KİMLİK SONRASI YAŞAM: UZLAŞMAYA DAİR FENOMENOLOJİK BİR YAKLAŞIM

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • James L. Taylor*

    Son elli yıldan fazla bir süre boyunca, şiddet hususunda gittikçe artan karmaşık analizlerin sonunda, barış ve çatışma teorisyenlerinin gösterdiği üzere, çoğu çatışmanın ortaya çıkma sebebi kimliklerimizi tehdit eden ve bizi—gerekirse şiddet kullanarak— bu kimlikleri korumaya dürtükleyen zımnen veya doğrudan algılanmış bir aşağılamadır. Kimliğin maddi hususlardan çok daha mühim olduğunu belirten bu görüş vasıtasıyla birbirine yabancı grupların uzlaştırılmasında, barış anlaşmalarının uygulanmasında, hakikat ve uzlaşma komisyonlarının kurulmasında ve çift taraf tutan taban topluluklarının karşılaşmasını desteklemede hatırı sayılır bir başarı elde edilmiştir.[1]

    Kimlik meselelerine odaklanma sıçraması yaşamasaydık böyle bir gelişim mümkün olmayacaktı ama ben uzlaşma için daha temel bir çerçeve sunacak farklı bir sıçrama önermek istiyorum. Şimdiye kadar çok etkin kazanımlar ortaya koymuş olsa da kimliklere odaklanmak bence yeterli olmuyor, çünkü bu varsayıma göre kimliklerimiz bizim kim olduğumuzla eş anlamlı ve bu yüzden uzlaşma da bizim kimlikleri tanıma ve bu hususta müzakere etme yeteneğimize bağlı. Kimlik bizim kendimizi algılamamızda ve günlük yaşamımızda bir rol oynuyor; bundan kimse şüphe edemez, ancak şunu da bilmek gerek: Bir insanı kimlik bağlamında tasavvur etmek, bir ihlal karşısında kimlik mülkiyetimizin korunması gerektiği fikrini güçlendirir. Tahammül edebiliriz, hatta gayet esnek bile olabiliriz, ama nihayetinde, eğer kimliğimiz bizim kim olduğumuzu belirliyorsa, o kimlikleri savunmaktan başka bir seçeneğimiz kalmaz, hatta şiddet kullanmak gerekse bile.

    Kimliklere itibarlarını iade etmek yerine bence kimlik ötesinde daha derin bir katmana yani barışçıl kendilik tecrübesi katmanına geçmeliyiz. Bu daha derin kendilik tecrübesi kimliği tamamen ortadan kaldırmayacaktır ama sanki hep tehlikede ve baskı altındaymış da her ne pahasına olursa olsun korunması gereken bir şeymiş gibi kimliklerimizle ilişki kurmaktan da bizi kurtaracaktır. Son olarak, bence, kimlik söz konusu olduğunda kendiliğinden gelen bu husumetin ötesindeki bu hareket sayesinde kimlik, yaşamlarımızın merkezî sorunu olmaktan çıkacak ve böylece kültürel ve siyasi krizlerimizin merkezinde olan kimlik savaşlarını dindirecektir.

     

    Kimlik Meseleleri

    Bu daha derin kendilik tecrübesini anlatacağım ve uzlaşma mevzusunda nasıl daha etkin bir temel mahiyetinde işe yaradığını göstereceğim ama önce müsaadenizle kimlik temelli yaklaşımın neden yetersiz olduğu hakkında birkaç söz söyleyeyim. Başkalarına kimlik mercekleriyle yaklaştığımızda onlarla çatışmalı ilişkiler içine gireriz. Uç vakalarda bunu çok net görebiliriz: Etnik kökenimizle, cinsiyetimizle, milletimizle, dinimizle tamamen özdeşleştiğimizde ve bu unsurlar tehdit edildiğinde biz de kendimizi tehdit edilmiş sayarız ve kavgacı birine dönüşürüz. Dinî bir fanatiksek veya bir ulusa kendimizi seküler bir karakterle adamışsak kimliğimizi şiddet göstererek savunmaya hazırız demektir.

    Ancak şiddet tehlikesi altında olanlar sadece ideolojiye yatkın olanlar değildir. Barış pahasına kimliklerimizi tadil etmeye arzulu olduğumuzda bile kimlik hemen bir çerçeve çizer ve mesele hiç bitmeyen bir mücadeleye dönüşür. Örneğin, başkalarına alan açmak için diyaloğa girdiğimizde ve hikâyelerimizi birbirimize anlatmaya başladığımızda değerimizi düşürecek herhangi bir ihlale karşı tetikte olmaktan başka bir şey gelmez elimizden. Kimliklerimizi düzeltmeye, kendimizi farklı açıdan anlamaya ve başkalarını daha fazla kapsamaya yarayan yollar bile bir fayda maliyet analiziyle belirlenir; sonuçlar tartılır ve nihayetinde bu yeni kimlik düzenlemesinin adil ya da kabul edilebilir olup olmadığına karar verilir. Hatta, siyasi ve toplumsal durum değiştikçe bu odak bizim kimlik ilişkilerimizi yönetme sürecinde uyanık bir tavır almamızı gerektirir, çünkü her grup kendi kimlik çıkarını korumaya yönelecektir. Bu sebeple, bu model üzerine kurulu savaş ve hatta barış bile kimlikler arası içkin bir çatışmaya dayanır.

    Bu toptan özdeşleşmenin tehlikeli kuvvetini Balkanlarda görebiliriz, burada eşimle birlikte bir eğitim ve araştırma enstitüsü idare ediyoruz, adı da Avrupa Savaş ve Barış Çalışmaları Merkezi (European Center for the Study of War and Peace). Hırvatistan, Sırbistan ve Bosna arasındaki savaştan 25 yıl sonra, şimdi bile, etnik, siyasi ve dinî kimlikler arasındaki çatışmalar insanları bölmeye ve bir kez daha şiddetle sonuçlanma tehdidi sunmaya devam ediyor. Arabulucular, bölgede huzuru devam ettirme ya da tesis etme girişimlerinde kolayca anlaşılabileceği üzere kimlik temelli barış projeleri yapıyorlar ve tabii grupların adil temsil edildiğine çok dikkat ediyorlar. Bosnalıların yeterince kimlik çıkarı var mı? Sırplar yeterince saygı görüyor mu? Acaba Hırvatlar göz ardı edildi mi? Biz Balkanlarda binlerce çatışma alanından sadece birindeyiz; burada yerel uzlaşma etkileşimleri bile karşıt kimlikler arasında uygulanabilir bir dengenin korunmasına yöneliktir.

    Kimliklerimizin nasıl oluştuğunu incelersek bu husumetin doğasına dair daha derin bir iç görü elde edebiliriz. Bu süreci dikkatlice gözlemlediğimizde keşfedeceğimiz üzere kimliklerimiz öyle esas kendimize dair tarafsız tasvirlerden oluşmaz, aksine tepeden tırnağa çatışma ve rekabetle şekillenir.

    Rene Girard’ın bize gösterdiği üzere, başkalarına imrenerek kendi kimliğimizi oluştururuz, onların arzularını yansıtarak ve onların malları üzerinden rekabet ederek. Pek tabii bunu yaparken farkında olmayız; içkin değeri için arabalarını ya da mesleklerini arzuladığımızı sanırız, ama biz esasında sırf onlar onu arzu ediyor diye onların arzuladığı şeyi arzularız.[2] Filanca şeyi kendi kullanım değeri için değil, o şeyi elde ederek kıymetli bir kimlik kazandığım için önemserim. Komşumun saatini kullanışlı ve hatta şık olduğu için istediğimi düşünürüm, veya belki de “tam benim tarz bir saat” olduğu için, ama aslında saate sahip olan kişi olmak istiyorumdur. Kierkegaard da aynı şeyi demişti: Sezar’ın sahip olduklarını elde edemediğim için değil, Sezar gibi olamadığım için umutsuzluk içindeyim.[3] İşte bütün kimlikler böyle oluşur; biz başkalarını model alırız, onlar da başkalarını almıştır, onlar da başkalarını vs. Arzularımız dolaylı oldukça küçülür. Kimlik tarafsız bir işlemmiş gibi kendini gizler ama doğası gereği asalaktır ve bu sebeple kavgacıdır. Filanca nesneye ya da konuma sahip olduğum için ve dolayısıyla kendimden ve başkalarından zuhur eden hayranlık sebebiyle ben müstesnayım. Filanca konuma sen sahip olursan o zaman ben olmam, en azından o şekilde ve o ölçüde. Bu sıfır toplamlı oyunda kimliğim daha önemsiz hâle geldikçe ya başkası uğruna ondan vazgeçmeliyim ya da benim kimliğimi gasp eden seni mahvetmeliyim.

    Kimliğin doğası gereği şiddet içerdiğini söyleyen Girard haklıysa kimliği geride bırakıp kendimizi daha derinlemesine anlamalıyız. Hemen söyleyeyim; “farklılık politikaları”ndan kaçındığını zanneden Aydınlanma’nın kendilik modeline dönüşü savunmuyorum.[4] Aydınlanma düşünürleri bize derler ki kültürel farklılıklarımız vasıtasıyla değil sadece rasyonel kendilikler olarak ortak olduğumuz şeyler vasıtasıyla “ebedî barış” için bir temel hizmeti görecek doğru kardeşliğe erişebiliriz.[5] Bu iddianın nasıl çürütüleceğini biliyoruz, ve bu çürütme epeyce ikna edici: Aynılığa yapılan bu vurgu aynılığın kültür ötesi olduğunu iddia eder, ne var ki o da birçok kültür arasındaki bir kültürden ibarettir. Aydınlanma kimliği yine bir kimlik olur.[6] Benim kendimizi anlama ve deneyimleme yolu olarak savunduğum yol bütün kimliklerin ötesindedir, dolayısıyla ne aynılığımız onu belirler ne de farklılığımız.

     

    Kimlik Ötesi Yaşam

    Fenomenolojideki son çalışmaların yardımıyla ve özellikle Michel Henry’nin çalışmaları vasıtasıyla, kimliğin atanması veya tanınmasından önceki bir boyutta var olan ve uzlaşma için yeni ve daha verimli bir yaklaşım sunacak bir kendilik dile getirebiliriz. Böyle kimlik olmayan bir temeldeki kendilik deneyimini anlamak için Henry’nin çizdiği ayrımı kavramamız gerek: Henry, dünyanın bize tezahür ettiği yolla—ki kimlik burada yatar—kendisinin “yaşam” dediği öncel ve daha temel bir tezahür yolunu ayırır —ki bu süreçte biz kendimize yaşayan kendilikler olarak veriliriz. Yaşam, asla deneyimlenmeyecek biyolojik veya psikolojik bir süreç değildir; aksine, daha ziyade bizzat tecrübenin tecrübesidir, bu sayede yaşam kendini kendinde açığa vurur. Henry bunu şöyle ifade eder:

     

    “Yaşam kendini açığa vurmaktır. Bu sayede, yaşam açısından, kendini açığa vurmak iki şey ifade eder: Bir taraftan, açığa vurma işini tamamlayan yaşamdır; bu, kör bir anonim süreçten ibarettir. Diğer taraftan, yaşamın açığa vurduğu şey yaşamın kendidir. Yaşamı açığa vurmak ve yaşamda açığa vurulan birdir.[7]

     

    Bu nedenle yaşamın kendini vermesi, dünyada verilen bütün unsurlarınkinden farklı bir tarzda gerçekleşir.  Yaşam kendine tezahür ettiğinde kendi dışındaki bir şeyden değil, sadece kendinden etkilenir. Yaşam kendini “etkiler” ve “kendini etkileyen” olarak dünyayla etkileşim vasıtasıyla değil, kendini içerden durmaksızın kucaklaması vasıtasıyla kendini kazanır veya kendine dönüşür.

    İşte bu yaşamın kendini vermesi süreci sayesinde kendiliklere yaşam sunulur ve yaşarlar, kendilerini bizzat tecrübe ederler. “Bu sebeple” der Henry “yaşam tecrübesinin bir tecrübe mahiyetinde mümkün olmasının tek yolu durmaksızın kendine sahip olmasıdır, ve bu nedenle tecrübenin yapısıyla bir kendiliğin yapısı denktir.” Bu yüzden yaşam kendini kendine bizzat verir, bir diğer deyişle, kendilikler yaşam dâhilinde üretilir ve Henry’nin deyişiyle “yaşam kendini bir kendilik olarak meydana çıkarır.[8]” Kendilikler kendi olurlar çünkü yaşam kendini kendinde açığa vurarak kendini kendine vermiştir, bir başka deyişle, kendi tecrübesiyle, ki bu sayede yaşayan mahiyetinde yaşar. Bu sebeple, yaşayanın kendisi nesnelerin gösterildiği ve bize tezahür eden dünyada verilmez, daha ziyade yaşam içinde ve yaşam vasıtasıyla ve yaşamdan yapılır.

    Ciddiye alındığında Henry’nin önerisi kimlik için esaslı sonuçlar ortaya koyar. Bildiğimiz üzere kimliğin kendisi—bir topluluğun üyesi olarak belirli bir yerden veya belirli bir eğitimle—kendini anlamak için dışarı bakar ve bu sebeple aidiyet ve anlam hisleri için başka kendileri tanımaya bağımlıdır. Buna karşın, yaşayan kendilik, dışardaki bir şeyle belirlenmez, bir gruba dâhil edilmesi veya hatta sınıflandırıcı bir şemadaki yeri bile bunu mümkün kılmaz, çünkü bu içerdeki kendi verme süreci vasıtasıyla tamamen kendi içindedir. Henry’nin vurguladığı üzere “yaşam başlangıçta bir kavram değildir”, aksine “her şeyden önce fenomenolojik açıdan faaliyete geçen gerçek bir yaşamdır.[9]” Kendi üzerine herhangi bir düşünme ya da kendiyle özdeşleşme sadece öncel ve daha temel kendini etkileme süreci vasıtasıyla mümkündür. Bu sebeple, kıskanç bir çekişme vasıtasıyla şiddetli bir rekabet içinde üretilen kimlik kendiliğinin aksine yaşayan kendilik kendini başkalarıyla karşılaştırmaz ve aslında kendi anlayışını başkalarından farkı üzerinden geliştirmek zorunda değildir. Başlangıçta bir Hırvat veya Sırp, siyah, melez ya da beyaz söz konusu olmaz; “mutlak yaşamın kendini üretmesi içinde üretilen o tekil Kendilik, işte hepsi bu.[10]

    Rekabetsiz yaşayabileceğimiz fikri ilk bakışta çekici gelebilir ama o zaman da şu soru ortaya çıkar: Başkalarıyla mukayese, emsalsiz kendi olmamızın yolu değil mi? Herhangi bir yerdeki başka bir kendilik olmadığım için bu hususi kendi olarak anlaşılır hâle gelmez miyim ve bu, farklılığı kendilik için temel bir kıstas olarak saymaz mı? Henry’ye göre kendimi kendi hâlinde anlayabilmemi belirleyen şey farklılık değil iç süreçtir, bu sayede kendilik tecrübemi somut hâlde elde ederim:

     

    “Yaşayan birinin kendisiyle bağ kurduğu, Varlığının her noktasına dokunduğu, kendini deneyimleyip kendine vardığı bu kendilik vasıtasıyla bu yaşam sahibi sadece ben olmakla kalmaz, başka birine de indirgenemez hâle gelir, deneyimlediği şeyi deneyimler, hissettiği şeyi hisseder, başkasına hiç benzemez—bu ‘ben’in deneyimlediği şeyin başkasının deneyimlediği şeyden farklı olması sebebiyle değil, ya da hissettiği şeyin başkasının hissettiği şeyden farklı olması sebebiyle değil, sadece bunu deneyimleyen ve hisseden tek kişi olduğu için.”[11]

     

    Kendi farklıdır, bir başka deyişle, başkalarından farkı sebebiyle değil, içselliğiyle farklıdır, çünkü kendini Yaşamdaki bir yaşayan olarak görür, bu da “kendini deneyimlemenin fenomenolojik gerçekleşmesinde, o şeyi kesinlikle tekil ve diğerlerinden farklı bir Kendi hâline getirir.[12]

    Bu emsalsiz kendini deneyimleme mahiyetindeki Kendilik daha fazla bir meşruiyete gerek duymaz, kimlik göstergelerine aldırmaz, hatta kendini başkalarıyla karşılaştıracağı ya da onlardan ayırt edeceği bir anlatı yapısına bile muhtaç olmaz. Bu sürecin içinden ve sadece bu süreç vasıtasıyla deneyimlediğinde Kendilik kimlik göstergelerinin münasebetsiz olduğunun farkına varır, çünkü bunlar kendi iç sınamasıyla kıyaslanamaz, ki bu sınama sayesinde kendi kendine sahip olur. Kimlik sıfır toplamlı bir oyun olabilir, ama kendini etkilemek başkalarından hiçbir şey almaz, çünkü başlangıçta sadece bir farklılık yapısı dâhilinde anlaşılırlık kazanan boş bir terim olarak var olmaz. Tekil olduğu için “Bu (bireylerin) hiçbiri bir şekilde onunla mukayese edilecek bir bireyden sonra gelmez; başka bir bireye indirgenemezliğine ya da ondan farklılığına az da olsa halel getirecek ya da buna şüphe düşürecek bir başkasını hiçbiri takip etmez.[13]” Yaşamın içinden doğduğu ve dış göstergelerden bağımsız olduğu için bu yaşayan kendilik tamamen emsalsizdir ve ne kendi kimliği ne de başkalarının kimliği tarafından tehdit edilmez. Dolayısıyla ne daha itibarlı bir kimlik ne de aşağılanmış bir kimlik şiddete dayanak olamaz, çünkü ikisi de kendilik için gerekli değildir. Gerekli olan daha ziyade benim kendi sınamamı gerçekleştirmemdir.

     

    Uzlaşmanın Temeli Olarak Yaşayan Kendim

    Kendimin bu daha derin tecrübesi sayesinde teyit edebiliriz ki etnik, dinî ve siyasi gruplar arasında bile barışa giden en kestirme yol kimlik müzakerelerinden değil kendilik sınamasından geçer. Gerçi bu tecrübe dâhilinde kalabilmek zordur. Kimlik göstergelerine kaçıp sınamadan sığınma isteriz. Dünyada kendimizi cumhuriyetçi ya da demokrat, siyah ya da beyaz, Hırvat veya Sırp olarak müstesna hâlde bilmek isteriz. Dış göstergeleri kavrarız çünkü bize vekaleten geçici rahatlama sağlarlar, aidiyet hissi verirler, ne derece önemli olduğumuzu ve ne ölçüde görmezden gelindiğimizi belirten bariz tablolar çizerler, ve nihayetinde nasıl tanınma ve ehemmiyet kazanacağımızı söylerler: “İnsanların niteliklerini sergilediği ve itibar kavgası verdiği bu devasa sahnede ışıklar seni göstersin.[14]” Bu göstergelerin tamamen yanıltıcı olduğunu iddia etmesem de ilkin Henry’nin “kendini sınamak” dediği “kendini hissetme tecrübesi” vasıtasıyla kendimizi bilmemiz gerektiğini söylüyorum. Dolayısıyla odağımızdaki uzlaşma görevi kimlikten vazgeçmek ve yaşayan kendilikler olduğumuzu deneyimlemektir.

    Mevcut kimlik takıntımız göz önüne alındığında, tüm bunlar hayal ürünü ve inandırıcılıktan uzak görünebilir. Kendiliğin kimlik temelli olmayan bir ön deneyimini kucaklasak bile, bu deneyimin kimlik tuzaklarından kaçınmamızı nasıl sağlayacağı açık değil. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki kimlik o dünyanın damarlarına işlemiş, eşitsizlik ve adaletsizlik de cabası. Kimliklerimizden vazgeçtiğimizde husumet ve yapısal şiddet silinecek mi? Romanlar ya da siyah Amerikalılar, dezavantajlı kadınlar ya da kötü muamele gören göçmenler sihirli bir biçimde daha azıyla yetinecek ya da bir şekilde eşit fırsat ve kaynaklara kavuşacak mı?

    Aksine, bu mücadeleler verilmeye devam edecek. Fakat şu da aynı derecede doğru: Biz o kimlikler olmadığımız fark ettiğimizde ve kimlikten önce kendimizi benimsediğimizde o mücadeleler daha etkili ve barışçıl yürütülebilir. Başkaları bizim kimliklerimizi tehdit etmediğinde veya en azından o tehdit edilen kimliklerin gereksiz olduğunu kabul ettiğimizde şiddetli bir çaresizlikle hareket etmeyi bırakabiliriz ve bunun yerine daha etkin bir şekilde ve empatiyle hareket edip ilişkilerimizi temin edebiliriz, üstelik başkalarına eşit hisse ve fırsatlar sunabiliriz. Küskünlük ve yapısal eşitsizliklerin öylece silinip gideceğini söylemiyorum, söylemek istediğim şey şu: Maruz kaldığımız şiddetin çoğu kimliklerimizi koruma ihtiyacından kaynaklanıyor, kimlik temelli olmayan daha temel bir kendilik tecrübesi tansiyonu düşürebilir ve şiddeti çatışmaya, çatışmayı da uzlaşmaya dönüştürebilir.

     

    *Prof. Dr., Felsefe. Avrupa Savaş ve Barış Çalışmaları Merkezi eş-kurucusu.

     

     

     

    [1] Barış ve Çatışma Çalışmaları alanında “çıkar temelli” bir yaklaşımdan “kimlik temelli” bir yaklaşıma ve sonrasında nihayet “yapısal” bir yaklaşıma geçişin anlaşılır bir özeti için bkz. Richard E. Rubenstein, “Introduction,” Resolving Structural Conflicts: How Violent Systems Can Be Transformed (New York: Routledge, 2017), ss. 1–6.

    [2] Rene Girard, “taklitçi arzu” anlayışını ilkin Deceit, Desire and the Novel: Self and Other in Literary Structure (Londra: The Johns Hopkins University Press, 1976) eserinde ifade eder ve bu temel görüşünü tüm kariyeri boyunca neredeyse sonraki bütün eserlerinde devam ettirir.

    [3] Søren Kierkegaard, The Sickness Unto Death: A Christian Psychological Exposition For Upbuilding And Awakening (Princeton: Princeton University Press, 1983), s. 45.

    [4] Kimlik politikası ve farklılık politikası arasındaki gerilimin harika bir analizi için bkz. Charles Taylor’ın etkili makalesi: “The Politics of Recognition,” Multiculturalism: Examining the Politics of Recognition, ed. Amy Gutmann (Princeton: Princeton University Press, 1994), ss. 25–74.

    [5] Immanuel Kant, Perpetual Peace (San Diego: The Book Tree, 2008).

    [6] Barış ve uzlaşma konularında Aydınlanma kimliğinin sağlam bir felsefi ve teolojik eleştirisi için bkz. Miroslav Volf, Exclusion and Embrace: A Theological Exploration of Identity, Otherness and Reconciliation (Nashville: Abingdon Press, 2019).

    [7] Michel Henry, “Those within Me: A Phenomenology,“ Michel Henry Reader, ed. Scott Davidson ve Frédéric Seyler (Evanston: Northwestern University Press, 2019), s. 59.

    [8] Michel Henry, “The Phenomenology of Birth,“ Michel Henry Reader, ed. Scott Davidson ve Frédéric Seyler (Evanston: Northwestern University Press, 2019), s. 36.

    [9] Michel Henry, “Incarnation,“ Michel Henry Reader, ed. Scott Davidson ve Frédéric Seyler (Evanston: Northwestern University Press, 2019), ss. 51.

    [10] Michel Henry, “The Phenomenology of Birth,“ Michel Henry Reader, ed. Scott Davidson ve Frédéric Seyler (Evanston: Northwestern University Press, 2019), s. 36.

    [11] Michel Henry, I Am the Truth: Toward a Philosophy of Christianity (Stanford: Stanford University Press, 2003), s. 130.

    [12] A.g.e.

    [13] A.g.e.

    [14] A.g.e., s. 91.