karaca, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mûsikî, Hece yay., İstanbul, 2005, s.23.