“BEN” VE “DÜNYA”NIN BİR ÖRGÜSÜ OLARAK DUVAR

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Burhanettin Tatar*

    İnsan bilincinin kurgusu ve el ürünü (artefact) olarak duvar, köy, kasaba ve şehir denilen mekânların kurucu bir unsurudur. Köy, kasaba ve şehir –yapısal olarak– kayda değer oranda “daha az duvar” ve “daha çok duvar” miktarı ile birbirinden farklılaşır. Zira günümüz şehirlerinde oda, ev, bina, sokak, cadde, park gibi kelimeler neredeyse bütünüyle “duvarlar-arası mekânlar veya boşluklar” şeklinde anlam kazanmaktadır. Buna bağlı olarak şehir hayatı “duvarlar-arası hayat”a dönüşmektedir. Bir başka deyişle, şehirlerde insan hayatı doğum odalarının duvarları arasında beliren sonra bina, sokak, cadde gibi mekânların duvarları arasında akan ve nihayetinde mezarların karanlık duvarları arasında kaybolan bir süreç hâline gelmektedir. Bu süreç içinde insanın benliği ve dış dünya arasında kurulan ilişki genelde duvarlara referansla şekillendiği için, duvarlar “ben” ve “dünya”nın birbirine örülme tarzının bir tezahürü (örgü) olarak özel bir boyut kazanmaktadır.

    Bu özel boyuta rağmen, günlük hayatımızda duvarların neden bilincimizin farkındalık alanına yeterince girmediği merak uyandırıcı bir sorudur. Acaba bu sorunun kaynağı, insan bilincinin bir kurgusu ve el ürünü olan duvarların semiyotik sıradanlığı (kendi ötesine işaret edişi) ile ilişkili olabilir mi? Yoksa o, duvarların gördükleri işlev açısından kolayca teşhis edilmeleri bağlamında zaten gelenek içinde yorumlanmış olmalarıyla mı alakalıdır? Bu yazıda duvarların –bilincin bir kurgusu ve el üretimi olsalar da– bir şekilde niyetlerimizin ötesinde rol oynadıkları için anlamlarının peşinen belirlenemeyeceğini ileri süreceğiz. Yani duvarlar, çoğu kez onlara peşinen yüklediğimiz görev ve anlamların ötesinde iş görebilmektedirler. Bu yüzden onlar ilk bakışta sıradan görünseler de sık sık kendilerinde bir sıra dışılığın (henüz yorumlanmamışlığın) izlerini barındırırlar.

    Yukarıdaki soruların anlamını ve temel yaklaşımımızı daha belirginleştirmek için öncelikle insan varoluşu ve duvar ilişkisine kısaca göz atmak yararlı olacaktır. Duvar, en temelde insanın dünyada yerleşme (ikamet) hadisesinin mekânsal bir tezahürüdür. Bir başka deyişle duvar, insanın yeryüzünde beşeri bir dünya kurma sürecinin en temel parçalarından biridir. İnsan, duvar inşa ederek kendi yerleşik dünyasını kurar ve bu dünya içinde kendisini anlar. Dolayısıyla duvar inşa etmek, insanın kendisini anlama biçimidir. Bunun tersi de doğrudur: İnsanın kendisini anlama biçimi, onun duvar inşa etmesi şeklinde dış dünyada tezahür eder. Zira insan her zaman dış dünyaya yönelmiş bir varlık olarak aynı zamanda dış dünyanın tüm etkilerine açıktır. İklim şartları, dış tehlikelerden korunma, güven(lik) duygusunun korunması, yeryüzünü mülk ve vatan edinme, mahrem alanın inşası gibi pek çok nedenden ötürü insan barınak veya mesken ihtiyacını öncelikle duvarlar örerek karşılamaya çalışmaktadır. İnsan dış dünyaya olan daimi açıklık ve yönelmişliğini, duvarlar sayesinde daha bir açık eder ve göstergeleştirir.  Yani insan, duvarlar sayesinde kendisini dışarıdan gizlerken, aynı zamanda gizlenme ihtiyaç ve eylemini dışarıya ifşa eder.

    Bu ifşanın bir yansıması olarak insan bir kez duvar ördüğünde mekânı ön-arka gibi bölmekle kalmaz, aynı zamanda kendisini duvara referansla anlamaya başlar. Zira duvarlar, çoğunlukla sabit yapılar olarak Aristotales’in “hareket etmeyen hareket ettirici” tanrısı gibi, kendi dışındaki mobil varlıkları kendi etrafında yönlendirmeye ve konumlandırmaya başlar. Sözgelimi ev, büro veya kurum odalarında her şey duvarlara göre konumlandırılır ve insanlar daima duvarlara göre hareket etmek zorunda kalırlar. Burada değinilen “konumlandırılma” ve “zorundalık” durumu öncelikle duvarların Kartezyen karakteri ile ilgilidir. Zira duvarlar bir mekânı ön-arka şeklinde böldüklerinde aynı zamanda yeterince “açık ve seçik” bir gerçeklik (mekânsal durum) üretirler.[1] Öyle ki, bu açık-seçiklik aynı zamanda oluşan mekânsal durumun bir tür “nomos”unu (kural ve düzen) belirler. Yani duvarlar, ortaya çıkan mekânların rasyonel düzen ve organizasyonunu yönlendirirken kendilerini bir zorunluluk (sabite) olarak orada varolan her şeye dikte ederler.

    Biz bu zorunluluğu veya duvarların kendilerini dikte etmeleri durumunu en yalın hâliyle daima duvarlara ve onların etkilerine maruz kalma tecrübesiyle fark ederiz. Daha açık deyişle, insan dış dünyaya açık kalışının bedelini azaltmak amacıyla duvarlar inşa ettiğinde bu sefer sürekli duvarların kendisine açık hâle gelmektedir. Dış dünyadan gizlenirken duvarlara açık kalma anlamında insan yarı kapalı-yarı açık mekânlarda yaşayan bir varlığa dönüşür. Bu yüzden duvar, kendisinden hareketle yine kendisine karşı açıkta bırakıldığımız bir mekândır. Bu açıkta bırakılışımız veya duvarlara maruz kalışımızı en dramatik ve radikal hâliyle deprem esnasında fark ederiz. Deprem anında dış dünyadan korunmak için inşa ettiğimiz duvarlar karşısında korunaksızlığımızı tecrübe ederiz. Öyle ki normal şartlarda dış dünyanın yaralayıcı ve yok edici etkilerinden duvarlar aracılığıyla uzak kalmak isterken, deprem esnasında duvarlar en yakınımızdaki ölümcül bir tehdit veya eyleme dönüşebilirler.

    Yine söz konusu zorunluluk ve dikte hadisesi, hapishane odalarında farklı bir bağlamda tezahür eder. Genelde duvarlar, insana içinde bulunduğu durumu fark ettirme anlamında ayna görevini üstlenirken bu ayna işlevi hapishane odalarında bir tür taciz tecrübesine dönüşür. Hapishane duvarları, insanı sadece mekânsal olarak sınırlandırmakla kalmaz, belki daha çok insana “duvarlar arasında sıkışmış beden” tecrübesini yaşatırlar. Zira bu tür mekânlarda insan duvara değil, duvar insana daha çok dokunur, onu kendisine maruz bırakır ve hem bilinç hem beden açısından onu taciz eder. Elbette söz konusu taciz hadisesi, mahkûmun duvarın temsil ettiği güç ve iktidarın gözüne ve kontrol eylemine kesintisiz açık kalmasının bir sonucudur. Ancak sonuçta mahkûm, güç ve iktidarın kontrol ve gözetim eylemini duvar tecrübesi üzerinden anlar. Duvarın teşkil ettiği sınır, mahkûmun güç ve iktidar karşısındaki değer ve konumunun sınırıdır. Benzer sınır durumu daha farklı ölçeklerde de olsa akıl hastaneleri veya devlet bakım evlerinde tezahür eder.

    İnsanın kendisini duvarlara göre anlaması, sosyal, siyasi, dinî, ideolojik ve uluslararası bağlamda çoğu kez biz-onlar karşıtlığı şeklinde tezahür eder. Muhtelif sosyal, dinî, ideolojik gruplar ve milletler arasındaki farklılık, duvarlar yokken belki asgari düzeyde ifşa olurken, bir kez duvarlar örüldüğünde gittikçe keskinleşen biz-onlar ayrımına ve karşıtlığına dönüşmektedir. Bunun en temel nedeni, doğrudan duvarın kendi ontik karakteri ile ilgilidir. Zira duvarın bir yüzü kendisine yöneldiğimizde doğrudan algı konusu iken, diğer yüzü bize karanlık kalan[2] dolayısıyla muhayyile sayesinde kurgulanan bir mekâna dönüşür. Bu anlamda duvarlar mekânları ön-arka gibi bölmekle kalmayıp onları doğrudan algı ve tahayyül mekânı şeklinde de ayrıştırırlar. Sosyal, siyasi, dinî, ideolojik ve uluslararası bağlamda duvarın arkasında kalan çoğu şey, muhayyel bir unsura dönüşürken aynı zamanda “burada olan” (biz) ile “orada olan” (onlar) arasında bir ötekileşme ve yabancılaşma söz konusu olabilmektedir.

    Dikkat edilirse, “biz”in gerçekliği ve “onlar”ın hayalî/hayaletimsi varlığı gerçekte duvarın ön ve arkasındakileri tasvir etmez. Aksine bu ayrım çoğunlukla duvarların insan bilincinde eş zamanlı ürettiği veya güçlendirdiği ayrımlardır. Bu yüzden “biz”in mekânı aynı zamanda “onlar” şeklindeki muhayyel ve anlatısal varlıkların yaşadığı mekândır. Yani “onlar” diye nitelenenler, zaten “biz” diye sınırlanan mekânın kendisine dahildir. “Biz” diye kendilerine ayrıcalıklı mekân açanlar, bu mekânın sınırlarını daima “muhayyel ve anlatısal onlar” ile çizerler. Sonuçta sosyal, siyasi, dinî, ideolojik ve uluslararası bağlamda inşa edilen duvarlar daima “gerçek biz” ve “muhayyel onlar”ın anlatısal izdivacını yansıtırlar.

    Bu yansıma nedeniyle “biz”, kendisine referansla “muhayyel öteki”yi inşa ederken, aynı zamanda kaçınılmaz olarak muhayyel/anlatısal öteki üzerinden kendisini anlar. Bu yüzden insan duvarı ördükten veya inşa ettikten sonra, duvar insan benliğini gerçek ve muhayyel bir dünya ile örmeye ve inşa etmeye başlar. Bu sayede ilk bakışta “orada duran” bir yapı gibi sıradanlaşan duvar, insanın bilincini, eylemlerini, korku ve umutlarını, dış dünyadan beklentilerini, hayat tarzlarını şekillendirerek sıra dışı bir hâle gelir, yani aynı anda hem görünür hem de görünmez olur.

    Duvarların sıradanlığını/sıra dışılıklarını yani aynı anda hem görünür hem de görünmez oluşlarını belki en dramatik biçimde kutsal mekânlarda fark ederiz. Sözgelimi camilerde mihrabın yer aldığı duvar, “yön” gösterme eylemi nedeniyle, mekânı ön-arka şeklinde bölen geleneksel duvarlardan ayrışır. Duvarın bir kısmını oluşturan mihrap Kâbe’ye yönelmişliğin mekânsal bir göstergesidir. Ancak müminler ibadet esnasında mihraba değil, Kâbe’ye yöneldikleri için mihrabın olduğu duvar, bir anlamda Kâbe’nin duvarını kendisinde temsil etmeye başlar. Dolayısıyla mihrap duvarı ile Kâbe duvarı arasındaki coğrafi mesafe, psikolojik açıdan ortadan kalkar ve âdeta her iki duvar muhayyilede özdeşleşir. Bu temsil veya özdeşleşme esnasında mihrap duvarı bir anlamda görünmez olur yani kendi ötesine açılır. O, bu görünmezlik veya açıklık içinde camide ibadet edenleri şu veya bu ölçüde dönüştürür. Bunun en temel nedeni, Kâbe duvarının da “Allah’ın evi” (Beytullah) sembolizmi içinde “İlahi huzurda bulunuş”u temsil ederek görünmezlik kazanmasıdır.

    Ancak cami veya mescitte mihrap duvarı yön göstermediğinde nasıl bir durum açığa çıkar? Bu sorun belki en çarpıcı hâliyle Osman Hamdi’nin genelde “Mihrap” veya “Genesis” başlıklarıyla anılan tablosunda ele alınır. Bu tabloda bir mescit içinde seküler çağrışımlı kıyafetiyle rahleye oturmuş kadının sırtı mihraba, bedeni ve yüzü ise kapıya yani dışarıya yönelmiş hâldedir. Dinî içerikli kitaplar etrafa dağılmıştır ve mihrabın iki yanındaki şamdanlar yanmamaktadır. Kısacası tabloda mescit mekânı temel işlevinden arındırıldığı için ortaya “yeni bir durum” çıkmıştır. Bu yeni durumda mihrap artık yön göstermemektedir. Bunun sonucu olarak mihrap duvarı yukarıda bahsettiğimiz özdeşlik, temsil, görünmezlik yani öteye açıklık gibi niteliklerinden uzaklaştığı için bir bakıma kapalılığın (ötesizliğin) simgesine dönüşmüştür. Yani mihrap duvarı, ötesi olmadığı için artık geri dönülmesi gereken nihai sınır hâline gelmiştir.[3] Söz konusu geri dönüş rahlede oturan kadının sırtının mihraba ve yüzünün mescit kapısına yönelmiş olmasıyla resmedilir. Dolayısıyla Osman Hamdi’nin bu tablosunda mihrap duvarı resme bakan kişiye tam anlamıyla “ötesi olmayan sınır” (saf buradalık) tecrübesini yaşatır. Bu açıdan bakıldığında tabloda mescit duvarı, muhtelif nesneler ve yere saçılmış kitaplar, sembolik düzeyde bir labirenti çağrıştırmaktadır. Labirent duvarları yarı açık yarı kapalı mekânlar olarak içinde yer alanlara aynı anda hem yönü hem de yön kaybını tecrübe ettirirler. Buna göre Osman Hamdi’nin tablosunda mescidin duvarları aynı anda hem yönü (kapı) hem de yön kaybını (mihrap) simgeliyor görünmektedir.

    Duvarların bizim onlara yüklediğimiz görev ve anlamların ötesine gidişlerine çoğu kez tarihî duvarlar aracılığıyla tanık oluruz. Sözgelimi İstanbul’u (tarihî yarımada) çevreleyen surlar, Çin Seddi, Aztek Teotihuakan (Meksika) piramitleri ve dünyanın pek çok yerindeki kale duvarları tarihî görevlerini tamamlamış hâlde varlıklarını sürdürmektedirler. Kuşkusuz geçmişi günümüze getiren hafıza duvarları olmaları, onları sıradan duvarlardan ayrıştırmamızı gerektirmektedir. Tamamlanmış tarihi görevlerine işaret etmeleri anlamında onları “duvarın işareti” (sign) şeklinde ele aldığımızda buradaki “işaret” kelimesi çift yönlü hâle gelir. Tarihî duvarlar aynı anda hem geçmişe işaret eden hem de geçmişin (tarihî kaynakların) işaret ettiği duvarlardır. Ancak onların sıra dışılığı daha ziyade palimpsestik karakterleriyle açığa çıkar. Yani birbirinden çok farklı tarihsel zaman ve dönemlerin izlerini kendilerinde barındırdıkları için onlar bir yönüyle tarihsel zamanı mekânsallaştırırlar. Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları adlı şiirinin sonunda yer alan

    “Ey garip çizgilerle dolu han duvarları
    Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..”

    mısraları, daha önce anlatılan olaylara referansla tarihsel zamanın mekânsallaşmasını lirik tarzda dile getirirler.

    Yukarıdaki palimpsestik kelimesini ilk elde eskinin mekânına yeninin konumlanması veya farklı zamanların tarihsel katmanlaşması şeklinde ele almak doğru olsa da, asıl olan, zamanın belli bir mekân etrafında dönmeye başlamasıdır. Tarihî duvarlar, zamanın geçiciliğinden ziyade, zamanın belli bir mekân etrafında dönüp dolaşmasını yani zamanın mekânda yoğunlaşmasını görünür hâle getirirler. Kısacası, tarihsel duvarlar zamanı –metaforik anlamda– kendi yerçekimine maruz bırakırlar. Onların sıra dışılıkları bu çekim güçleri nedeniyle ortaya çıkan yoğunlaşma hadisesinden kaynaklanır. Bir başka deyişle, onlar duvar olmanın ötesinde bizzat tarihsel hadisenin kendisidirler. Asgari bir tarihsel bilinç içinden bakan göz, tarihsel duvarlarda fiziksel yapıdan ziyade adeta dipsizleşen bir hadise yoğunluğunu yani zamanın adeta  mekânsallaştığını fark eder. Bu nedenle “tarihsel duvar” tabirindeki “tarihsel” kelimesini kronolojik olarak belirlenebilir tarihsel dönemler veya tarihsel ortamlardan ziyade, zamanın belli bir mekânın yerçekimine maruz kalarak “tarih formu”na bürünmesi şeklinde ele almak daha doğrudur.

    Sonuçta tarihsel duvarlar, her zaman yerel kalarak tüm insanlığa ait olurlar yani değer açısından evrenselleşirler. Bu yönüyle onlar daima kendilerine ait yerde hiç kimseye ait olmayan evrensel yapılardır. Bir başka deyişle onlar kendilerine yönelen herkese konuşabilen duvarlardır. Gözün görüş alanının ötesine giderek kulağa seslendikleri sürece, tarihsel duvarlar sıra dışılıklarını korumaya devam ederler.

    *Prof. Dr., Samsun 19 Mayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi.

    [1] Costica Bradatan, “Scaling the ‘Wall in the Head’”, The New York Times (archived page) https://archive.nytimes.com/opinionator.blogs.nytimes.com/2011/11/27/scaling-the-wall-in-the-head/?nl=todayshe (21.01.2023).

    [2] Cam gibi malzemelerden yapılan saydam duvarlar bunun istisnası olarak görülebilir. Ancak cam duvarlar hermetik (dışarıya kapalı) yapılarıyla görünürlük ve izolasyon paradoksunu üretirler. Söz konusu paradoks için bkz. Richard Sennett, The Fall of Public Man, New York: Alfred A. Knopf, 1977.

    [3] Esasen bu durum, “kutsal mekân” tabiri ile neyin anlaşılması gerektiği konusunda önemli bir imaya sahiptir. Zira kutsal mekân üzerine bir yazımızda daha ayrıntılı değindiğimiz üzere, bir mekânın kutsallığı bir yerin doğrudan kendisiyle ilgili değildir. Aksine insanların Tanrı ile ilişki kurma tarzları o yeri kutsal mekâna dönüştürür. İman ekseninde ilişki kurulduğunda “öteye açılan” anlamında kutsal mekâna dönüşen bir yer, bu ilişki kurulmadığında ötesi olmayan (yani sadece “burası” olan) bir duvar veya yer olur. Bir arkeolog olarak Osman Hamdi’nin insanlık tarihinde kutsal mekânların nasıl oluştuğuna dair bu farkındalığa sahip olduğunu düşünüyoruz. Kutsal mekân üzerine daha ayrıntılı analiz için bkz. Burhanettin Tatar, “Kutsal Mekan: Fenomenolojik Bir Analiz,” Milel ve Nihal, Cilt 14, Sayı 2, s. 8-22 https://dergipark.org.tr/tr/pub/milel/issue/34146/377607 (23, 01, 2023)